KADIN DİLİNE PELESENK ETMİŞ:”YEDİ DÜVELE KARŞI SAVAŞMAMIŞIZ”…

3

BEĞENDİM

ABONE OL

KADIN DİLİNE PELESENK ETMİŞ: “YEDİ DÜVELE KARŞI SAVAŞMAMIŞIZ”…

Sayalım:
Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918 günü imzalandı. Özellikle İngilizler durmuyor. Fırsat buldular ya; Anadolu’da iletişim ve ulaşım noktalarını tek tek işgal ediyorlar. Adamlar hınzır! Derhal gözlerini güney illerine diktiler. İlk kurşunu, Urfanın, Maraş’ın yiğit halkından yediler… Sıkmadı; işi Fransızlar’a bıraktılar. Sonra tabiki ilerleyen zaman içinde, İstanbul’un işgali ve örneğin Beyoğlu Karakolu baskını. Ve Türk yurtseverlerinin İngiliz işgaline karşı, yer altı örgütlenmesi… Akbaş cephaneliği baskını a hatunum, Akbaş… Hatırla.
Etti mi 1?
İki zaten içinde 1’in: Fransızlar. Sütçü İmamı, Karayılanı, Şahin Bey’i; çok kızacaksınız ama bir ismi daha hatırlatayım: Kılıç Ali’nin yiğit direnişini ve müfrezesini hatırlayıverin..
Geldik 3’e… Yunanlılar. Sayalım mı ne yaptılar? Gerek yok bence. Sadece Yunan askerinin ırzlarına geçen binlerce Anadolu kızının, onurlarını korumak için kendilerini evleri ateşe vererek yaktıklarını hatırlayın; belki yüzünüz kızarır…
Dördüncü sırada Amerika var.
Şaşırdınız değil mi? Evet, evet… Yunan askeri İzmir’e çıkmadan bir gün önce, Amerikan askerleri öteki adaşlarıyla İzmir’e çıktıı. Nokta nokta, göz göz, kritik yerleri işgal ettiler. Niye mi? Yunanlılar, zorluklarla karşılaşmasın diye. Örnek: İzmir’in Yenikale’si… Aaa, hayret, sanırım duymamıştınız. Onu bırakın, topal ve kötürüm haliyle Wilson, piknik yapmaya mı gelmişti Paris’e? Derdi, Türkler’i nasıl uyuturuzdu. O nedenle, İzmir işgal edildiğinde, valilik binasından Amerika bayrağı da sarkar: Çünkü Amerika askeri İzmir’dedir de ondan.
Sanırım beşe geldik: İtalyanlar… Kuşadası’ndan Antalyaya’ya. Piknik alanlları çok genişmiş canım…
Altıncı sırada Ermeniler var: Gümrü Harekatı boşuna yapılmadı. İlk anlaşmasıdır meclisin. Hani Atatürk’ü küçültmek için yüceltiyorsunuz ya; yüceltmenize gerek yok, zaten büyük adam, Kazım Karabekir’in kemikleri sızlayacak…
Yedi’ye geldik…
Buldum: Pontus Rumları ve çeteleri. Balık ve Piç İlya… Gördükoğlu Simon…
Ayy; gerçekten yedi düvel varmış…
Ellisinden sonra Tarih’e yöneldin ya; olsun; yaş altmışa yaklaştı. Çekiliver evine, pasta börek yap; ama bir öneri:
Sakın tarihçiliğin gibi olmasın pastan ve böreğin.
İyi haftalar herkese…

