İNSAN DÜŞÜNCELERİNİN EFENDİSİDİR!

3

BEĞENDİM

ABONE OL

En azından çoğu insan böyle zannediyor. Ne yazık ki, bu doğru değildir, çünkü nasıl düşündüğünüzü büyük ölçüde beyniniz belirler ve bu nedenle de eylemleriniz üzerinde önemli bir etkisi vardır. Sorun, beynimizin öncelikle olumsuz düşünce kalıplarına sahip olma eğiliminde olmasıdır. Bu, anılarımız veya geçmişte edinmiş olduğumuz deneyimler için de geçerlidir.

Anılar veya bellek aslında oldukça karmaşık bir kavramdır. Örneğin, bazen gerçekte hiç yaşanmamış olayları bile hatırlıyor olduğumuzu düşünebiliriz; oysa hatırladığımızı düşündüğümüz olayı hiç yaşamamışızdır. Evet, anılarımız bizi ciddi şekilde yanıltabilir. Fakat anılar ne kadar yanıltıcı olursa olsun, genellikle duygusal olarak yüklüdürler: anılarımızı hatırladığımızda iyi ya da kötü bir his uyandırır bizde, bundan ya üzülür ve çekiniriz veyahut da haz ve tekrarlarız.

Peki anılarımızın olumsuz veya olumlu izlerinin temeli nedir?

Kaliforniya Salk Enstütü araştırma ekibinin başkanı Kay Tye yaptığı açıklamada, “Artık hatırladığımız şeyin bizde iyi mi kötü mü his bıraktığının temel biyolojik sürecini daha iyi anlıyoruz. Anılarımız ve deneyimlerimizin biyolojik olarak tek bir moleküle indirgenebileceği fikri inanılmaz derecede heyecan verici” diyor. Tye ve ekibinin iddiasına göre bahsedilen molekül, beyinde haberci görevi gören ve bir nöropeptid olan NÖROTENSİN hormonudur. Nörotensin hormonu beyinde olduğu gibi bağırsak hücrelerinde de aktif olduğu, burada mide asidi salgısını düşürmekte ve bağırsak kasılmasını uyardığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra kadınlarda süt salgılanmasını destekleyen prolaktin hormonu salınımının düzenlenmesinde de rol oynar ve bunun yanı sıra beyinde dopamin, oksitoksin gibi hormonların salgılanmasında doğrudan ilişkilidir. Tye ve ekibi şimdi de bu çok işlevli nörotransmitterin bellek oluşumu sürecine de dahil olduğunu düşünüyorlar ve araştırmalarının sonuçlarını Temmuz 2022 de en prestijli bilim dergilerinden birisi olan NATURE dergisinde yayınladılar (1).

Peki bu molekülün anılarımızın bizde olumlu veya olumsuz bir his yaratmasındaki rolü nedir?

Hem insanlar hem de hayvanlar, deneyimlerinin sonucunda olumsuz etkilendiyse ileriki süreçte bu deneyimden kaçınmayı, olumlu etkilendiyse tekrar etmeyi öğrenirler. Örneğin elimizi ateşe yaklaştırıken yakmış isek bunu bir sonraki süreçte tekrar etmeyiz ama aynı ateşe soğuk bir günde yaklaşarak ısındığımızı deneyimleyerek bunu tekrarlayabiliriz. Bu bir öğrenme sürecidir ve öğrenme sürecinin gerçekleşmesi için, beynin olumlu ya da olumsuz bir duyguyu bir uyaranla/sinyal ile ilişkilendirmesi gerekir – biyologlar buna “değerlilik” derler. Beynin bu duyguları bir bellekle ilişkilendirme yeteneğine ise “değer ilişkilendirmesi” adını verirler. Bu süreçte beyindeki küçük bir organ olan amigdalanın merkezi bir rolü vardır. Bu organ deneyimlerin tanınmasından, duygusal olarak değerlendirilmesinden ve olası tehlikelerin analizinden sorumludur.

Daha önce Tye ve ekibi tarafından fareler üzerinde yapılan deneylerde amigdaladaki belirli sinir hücrelerinin pozitif veya negatif olarak yüklenen anılara dahil olduğunu keşfettiler. Fareler, a tonundaki bir sesi hoş, tatlı bir tat ile ilişkilendirmeyi öğrendiğinde, amigdaladaki belirli bir nöron grubu harekete geçmekteydi; öte yandan, b tonunda bir sesin hoş olmayan, acı bir tat ile ilişkili olduğunu öğrendiklerinde ise farklı bir dizi nöron harekete geçmekteydi. Fakat bu iki nöron grubunun aktive olmasına biyokimyasal olarak hangi molekülün veya moleküllerin yol açtığı bilinmiyordu.