Devamını Oku

BİRİ KEMAL, BİRİ İSMET…

3

BEĞENDİM

ABONE OL
Artık, her şey kafalarda şekillenmişti:
Anadolu…
Başka çare yoktu.
Tek çözüm, Anadolu’da görülüyordu. iraladığı evde, yakın silah arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış; kimi zaman kendisi onları ziyaret etmiş, yurtsever subayların destek vermesiyle, milleti örgütleyerek, işgalcilere karşı bir bağımsızlık hareketine girilmesi gerektiğini düşünüyordu. Zaten, Anadolu’nun işgal girişimlerine karşı kaynadığı haberleri kulaklarına kadar gelmekteydi. Bir ulusal diriliş yaşanıyordu. Sultan ve Halife, İtilaf ve Hürriyet Cemiyeti ile Damat Ferit’in elinde bir oyuncak durumuna düşmüştü.
Hayır, hayır… Ondan bir çare geleceğini düşünmek yanlıştı.
O günlerde Süleymaniye’nin sokaklarından birinde gizli bir görüşme daha yaptı. Gittiği ev hoş bir evdi. O eve yöneldiğinde, hiçbir davete gerek kalmadan doğrudan kapıyı çalabileceğini biliyordu. Yas içindeki İstanbul’da, sanki puslu, yapış yapış bir hava her yanı sarmış gibiydi. Süleymaniye’nin aka sokaklarında kapısını çaldığında kendisini karşılayacak arkadaşının gülümseyen yüzüyle karşılaşacağını biliyordu. O’nun samimiyetinden, kişiliğinden, yurtseverliğinden hiçbir kuşku duymuyordu. Derken, aradığı evi buldu. Kapıyı çaldı. Evde hizmetçilik yapan bir kız koşarak geldi ve kapıyı açtı.
Mustafa Kemal; gülümseyen bir yüzle, İsmet’i soruyor ve onun ziyaretine geldiğini söylüyordu.
Hizmetçi kız koşarak içeri girdi. İsmet’e,  Mustafa Kemal Paşa adlı birinin kendisini ziyaret için geldiğini haber verdi. İsmet Bey sabahın erken saatlerinde kapısına gelen konuğunu karşılamak için henüz hazır değildi. Yeni kalkmış, giysilerini henüz giymemişti. Mustafa Kemal Paşa gibi yakından tanıdığı, uzunca zamandır gizli gizli temas kurduğu birinin karşısına bir asker gibi çıkmak gerektiğini düşünüyordu. Hızla giyinmeye başladı.
Bu arada kapıya koşan hizmetçi kıza Mustafa Kemal Paşa, kendisinin salona alınmasını; İsmet’i orada beklemek istediğini söyledi. Konuğun bu isteğini yerine getiren hizmetçi kız, onu evin salonuna aldı. Mustafa Kemal Paşa, nasılsa salona geçip, beklemeye başladığında, İsmet’in de hazır olup geleceğini düşünüyordu.