Cevabı, genetiği değiştirilmiş farelerle yapılan deneylerde bulundu. Bir grup farede nörotensin geni inaktive edildi ce fareler nörotensin üretemez durumda oldular. Nörotensin peptidini üretemeyen fareler artık olumlu deneyimlerini anılarında saklayamadıkları gözlemlendi; a tonundaki sesi ve tatlı tat arasındaki çağrışımsal bağlantıyı kuramadılar. Buna karşılık, b tonundaki sesi ve acı tadı hafızalarında ilişkilendirmekte bir sorunları olmadı; tam tersine, genetiği değiştirilmemiş farelerden olumsuz ilişkiyi daha iyi öğrendiler. Sonuç olarak, nörotensin var ise olumlu deneyimler/anılar hatırlandı, yok ise sadece olumsuz anılar hatırlandı.

Bilim adamları bu bulguyu, beynin standart durumunun korkuya meyilli olduğu şeklinde yorumlamaktadırlar: Bir uyarıcı geldiğinde, beyinde önce negatif değerlik ile ilişkili nöronlar aktive oluyor, yani anılarımız başlangıçta otomatik olarak negatif yüklenmektedir. Bu süreçte nörotensin salgılandığı durumda resim değişiyor ve pozitif değerlik ile ilişkili nöronlar hafızayı olumlu yönde değiştiriyor.

Evrimsel perspektiften bakıldığında, beynin önce „olumsuz“ deneyime kodlanması doğaldır ve hayatta kalmak için önemlidir. İnsanlar ve hayvanlar bu şekilde potansiyel olarak tehlikeli durumlardan kaçınma eğilimindedir, yani beyin aslında sürekli „tehlike“ modundadır. Nörotensin salgılandığı zaman olumluya geçmektedir. Yukarıda ne demiştik? Nörotensin bağırsaklarda ve süt salgılayan hormonları da etkilemektedir; yani yemek yerken, çocuk emzirirken alınan haz belki de anılarımızın olumlu tarafının baskın olduğu için daha mutlu oluyoruzdur, kim bilir?

Bununla birlikte, nörotensin eksikliğinin olası bir dezavantajı da vardır. Bu mekanizmanın aynı zamanda anksiyete bozuklukları, depresyon veya travma sonrası stres bozukluğu gibi akıl hastalıklarının gelişimini de destekleyebilir. Özellikle bu hastalıklarda olumsuz deneyimler ve anılar önemli rol oynamaktadır.

Kaynak: Tye et al. Nature 2022 (https://www.nature.com/articles/s41586-022-04964-y).

Devamını Oku

“RESMİ OLUP DA GERÇEK OLMAYANLAR”

3

BEĞENDİM

ABONE OL

Son haftalarda Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde ilginç bir tartışmadır almış başını gidiyor. Eyalet okullarında verilen anadili derslerine katılan öğrenci sayısı kaçtır ve havuzda kaç Türk kökenli veya Türkçe konuşan ve dolayısıyla bu derse katılabilecek öğrenci vardır? Normal şartlarda ilgili Bakanlığın istatistik sayfasına girer tüm bilgilere ulaşabilirsiniz. Ama durum öyle değilmiş. Malum anadili dersleri normal ders statülüsünde olmadığı için eğitim müdürlükleri derse katılım sayılarını doğrudan Bakanlığın istatistik dairesine iletmiyormuş. Bilindiği gibi anadili öğretmenleri genelde birden fazla okulda çalışmaktalar ve bunlar arasında öğretmenin resmi kaydının olduğu ana okul (Stammschule) vardır. Genelde bu ana okuldaki öğrenci sayılarının dışındaki katılım sayıları istatistiklere yansımadığını henüz anlamış olduk. Zira istatistik dairesinin vermiş olduğu sayılar ile Bakanlık yetkililerinin zaman zaman değişik platformlarda sunmuş oldukları sayılar arasında ciddi fark olduğunu anlamış olduk.

Örneklemek gerekirse eğer:

2018 yılında toplamda 97.787 öğrenci anadili derslerine katılırken bu sayı Türk kökenli öğrencilerde 44.044 olmuştur; istatistik dairesi bu sayıyı 2018 yılı için 33.335 olarak vermektedir; aradaki fark tam 10.709 (onbinyediyüzdokuz). 2021 yılında ise toplamda 105.092 öğrenci anadili derslerine katılırken bu sayı Türk kökenlilerde 40.345 de kalmıştır; resmi rakamlar ise 24.216 olarak verilmektedir; aradaki fark 16.126 (onaltıbinyüzyirmialtı). Bunlar resmi olan ama gerçek olmayan rakamlar. Gerçek olan ama resmi olmayan rakamlara da, biraz özel uğraş ile tabii, yine aynı bakanlık yetkililerinden ulaşabiliyorsunuz.

Ne garip değil mi? Resmi olan, ama gerçek olmayan rakamlar ile gerçek olup da resmi olmayan rakamlar arasında uçurumlar var.

Hani diyorlar ya resmi istatistiki veriler verilsin diye; hatta kimileri bu konuda o kadar ısrarcı ki, bunun dışında rakam verenleri neredeyse sahtekarlıkla suçlayacak, ellerinden gelse linç edecekler. Mutlaka resmi olacak; gerçek olmasına gerek yok.

Zira düşünmek yasak, birileri sizin adınıza düşünecek ve toplumu resmi rakamlarla yanlış  da olsa bilgilendirecek; siz sadece verileni tüketmekle yükümlüsünüz, bırakacaksınız düşünmeyi. Gerçek olan ama resmi olmayan sayılarla toplumu yanlış bilgilendirmeyi bırakacaksınız, bırakmalısınız.

“Toplumu Yanlış Bilgilendirmeyi Bırak!”

Biraz geriye gidelim. Yıl 2008, Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Okul ve Eğitim Bakanlığı tarafından verilen ve yıllardır kan kaybeden anadili derslerini Bakanlık zamanla diğer eyaletlerde olduğu gibi Konsoloslukların himayesine bırakmak istiyor ve bu bağlamda bir yönetmelik hazırlıkları içerisinde olduğu biliniyor. Taslak toplumsal duyarlılığı olan bir kaç “Türkçe Gönüllüsü’nün” eline geçiyor, inceleniyor ve tehlikenin farkına varılıyor. “Türkçe dersleri zamanla Konsolsluklara devredilecek, yani KRV Okul ve Eğitim Bakanlığı bu yükten kurtulma niyetinde” diyerek Sivil Toplum Kuruluşlarını harekete geçmeleri için uyarıyorlar. Bakıyorlar ki Türk Toplumundaki mevcut birçok STK lardan ses yok, hatta karşı çalışmalar var, bir grup bağımsız olan akademisyen (öğretmenler, doktorlar, avukatlar) ve üniversiteli gençlerden oluşan “Türkçe Gönüllüleri İnsiyatifi” adı altında bir girişim grubu oluşturuyorlar; grubun sözcüleri tıbbi biyolog Dr. Ali Sak ve öğretmen Bahattin Gemici. Grup eyalet bazında imza kampanyası, toplumu bilgilendirme toplantıları, basın ve medya girişimleri ve mitingler gibi çalışmalar başlatıyor. Yoğun bir seferberlik başlıyor eyalet bazında ve 80 bine yakın imza toplanıyor. Akabinde eyalet meclisi önünde 1 milyona yakın Türkün bulunduğu eyalette anadili için 4 bine yakın duyarlı vatandaşın katılımıyla 30 Mart 2008 de Düsseldorf merkezde yürüyüş ve parlamento önünde miting yapılıyor.

Bakanlık bunun üzerine grubun sözcülerini 15 Mayıs 2008 tarihli yazıyla uyarıyor:

“Sehr geehrter Herr Dr Sak, Ich bitte Sie nachdrücklich, diese Behauptung nicht weiter in der Öffentlichkeit zu vertreten. Mit 886 Lehrerstellen für den Muttersprachenunterricht leistet unser Land einen erheblichen Beitrag zur İntegration bei. Anstatt über die Fakten aufzuklären, tragen Sie unnötig zu einer Verunsicherung bei Familien mit Zuwanderungsgeschichte und bei Migrantenorganisationen bei.”

Kısaca tercüme etmek gerekirse: “Sayın Dr. Sak, gerçek dışı verilerle göçmen kökenli aileleri ve göçmen kuruluşlarını şaşırtıyorsunuz. Eyalet hükümeti 886 anadili dersi öğretmen kadrosuyla uyum için önemli bir katkı sunmaktadır. Yanlış bilgilendirmeyi ivedilikle bırakmanızı temenni ediyoruz.”

Yani bizi yanlış bilgi veriyorsunuz diye doğrudan uyarıyor. Peki bizim cevabımız ne oluyor dersiniz? Bakanlık bizi uyardı deyip pes mi ediyoruz?

Elbette resmi olmayan ama gerçek verileri kullanarak Bakanlığa 2. 6. 2008 tarihinde şöyle bir cevap veriyoruz.

“Sehr geehrte Frau Ohlms, wir beziehen unsere İnformationen aus dem Erlassentwurf des Ministeriums in der (auf Seite 3) folgende Passage steht: Im Hinblick auf die Grundschule wird sich folgende Konstellation herausbilden: Unterricht durch MU Lehrer/innen wie bisher (abnehmend). >Unterricht durch Konsulatslehrer.”

Kisaca tercüme edecek olursak: Sayın Ohlms, biz bilgilerimizi Bakanlığın (henüz resmi olmayan) anadili yönetmelik taslağından (sayfa 3) alıyoruz. Orada şöyle bir pasaj mevcut.: Anadili dersleri şimdilik olduğu gibi anadili öğretmenleri tarafından verilecek (ama zamanla düşecek) ve ileride daha çok Konsolosluk öğretmenleri tarafından verilecek.”