Derken salonun kapısı açıldı. İsmet, cin gibi gülümseyen gözleriyle Mustafa Kemal Paşa’ya bakıyordu. Bir yandan paşasını öpüyor, öte yandan;  “Ne haber; bu ne baskın?” diye şaşkınlığını belirten sorular soruyordu. Kemal, İsmet Bey’i kucakladı. İsmet’in onca oturup, bir kahve içmelik an yaratmasını rica etmesine karşın Kemal, zamanının çok dar olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyordu.
Gitmek ha!
Nereye? Nasıl?
Kemal, Anadolu’da görevlendirildiğinden söz etti.
Kendisine verilen görevin ne olduğunu anlattı.
Kendisine verilen görev; evet…
Ancak, ya onun yapmak istedikleri?
İsmet Bey’le vi kimi başka asker arkadaşlarıyla sık sık görüşerek, neler yapılabileceğini değerlendirirken, İsmet Paşa’yla göz göze geliyorlardı. Gözler, kimi zaman sözlerden çok daha etkili biçimde duyguları anlatmak için etkiliydi. Çok konuşmasalar da; Anadolu’da neler yapmak istediklerini biliyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, arkadaşı İsmet Paşa’nın ellerini tuttu, avuçlarının içine aldı. Gülümseyerek, ayrılması gerektiğini söyledi ve ayağa kalktı. İsmet Bey, hala ellerini avucu içine alıp, muhabbetle sıkmakta olan paşasına yine gülümseyerek; biraz daha konuşsaydık, diyebildi.
Yok, yok; hayır! Tedbirli olmak her zaman önemliydi. Adım adım izlendiklerini; subaylardan kuşkulanan jurnalcilerin her an hükümete jurnalde bulunduklarını biliyorlardı. Gizli örgütün kendisini izlediğinden kuşkulanan Mustafa Kemal Paşa, bir iki gün daha İstanbul’da kalacağını; bu süre içinde olabildiği kadar birbirleriyle görüşmemek üzere tedbirli olmasını rica etti. Bu yalnız İsmet Bey’e karşı değil, İstanbul’da kaldığı süre içinde buluştuğu arkadaşları için yöneldiği bir durumdu. İsmet Paşa, konuğunu uğurlarken; artık ne yapacağını biliyordu…
Önce Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya gidecek; İsmet bir süre daha İstanbul’daki kritik görevinde kalacak ve Mustafa Kemal Paşa’dan; “Gel!” haberini bekleyecekti…
Bu haber geldiğinde; İsmet Anadolu’ya koşacak ve Mustafa Kemal Paşa’yı o günden sonra 1920 yılının sonlarında Anadolu’ya koşup geldiğinde, İstasyon binasında görebilecekti…
İki kişi…
Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü…
Devamını Oku