Bu yazışmalar ve görüşmeler sonucunda Bakanlık anadili yönetmeliği taslağını geri çekiyor ve 2009 yılında tamamen farklı bir yönetmelik çıkartıyor. Bu yönetmelik de yıllar içinde bizlerin itirazları ve değişen gereksinimler sonucunda çok kez değişiyor. 1998 yılından itibaren 886 da dondurulan ve 2008 yılında tamamen bitirilmek için adım atılan anadili öğretmen kadrosu ise günümüzde 1006 ya çıkartılıyor.

Peki bu anlattıklarımdan ne öğreniyoruz?

Doğru bildiğiniz hedeflerden, tehdit edilseniz dahi, asla vazgeçmeyeceksiniz. Resmi denen herşeye körü körüne inanmıyacaksınız, aklınızı yürüteceksiniz.

“Tarif ettiğim yoldan gideceksiniz” diye ısrar edenlere de önce şüpheyle bakacaksınız.

 

 

 

 

 

Devamını Oku

TÜRKÇE’YE GÖNÜL VERENLER

3

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkçe’nin toplumumuzda bulunan değişik kesimlerdeki algılanışı farklıdır.

İsterseniz konuya yakın tarihten bir girizgahla başlayalım.

Tarih 30 Kasım 2012, Hadi Uluengin Taraf gazetesinde çıkan „Türkçe yasağı mı “başlıklı yazısında Gülen Cemaati’nin (Fetö yapılanması) Hollanda’daki okullarının birinde öğrencilere „Türkçe konuşma yasağı “konusunu ele almaktadır. Hadi Uluengin konuya bir soruyla giriyor: „SON “ulusalcı” cazgırlığın farkında mısınız? “

Peki nedir ulusalcı cazgırlık?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi değişik gazetelerin Hollanda’da Kasım 2012’de Gülen grubuna ait bir lisenin büyük çoğunluğu Türk kökenli olan öğrencilerine koymuş olduğu „Türkçe konuşma yasağına “karşı gösterilen tepkiyi kamuoyuna duyurması. Bu tepkiyi dile getiren kesim için ne diyordu hadi Uluengin? „Neo-Nazi Maocuların “Karanlık” varakparesinden (kâğıt parçası) Ergenekoncu provokatörlerin uzanan o bet (çirkin) ve o cırtlak sesli koro yine feryad- ü-figan (şikâyet) etmeye başladı. “

Neymiş Hadi Uluengin’e göre bu kesim?

Gülen okulundaki Türkçe konuşma yasağını gündeme getiren basın bir kâğıt parçasıymış, Naziciymiş, Maocuymuş, karanlıkmış ve deyim yerindeyse son zamanların modasıyla, tüm muhaliflerin olduğu gibi „Ergenekon’cuymuş “.

Gerçi günümüzde bu “Ergenekon” oyunu da fos çıktı iyi mi, meğer o da Fetöcülerin işiymiş; gerçi bas bas bağırdık o dönem ama duyan olmadı. “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” filan dendi. Hani Fetö okullarının hedefi öğrencilere Türk kültürünü ve Türkçeyi öğretmekti? Hani her yıl düzenlenen ve neredeyse tüm Türkiye belediyelerinin büyük bir özveriyle organizasyona sahip çıkmaları sonucunda 19 Mayıs kutlamaları için verilmeyen stadyumlarda, milyonlarca para desteğiyle kutlanan „Olimpiyat Şölenleri’nin “hedefi Türkçeyi sevdirmek değil miydi?

O dönemler bütün televizyonlar, gazeteler ve radyolarda bir ay süreyle ister istemez, özellikle de devletin medyasında, sıkça görür ve duyardık. Oy peşinde olan tüm siyasiler, rant peşinde olan tüm kişi veya kurumlar işbirliği içindeydi. Maalesef burada asıl konu Türkçe değildi, hiç de olmadı; Olay Fetö ekibinin itibar kazanmasıydı. Burada oynanan bir tiyatroydu. Hatırlarsınız belki o dönem Almanya’da tüm Eğitim Ataşelik kadroları boştu, neden acaba? Neden bu alanda eğitim bir kesimin rantına bırakılmıştı dersiniz? Peki, bir ay süreyle bu „Türkçe Olimpiyatları’nın “kutlandığı zaman dilimini hatırlayan var mı? Hatırlatalım, Mayıs ayı; yani 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın kutlandığı zaman dilimi. Sonuç itibariyle bu kesimin anlayışında “Türkçe” hep ufak puntolarla yer almıştır.

Aynı oyun „Kutlu Doğum Haftası “kutlamalarında da oynanmaktaydı. Bunun zaman dilimi de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarına denk getirilirdi. Yani, bir şekilde milli bayramlara alternatif şölenler ayarlanmaktaydı o dönemlerde. Bu tespit, görmek isteyenler için geçerlidir elbette. Günümüzde ne “Türkçe Olimpiyatları” ne de “Kutlu Doğum Haftası” kaldı. Meğer her ikisi de Fetö projesiymiş de haberimiz yokmuş. Haberi olanlara ve bunları hayatları pahasına da olsa açık açık söyleyenlere (bizlere) „dinsiz “deniyordu.

Ve gelelim günümüze.

Şükürler olsun artık „Türkçe öldü “diyen bir Eğitim Bakan Yardımcımız var. Savunma Bakanlığı ile isminin önünde “milli” sıfatı bulunan tek Bakanlığın Bakan Yardımcımız Nazif Yılmaz ‘Türkçe öldü’ diyerek imam hatip okullarında, ders içinde değil teneffüslerde, ders dışında ve okulun her alanında “Türkçe konuşmayı yasaklamayı” öneren isim. Yayımladığı bildiride: “Arapça öğretilirken ikinci bir dil kullanılmaması gerekir. Öğrenciler, öğretmenleri ile ancak Arapça diyalog kurabileceklerdir. Öğrenci teneffüslerde öğretmeni ile ancak Arapça konuşabilir. Ya konuşur ya da yanında tercüman getirir” diyor. Hassasiyet Türkçeydi değil mi?

Bu bağlamda kısaca da olsa Yurt Dışı Türkler Başkanlığı (YTB), Yunus Emre veya Maarif vakfından bahsedelim. YTB ısrarla birkaç yıldır Avrupa’da ve özellikle de Almanya’da Yunus Emre desteğiyle değişik derneklere „Türkçe öğretimi destekleme “veya „Türkçe eğitmeni yetiştirme “projelerini sunuyor. Yüzbinlerce Euro parayı değişik derneklere bünyelerinde Türkçe dersi vermeleri için altyapı ve eğitmen desteği sağlanıyor. Sonuç sizce ne olabilir? Ben söyleyeyim. Türkçe açık alanlardan (okullardan) alınıp kapalı alanlara (camilere, derneklere) verilmektedir, hem de Türk devletinin desteğiyle. Görünen o ki, gaye Türkçe ’ye sahip çıkmak, Türkçe’nin itibarını ve imajını yükseltmek değil. Tam tersi, Türkçe’yi bir siyasi rant alanı haline getirmektir.

Peki Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı ne için kuruldular ve ne işler yaparlar.

Yunus Emre 2007 yılında yurtdışında bulunan yabancılara Türkçe ve Türk kültürünü sevdirmek ve öğretmek maksadıyla kuruldu. Kurum tamamen Türkiye Cumhuriyeti bütçesi ve iradesiyle yönetilmektedir. Enstitünün Almanya temsilciliği Berlin ve Köln’de kurulmuş, maddi altyapısı sağlanmış ve müdürlüğe de atama yapılmıştır. Sunulan tüm maddi imkân ve olanaklara rağmen kurum arzu edilen düzeyde sürdürebilirin örgün eğitim programına sahip, kurumsallaşmış ve siyaseten bağımsız bir eğitim kurumu haline gelememiştir. Kurum görev sahasının dışına çıkarak hedef kitlesi yabancı öğrencilerden ziyade burada bulunan Türk kökenli öğrenciler olmuştur.

Aynı şekilde Maarif Vakfı da 2016 yılında Fetö yapılanmasıyla mücadele ve burada Türk okulları açma maksadıyla kurulmuştur. Bu amaçla Almanya temsilciliği Köln’de kurulan vakıf dolgun maddi altyapıya sahip ve yüksek sayılabilecek maaş ile müdür atanması da yapılmıştır. İlginçtir ki müdürlük de mevcut hükümette bulunan partinin reklam işlerini yapan ve bu partiden milletvekili aday adaylığı olan bir şahsın eşine verilmiş olmasından dolayı liyakat tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Vakıf, tüm bu zengin olanaklara rağmen gerek bulunduğu bölgede gerekse Almanya çapında Alman kurumları ve Türk kökenli STK’lar ile sağlıklı bir iletişime geçememiş ve sonuç itibariyle de bir eğitim programı ortaya koyamamıştır.