ATATÜRK VE GEOMETRİ KİTABI

3

BEĞENDİM

ABONE OL
(-Aydınlık İçinde Yat Atatürk; Sen Çağları Aşan Büyük Adammışsın!)
Prof. Dr. Kemal Ari
Buyrun, buradan başlayalım:
“Müselles-i mütesaviyül adla”…
Herkes belleğini zorlasın; anlamı ne?
Yanıt veremediniz mi?
Yeni bir tanesini soralım:
“Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”
Aaa!
Gene anlamadınız mı?
Pekela, yeni terimleri soralım; bunlar bizi kesmedi:
Örneğin; “Müselles kaimüz zaviye, Zûerbaatül adla, Zaviyatanı mütevafikatan…”
Kuşkum yok, gene anlamadınız.
Şimdi bir düş kuralım:
Çocuğunuz sabahleyin kalksın, kahvaltısını yapsın; körpe beyni ve her şeyi algılamaya can atan zekasıyla yollara dökülsün; okuluna gitsin… Burada derhal, yüz yıl öncesine atlayalım; düş bu ya! Onu, çatık kaşlarıyla bir karış sakalı, başında sarığı, mintanı, şalvarı ile bir muallim karşılasın. Sonra çocuğunuz, öteki çocuklar gibi yere diz çökerek otursunlar. Önlerinde birer rahle… Anlamadınızsa söyleyelim; rahle, yani okumak için üzerine kitap konulan çarpraz tahtadan alet… Ve muallim, müderris, molla; her ne ise, alsa eline uzun bir çubuk ve çocukların başlarına dokunarak; onlara bu terimlerle sözüm ona geometri ya da matematik dersi anlatmaya çalışsa!
Burada hemen bir parantez açalım:
Eğer tarihimiz açısından bakıyorsak; bu sakallı ve sarıklı molla, matematik; eski adı ile “riyaziye” dersi verecek konuma gelmişse, demek ki bu aşamada bile büyük bir devrim gerçekleştirilmiştir. Çünkü bir elli yıl daha öncesine giderseniz; orada riyasize dersinin de olmadığını; bilim adına ancak dini bilgilerin okutulduğunu göreceksiniz çünkü…
Neyse geçelim…
Yirminci yüzyılın başlarında, hatta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, ana kucağından kalkıp, mektebe koşan bu Türk çocukları, matematik gibi bir çağdaş ve bilimsel eğitimin temelinde yer alan bir bilim alanında, bu kavramlarla matematiği nasıl anlayacak, içselleştirecek ve onun önemine kavrayacak? Ana kucağında ise hiç işlenmemiş, bilim yapılmamış, kaba bir Türkçe ile dimağı yoğrulmuş; beden ve ruh biçimlendirmesi buna göre yapılmış; şimdi gitmiş mektebe, Arapça’nın en ağır ağdalı bu terimleriyle matematiği anlayacak ve sonra da çağı yakalayacak ha!
Hani kimi günümüz softaları ya da molla kafalıları var; Agop Dilaçar gibi bir dil dehasını, Atatürk’ün dil devrimini gerçekleştirmesinde “akıl hocası” diye eleştirdikleri ve küçümsemeye çalıştıkları bu dahi kişinin, etnik kimliği üzerinden giderek, olayın önemini küçümsemeye çalışırlar… Dilaçar’ı eleştirileri bile, onun “Ermeni” kimliği üzerinden küçük görme duygusu ile yapılıyor.
Bu bize kimi şeyler çağrıştırmıyor mu?
Atatürk’ün ve onun ortaya koyduğu çağdaşlaşma ideolojisinin temelinde, bugün pek çok kişinin savının tersine, ırkçılık olmadığını; hangi kökten, soydan, ırktan, kabileden gelirse gelsin, herkesi ulus kimliğinde buluşturan bir anlayış olduğunu ve bu ulus bireylerinin ulusun en değerli varlıkları olarak görüldüğünü…
Evet, evet; aynen öyle…
Agop Dilaçar Ermeni ama bu ulusun, en değerli bilim insanlarından biri… Kökeni Ermeni olmasına karşın, Türk Ulusu’nun çok değerli bir varlığı ve beyni…