Fakat öyle bir grup, kesim ya da kişiler vardır ki konuyla hiçbir mesleki yakınlığı veya rant beklentileri olmamalarına rağmen gönül vermişler, sevdalarını ortaya koymuşlardır. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nden tek kuruş ödenek almayan Türkçe gönüllüleridir ve „TÜRKÇE” onların nezdinde hep büyük puntolarla yazılmıştır. Onlar her meslekten bir araya gelen Türkçe aşıklarıdır. Onlar, çocuklarımızın dilsel yeteneklerini ve becerilerini geliştirmek, okul başarılarını ve eğitim düzeylerini yükseltmek için çalışmalar yapmışlar ve yapmaktadırlar. Onlar, kısıtlanmak, yasaklanmak ve okullardan kaldırılmak istenen Türkçe ‘ye sahip çıkarak hak ettiği önemin verilmesini sağlamak için mücadele etmiş ve etmektedirler. Onlar, ulusal kültürü ve edebiyatı yaşatmak, anadili bilincinin gelişmesi için toplantılar, seminerler, konferanslar, kampanyalar ve benzeri etkinlikler düzenlemiş ve düzenlemektedirler. Onlar, kısaca toplumun her kesimine TÜRKÇE sevgisini hiçbir rant beklentileri olmadan sırf bu işe gönül verdikleri için büyük puntolarla aşılamak istemektedirler.

 

Devamını Oku

COVID-19 AŞILARI KADINLARDA KISIRLIK RİSKİNİ ARTIRMIYOR

3

BEĞENDİM

ABONE OL

COVID-19’a karşı aşılamanın yan etkileriyle ilgili temel endişelerden biri aşının kadınları kısırlaştırabileceği tezidir. Özellikle sosyal medyada bu iddia, genetik hasar gibi diğer tüm risklerin üzerinde yer alıyor.

İngiltere’de yapılan araştırmalar, özellikle 18-34 yaş arası genç kadınların aşı konusunda çekingen davranmasının ve dörtte birinin aşıya karşı çıkmasının ana nedenlerinden birinin bu olduğunu göstermiştir.

Konuyla ilgili Almanya Jena Üniversite Doğum Kliniği’ndeki Plasenta Laboratuvarı Başkanı ve Avrupa Üreme İmmünolojisi Derneği Başkanı Prof. Dr. Udo Markert, Klinik Direktörü ve aynı zamanda Alman Perinatal Tıp Derneği Başkan Yardımcısı olan Prof. Dr. Ekkehard Schleußner ile birlikte Alman Doktorlar Dergisinde (Deutsches Ärzteblatt) bilimsel temelli bir açıklama yayınladılar.

“Maalesef konuyla ilgili asılsız haberlerin kadın hemşireler de dahil olmak üzere birçok kadını aşıyı reddedecek kadar güvensiz hale getirdiğini öğrendikten sonra bu tür temelsiz savlara karşı tıbbi gerçekleri vurgulamak istedik” dediler.

„COVID-19 aşısının kadınlarda kısırlık riskini artırdığı iddiasının temelinde bu aşıların aynı zamanda plasenta dokusuna karşı da yönlendirilebilecek antikorları uyaracağı tezidir. Bu iddiayı öne sürenler plasentanın yapısını bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Şu anda Avrupa’da onaylanan SARS-CoV2 – Comirnaty (Biontech / Pfizer) ve Modern mRNA aşılarıdır. Bu aşılar enjeksiyon bölgesi alanında bulunan vücudun kendi hücrelerini uyararak koronavirüsün yüzeyindeki sivri uçlara benzeyen (spike protein) ve bağışıklık hücrelerini antikorlar üretmesini sağlar.”

Ve şöyle devam ediyorlar: “Korona virüsü üzerindeki hücrelere girmesini sağlayan spike proteini 1.273 yapı taşlarından (amino asitler) oluşur. Bu parçalar arasında beş amino asitten oluşan bir dize (VVNQN) vardır ki benzer bir dize sıralamasıyla (VVLQN) insan plasentasında üretilen ve 538 amino asitten oluşan syncytin-1 proteininde de bulunur. Kısırlık iddiasında bulunanlar aşıların plasenta üzerindeki bu proteine karşı da antikor üreterek plasentayı yok etmesidir. Gerçek şu ki her iki protein arasındaki yapısal benzerlik sadece %0,75 (sıfır virgül yedi beş) dir. Bununla birlikte, plasentada bulunan VVLQN amino asit dizisi hücrenin dış kısmında değil, yüzeyin altındaki trofoblastta ve iki lipid tabakası arasında bulunur, yani antikorlar için doğrudan ulaşılamaz bir konumda. Bu nedenle korona spike proteinine karşı antikor oluşturan herhangi bir aşının aynı zamanda plasentada sinsitin-1’e karşı bir bağışıklık tepkisi oluşturabileceği ve dolayısıyla beş amino asitlik bir diziye olan benzerliği nedeniyle kısırlığa neden olabileceği iddiası açıkçası pek de mantıklı değil. Bahsedilen plasenta proteinine karşı birebir uyan antikorlar bile plasentada bulunan bu proteine ulaşması neredeyse imkânsızdır.” Prof. Markert devam ediyor: “Ayrıca teori bir başka bakış açısından da oldukça mantıksız. Örneğin bu iddia doğru olsaydı COVID-19 hastalığına yakalananlarda kısırlık riski artmış olmalıydı çünkü canlı virüsün kendisi tarafından bir enfeksiyon olması durumunda, spike proteini tarafından tetiklenen antijen yükü ve buna dayalı antikor üretimi, aşılamadan çok ama çok daha yüksektir. Şimdiye kadar elimizde COVID-19 geçiren kadınların daha az doğurgan olduğuna dair veya böyle bir yan etkiyi gösteren bilimsel bir kanıt yoktur.” Ve son olarak “spike proteini tarafından indüklenen antikorların benzerlikleri nedeniyle kısırlığı tetikleyebileceği iddiasına karşı üçüncü bir argüman daha var. Örneğin multipl skleroz veya tip 1 diyabet gibi çeşitli otoimmün hastalıklar HERV-W-env proteinine karşı üretilen temelimab antikoru ile birkaç yıldır tedavi edilmektedir. Kaldı ki bu proteinin amino asit dizisi bahsedilen plasenta proteini insitin-1 ile %81 (seksen bir) benzerlik göstermektedir. Temelimab ile yapılan bilimsel çalışmalar pratikte plasenta proteinin işlevselliğine etki etmediğini göstermiştir – ki bu fizyolojik plasenta gelişimi için önemlidir. Yani %81 benzerliği olan bir proteine karşı üretilen bir antikor ile birkaç yıldır farklı hastalıklar tedavi ediliyor ve plasentaya hiçbir etkisi olmuyor ama %0,75 (yüzde bir bile değil) benzerlik gösteren bir proteine karşı üretilen antikor böyle bir etkiyi gösterecek öyle mi? Bu pek mantıklı değil!”

Sonuç olarak alanlarında uzman iki profesör (Schleussner ve Markert), plasenta araştırmaları ve üreme tıbbı çalışmalarından elde ettikleri bulgulara dayanan argümanlarıyla kısırlık sebebiyle aşı olmaktan çekinen genç kadınları korkularından uzaklaştırabileceğini umuyoruz. Her iki profesör de COVID-19 hastalığından ve büyük ölçüde hala bilinmeyen uzun vadeli sonuçlarından kaçınmak için tüm kadınlara aşılanmayı açıkça önermektedirler.

 

 

Devamını Oku

VİTAMİN D VE ÖNEMİ

3

BEĞENDİM

ABONE OL

Bazı sözde uzmanlar kış aylarında ciddi bir D vitamini eksikliği konusunda uyarıda bulunuyorlar. Bu nedenle D vitamini seviyelerini test etmeyi ve takviyesini tavsiye ediyorlar. İddiaya göre uzun karanlık kış aylarında ciddi bir tehlike bizi bekliyor ve insanları korku sarıyor. Örneğin Prof. Dr. Jörg Spitz: “Yılın bu zamanında nüfusun yüzde 80’ininde vitamin D eksikliği olduğunu varsaymalıyız” diyor. D vitamini lobisi vitamin D eksikliğinin pek ciddiye alınmadğını ve sonuçları tehlikeli olabileceğini vurguluyor.

Peki iddiaların gerçek payı nedir?

Beslenme uzmanları, Almanyadaki popülasyonun yeterli miktarda D vitamini tedarik edebildiğini düşünüyor ve yaratılan bu paniği ise sadece bir kazanç  kapısı olarak görüyorlar. D vitamini, vitaminler arasında özel bir role sahiptir. Vitamin D aslında kemik metabolizmasını düzenlemekten sorumlu bir hormondur. Alman Beslenme Derneği Başkanı Prof. Dr. Helmut Heseker, vitamin endüstrisi ürünlerine bu türk panik raporlarıyla dikkat çekmek istediğini varsayıyor ve “vitamin eksiklikleriyle ilgili görüşler korku salmaktan başka bir şey değildir” diyor.

Alınan besinler ihtiyaçları kısmen karşılamaktadır.

D vitamini esas olarak yüksek yağlı balıklarda, yumurtalarda, bazı mantarlarda ve süt ürünlerinde bulunur. Ancak bu, ihtiyaçlarımızın maksimum yüzde 20’sini karşılayabilir. UV-B ışınları yardımıyla ve genelde yaz aylarında ihtiyacımızın büyük çoğunluğunu deri yoluyla oluşturuyoruz. Peki bu durumda gerçekten endişelenmemiz gerekiyor mu? Alman Beslenme Derneği’nin başkanı ve beslenme uzmanı olan Prof. Helmut Heseker: “Almanya, klasik D vitamini eksikliği hastalarının görüldüğü bir D vitamini eksikliği ülkesi değil. Önemli olan, bir litre kan içinde 50 nanomol (20 nanogram/ml) D vitamin bulunmasıdır. Bunun altında olanlar takviye alabilir.” D vitamini lobisi ise, bu değerin yeterli olmadığını iddia ediyor.