Lütfen sözüm ona Türkiye’nin Dil Devrimi’ni küçümseyenlerin kendi kullandıkları dili şöyle bir gözden geçirin. Ve bir yandan dil devrimini eleştirirken, öte yandan dil devriminin getirdiği sözcüklerle, meramlarını anlatmaya çalıştıklarını derhal göreceksiniz!
Ne yaman çelişki değil mi?
Hem Dil Devrimini büyük bir tarihsel kıyım olarak görüyor ve değerlendiriyorlar; sonra da Türk Dil Devrimi’nin Türkçeye kazandırdığı o “canım” Türkçe sözcükleri kullanmaktan da geri kalmıyorlar.
Buyurun beyler; 19. Yüzyıl Osmanlıcası ile konuşun; engel mi var?
Hemen bir örnek:
“Devletlü efendim hazretleri
İran devleti tebaasından ve Keldani cemaatinden olduğu halde bu kere arzu-yı vicdani ile kabul-i İslamiyet eylediği Mezâhib Nezaret-i Celilesinden verilip ibrâz ettiği ilm ü haberden müstefâd olan Abdulahad Efendi lisân-ı Türkî ile elsine-i ecnebiyyeye vâkıf ve ihtidası sebebiyle de âtıfet-i seniyyeye layık bir zat olduğundan nezâret-i celilelerine merbût mekâtibden birinin lisân muallimliği ve yahud buna mümasil diğer bir hizmetle ikdârı menût-ı himem-i aliyye-i dâverileridir efendim.
Fî 17 Rebiülevvel  Sene 1323 ve Fî 9 Mayıs  Sene 1321
Şeyh-ül islâm
Muhammed Cemâleddîn”
Anladınız mı?
Şimdi birileri şunu diyecek:
O zamanki insanlar anlıyordu.
Hayır, anlamıyordu. Ancak diplomasi dilini bilen, çok az sayıda seçkin bir grubun anladığı bu yazıyı, Anadolu’da ortalama bir insan kesinlikle anlamıyordu.
Çok merak ediyorum, acaba eski Türkçe’nin, yani Osmanlıca’nın kerametini savunanlar bu yazıyı anlıyorlar mı?
Geçelim.
Ve gelelim konunun en başında verdiğimiz Osmanlıca kalıpların anlamına:
İlki, eşkenar üçgen demek… Ondan sonraki “dış bükey açı”; ve ardı ardına sıraladıklarımız da; örneğin “Müselles kaimüz zaviye” “dikkenar üçgen”;  “Zûerbaatül adla” “dörtgen”, Zaviyatanı mütevafikatan ise “yöndeş açılar” demek…
İşte Atatürk’ün en büyük hizmetlerinden biri, onun oturup; bugün bile kullandığımız matematikteki Arapça terimler yerine Türkçe karşılıklarını Türkçe’nin kurallarına göre türetip, bunları kullanarak bir geometri kitabı yazmasıdır. Tarih 1936’dır. Büyük Gazi, Türkçe ile pozitif bilimlerin yapılabileceğini göstermek ister. Ve bugün, bu zamandaş (ancak çağdışı) mollaların bile kullandığı geometrik terimleri Türkçeye kazandırır.
Ve bu kitap, ilk önce öğrencilere kaynak kitap olarak önerilir. Ardından da Türkiye’de geometri kitapları, türetilen bu Türkçe terimler kullanılarak yazılır.
İşte size bir seçki:
Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, bölü, çap, çarpı, çekül, çember, dışters açı, dar açı, geniş açı;  dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, içters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, parallkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzam, uzay, üçgen, eşkenar üçgen, varsayı, yamuk, yatay, yöndeş…
Çok önemli olan eğitim alanında da çok şeyi biliyor ve eskiye dönme özlemi içinde tutuşuyorlar ya; ah bir de şu terimleri kaldırmayı ve yerine eski karşılıklarını koymayı deneseler…
Ah, ah…
O zaman herkes Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi’ni çok daha iyi anlardı…
Ah, ah..
Ah ki ah!
Ah bir deneseler, ah…
İşte, yalnız bu anlatılanlar üzerine bile azıcık düşünen bir kafa derhal şu yanıtı -eğer vicdanı varsa elbet- verecektir:
“Aydınlık içinde yat Atatürk… Sen gerçekten, çağları aşan, büyük bir adammışsın…”
Devamını Oku

MÜBADİLLERE KIZIYORUM

3

BEĞENDİM

ABONE OL
(Arkadaş, Bayramına Sahip Çık!)
Kızışım, mahsuscuktan…
Meramımı anlatmak, ilgilerini çekmek için.
Onca kez söyledim, bir türlü yeterince yankısı olmadı.
Yineliyeyim:
-Mübadil arkadaş!
-Bayramına sahip çık!
Hangi bayram?
Elbette ki “Kabotaj Bayramı”
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeceğim.
Mübadiller olmasaydı, 1926 yılında Türkiye Kabotaj hakkını kullanamazdı.
Ya da daha sonra, geç bir tarihte kullanmak zorunda kalırdı.
Niçin mi?
Çünkü Türkiye’nin Lozan’da elde ettiği kabotaj hakkını kullanabilmesi için yeterli gemisi yoktu.
Türkler, kendi kıyılarında kendi gemi taşımacılığını yapamıyorlardı. Bu hak bütünüyle yabancılara verilmişti.
İşte Lozan’da bu hakkı elde etti; ancak ya gemileri nerede bulacaktı?
Çünkü yüzyıllardır sivil gemicilik ihmal edildiği için ne devletin ne de Türk özel gemicilik işletmelerinin ülkenin yükünü kaldıracak oranda yük ve yolcu gemisi yoktu.
Ne oldu?
1923 yılında mübadele başlayınca, mübadele işlerini yürütmek için Mübadele Bakanlığı kuruldu.
Ve bu bakanlık, 1923 yılında kullanmak için kendisine verilen bütçesinin büyük kısmını, Seyri Sefain, yani devlet gemi işletmeciliğine vererek, yeni gemiler aldırdı.
Zira, göçmenleri taşımak için gemiye ihtiyaç vardı.
Gemiler alınınca, mübadillerin taşınmasına başlandı.
Yalnız o kadar mı?
Hayır!
Gelen her göçmenden ve yanlarında taşıdıkları canlı ve cansız yüklerden taşıma ücreti alındı.
Yetişkin kişiler için 5 tl, çocuklar için 3 tl; büyük baş hayvanlar için 1 tl, koyun ve keçiler için 400 kuruş…
Ve taşınabilir öteki yüklerinden de oranı kadar ücret…
Mübadillerin bir kısmı bu parayı tıkır tıkır ödedi, gücü olanlar elbette.
Gücü olmayanlar da devlete borçlandılar. Devlet onların adına taşıma ücretlerini karşıladı.
Ancak elbette taksitle geri almak koşuluyla…
Bu paralar ne oldu dersiniz?
Bir fonda toplandı.
Gemicilere olan borçlar ödendi, yine de bir para kaldı geriye.
Ve bu para da özel gemi işletmelerine, yabancı bandıralı gemiler almak için kredi olarak verildi.
Ve yeni gemiler alındı ardı ardına…
Böylece ülke, 1923 yılında 23 bin olan gemi tonilatosunu, 1926 yılında 80.000’e çıkarabildi.
Ve o zaman deriin bir nefes çekip:
-Oh be! diyerek, kabotaj hakkını kullanacağını bütün dünyaya ilan etti.
Bugün Kabotaj Bayramı’nın ne denli önemli olduğunu insanlar bilmiyor.
Unutmuşuz, unutturulmuş.
Ama mübadiller bunu unutamaz!
Bir ülkenin, bağımsızlığını sağlama yönünde senin alın terinin büyük bir katkısı olacak da sen bunu görmeyeceksin!
Olmaz mübadil arkadaş!
Bayramına sahip çık:
Prof. Dr. Kemal ARI
Devamını Oku

MÜPTEZEL’E YANIT: ATATÜRK SEVGİSİ NASIL BİR ŞEY?