Bu sektöre ait özel web sitelerinde ve yayınlanmış olan çok sayıda kitaplarda vitamin D bir süperhormon olarak ilan edilmektedir. İddia şu: Daha fazla D vitamini ile sayısız hastalık riski azaltılabilir; örneğin yüksek tansiyon, kardiyovasküler hastalıklar, diyabet ve hatta kanser ve günümüzde Covid-19. Bu bağlamda adı sıkça zikredilen Prof. Dr. Jörg Spitz’in  teorisi ise şu: „D vitaminin önemi bilinçli olarak gizli tutulmaktadır ve bunun da sağlığımız için ciddi sonuçları olabilir. Tüm hastalıkların D vitamini ile bir ilgisi vardır. Yeterli vitamin D takviyesi hastalıkları önlemeye yardımcı olur. Eksikliği ise tam tersine hastalık riskini artırır.“Burada aktarılan mesaj: „Doğal yoldan vitamin D tedariği yeterli olmadığından dolayı, takviyesi gerekmektedir.“ Sonuç: milyonlarca insan düzenli olarak D vitamini kullanmaktadırlar.

D vitamini ile ticari vurgun

Eczanelerde ve süpermarketlerde bulunan ve kolayca temin edilebilinen farklı besin takviyeleri, örneğin kalsiyum, D vitamini, bakır, florür ve folik asit konusunda beslenme uzmanı Prof. Dr. Helmut Heseker’in görüşü ise yıkıcı: “Bunları sürekli almak için mantıklı herhangi bir gereksinim görmüyorum. D vitamin tabletleri, güneşe neredeyse hiç çıkmayan kişiler için, yani hastalar, yaşlılar veya bebekler için faydalıdır. Bunun dışında bu tür girişimler çoğu zaman iyi bir pazarlama işinden öteye giden bir şey değildir ve açıkçası ticari vurgunculuktur.” Bazı D vitamini lobicileri, üreticilerin düzenlediği eğitim kurslarında da konuşmacı olarak yer alıyorlar. Prof. Ingrid Mühlhauser’nın söylediğine göre „D vitamininin mucizevi etkisiyle ilgili ifadelerin çoğu bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. Evet bir gerçek var ki, çeşitli kronik hastalarda düşük vitamin seviyeleri ölçülmüştür. Ancak, bu hastalıkların sebebinin düşük vitamin D seviyesi olduğunun kanıtı değildir. Mevcut bilimsel çalışmalar da bunu doğrulamaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki D vitamini seviyesinin düşük olması bir çok hastalığın nedeni değil, sonucu gibi gözükmektedir. Yani bazı hastalarda vitamin D seviyesinin düşük olması o hastalığın vitamin D den kaynaklandığını göstermez, bu eksiklik hastalığın sonucu da olabilir, çünkü hasta olanlar genelde güneşe çıkma eğiliminde olmadığı için vitamin D seviyesinin düşme ihtimali de yüksektir.”

Peki yapılan testler faydalı mı?

2008’den 2012’ye kadar, sağlık sigortaları tarafından ödenen D vitamini taramalarının sayısı neredeyse üç katına çıkmıştır. Bu bağlamda bir çok laboratuvar, internette alınabilinen ve evde kendi kendine yapılabilinen test kitleri de sunulmaktadır. Fakat buradan alınan sonuçlar ne kadar güvenilir veya anlamlıdır? Yapılan bir araştırmada bu kitlerin yarısından fazlasının kişilerde D vitamini eksikliği olduğunu göstermektedir ve D vitamin takviyesi veya güneşlenme tavsiye edilmektedir.

Heidelberg Üniversite Hastanesi metabolizma uzmanı olan Prof. Christian Kasperk’e göre: “Bu testlerin çoğu normal olan D vitamini seviyelerini size sunmak için çok para kazanılacağından emin olunan oldukça karlı bir iş modelidir. Yani demek istediğim şudur ki, bu takviye tamamen gereksizdir ve buna sadece kemik metabolizması bozuklukluğu olan hastaların ihtiyaçları vardır.”

Yüksek dozlarda D vitamini tehlikelimidir?

Yüksek dozda D vitamini uzun süre alındığında tehlikeli olabilir. Prof. Christian Kasperk’e göre D vitamini deri altı yağ dokusunda aylarca kalabilmekte. Birden çok kez yüksek dozda D vitamini alırsanız, örneğin kan basıncında, diğer kronik hastalıklar ve böbrek taşlarının oluşmasını tetikleyecek derecede hasar meydana getirebilir. Vitamin D seviyesinizi yükseltmek için yaz aylarında düzenli olarak dışarı çıkmak çok daha iyi ve verimlidir. Yaz aylarında oluşan D vitamini deposundan kış aylarında da faydalanabilirsiniz ve bunun size hiç bir maddi veya sağlık açıdan zararı olma

Devamını Oku