3

BEĞENDİM

ABONE OL
(-Biz “Atatürk”üz ve Atatürk “Biz” dir)…
Bak Bay Müptezel!
Sen Atatürk’ü sevmiyorsun ya!
Atatürk sevgisi nasıl bir şey anlatayım:
Bizdeki bu Atatürk sevgisi nasıl bir şey?
Ben şahsen, gerçekten Atatürk’ü çok seviyorum.
Bu bir etki midir; beyin yıkama mıdır; bilinçsiz biçimde beynimin bir köşelerine işlenmiş bir fikri sabit midir?
Evet, aslında Atatürk sevgisinin bir fikri sabite döndüğünü itiraf etmek durumundayım. Ancak ben ve benim gibi milyonlar, samimi olarak Atatürk’ü çok severler.
Niçin?
Çünkü Atatürk, “akıl ve bilim” demektir.
Bizim gibi, doğuyla batının, aydınlanma ile feodalitenin kesiştiği bir noktada bulunan bir ülkede, Atatürk’ün 20. Yüzyıl’ın başında çıkıp, emperyalizme karşı ulusal bir direnişi başlatırken, aynı anda geri kalışın gerçek nedeninin akıldan ve bilimden kopmak olduğunu görüp, toplumuna akıl ve bilimi tek yol gösterici olarak öğütlemesi; ve yaşamın gerçek ilkesinin bu iki olgu olduğunu söylemesi ne kadar önemli bir şeydir!
Bunun ayırdına varamayan var mı?
Elbette var ve oldukça da zor…
Bizi düşünün, yani bizleri.
Bu gerçekliği anlatmak için bile ne kadar zorlanıyoruz. Önyargılarla donuklaşmış bakışlara bu gerçekliği anlatmak için, sanki duvara söz anlatıyoruz ve çoğu kereler, yine de ikna edemiyoruz insanları. Aklı ve bilimi bir yana bıraktık; dinden bile çıkarcasına kimi batıl anlayışlara, donuklaşmış düşüncelere ve kanılara kendilerini kaptırarak bunların peşinden nasıl sürüklenir gibi gittiklerini her gün görmüyor muyuz?
O nedenle yineleyelim:
Atatürk demek; akıl ve bilim demektir…
Ya sonra?
Akıl ve bilim devrimi; Türkiye gibi bir ülkede ve onun sırtını dayadığı Ortadoğu’da çok önemlidir, tamam. Atatürk de akılcı ve bilimci düşüncenin yolunu açmış; eylemli olarak bu yaşam biçimini salık vermiştir. Bu çok önemli bir devrim, kuşku yok.
Ya sonrası?
Evet, devam edelim:
Atatürk’ün düşün dünyasını oluşturan ve onu sistematik bir düşünce yapısı ve yaşam biçimi olarak kurgulayan “Atatürkçülük”, anti emperyalist bir duruşun ta kendisidir.
Kim Antiemparyalist olmaz?
Yurdunu sevmeyenler ve ulusuna ihanet içinde olan yurtsever olmayan kişiler… Bunlar antiemyeryalist değil, emperyalizmin taşerenudur.
Bunda da kuşku yok.
Ancak biz antiemperyalistiz. Ulusumuzun, bütün dünya ulusları gibi hakça ve eşit bir yaşam sürmesini arzu ediyoruz. Bütün özlemimiz, çalışmamız, inancımız bu yönde…
Atatürk de antiemperyalistti. Ve O, verdiği mücadeleyi “kapitalizme ve emperyalizme” karşı duruş olarak anlatıyordu. Bunu yalnız savaşımının özüne değil, sözlerine baktığımız zaman da görüyoruz. “Biz, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele ediyoruz”, sözü Atatürk’ün kendisine aittir.
Ve Atatürk, seküler yaşamdan yanadır. Sistemin de laik olması gerektiğini savunur. Din, bireyin kendi özel dünyasında çok değerlidir. Ve o çok değerli olan şey, gündelik yaşamın içinde, türlü siyaset oyunları içinde kirletilemez.
Bugünlere baktığımız zaman, Atatürk’ün ne kadar uzak görüşlü olduğunu ayırt edebiliyor muyuz?
Evet…
Kesinlikle ediyoruz.
Bu ve sayısız türlü nedenlerden dolayı, bizler Atatürk’ü çok seviyoruz.
Bizim sevdamız, onun eti-kemiği, kısacası sarı saçı, mavi gözü değil; onun düşünce dünyasındaki derinliktir.
Bizi aydınlığa çıkaracak tek gücün, bir takım süper güçlerin bölgedeki taşeronu olmadığını; ulusal kimliğe dayanarak dik duruşun ve anti emperyalist, toplumuna ve ulusuna karşı sorumluluk olduğunu biliyoruz.
Geleceği akıl ve bilim ile şekillendiren; kutsal değerlere karşı da saygılı olmayı öğütleyen; bunun gereklerini yerine getiren; siyaseti yalnız ulusa hizmet aracı olarak görüp, onun kutsal değerleri sömürmesine izin vermeyen bir aklın ve duruşun temsilcisiyiz.
Biz “Atatürk”üz ve Atatürk “Biz” dir.
Etle tırnak, gövdeyle baş gibi iki ayrılmaz düzenin tamamlayıcısı biri Atatürk, öteki “biz”; yani bütün bir Türk Ulusu’dur…
O nedenle Atatürk, yalnız sevilen değil; ulusunu tamamlayan bir düşün ve eylem adamıdır.
O nedenle Müptezel:
Sen sevme Atatürk’ü
O bize ait bir değer.
Sen bu dünyanın çok dışındasın be adam!
Yazıktır sana…
Kemal Arı
Devamını Oku