DÖNERLİ DİPLOMASİ BİR BAŞLANGIÇ MI?

DÖNERLİ DİPLOMASİ BİR BAŞLANGIÇ MI?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, bu göreve ilk kez seçildiği 2017’den bu yana Türkiye’ye ilk ziyaretini gerçekleştirdi.

Almanya’da cumhurbaşkanı devletin başı, ancak bu “eski Türkiye”de olduğu gibi sembolik bir görev. Dolayısıyla Steinmeier’in İstanbul, Gaziantep ve Ankara’yı içeren üç günlük ziyareti de sembolik bir karakter taşıyordu.

Öyle de oldu.

Hem Türkiye’ye giderken yanında götürdüğü heyette yer alan konuklar ve başta Sirkeci Garı olmak üzeri ziyaret ettiği yerler, buluştuğu, görüştüğü kişiler, hem de ziyaretin ilk günü Sirkeci’deki misafirlerine ikram ettiği “Alman döneri” (aynı akşam da Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki yazlık binasındaki yemekte de Türk sosu eşliğinde Alman sosisi ikram edilmiş, Alman lahana turşusu eşliğinde de Türk sucuğu) aslında bu ziyaretin özenle planlandığını gösteriyor.

Ancak Berlin’den dönercisiyle birlikte getirilen milli yemeğin bütün bu ziyarete damgasını vurması kaçınılmazdı. Dolayısıyla yedi yıldır Alman devletinin başında olan ve üç yıl daha bu görevi sürdürecek olan konuğun ziyareti iki ülke tarihine “döner diplomasisi” kavramıyla geçti… Heyetinde yer alanlar, ziyaretler, mesajlar Berlin’den getirilen 60 kiloluk dondurulmuş dönerin gölgesinde kaldı.

Örneğin son zamanlarda Alman edebiyatının önde gelen isimleri arasına giren Yazar-Şair Dinçer Güçyeter’in Berlin’den gelen heyette yer aldığına dair bilgi ziyaretle ilgili haberlerde ya hiç yer almadı ya da bir iki satırla geçiştirildi. Ya da Steinmeier’in çağdaş Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Orhan Pamuk’a ve eserlerine ve tabii onun “Masumiyet Müzesi”ne olan yakın ilgisi de dönerli haberler içinde hak ettiği yeri bulamadı.

∗∗∗

Ziyaretin resmi gerekçesi Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkilerin 100’ncü yıldönümüydü.

Güncel politika tabii ki daha öncelikli, ancak yine de bu 100 yıl öncesine kısaca bir göz atmaya engel olamaz. 100 yıl önce her iki ülkeye egemen olan ve bu ülkeleri yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine neden olan emperyalist paylaşım savaşlarına sokan hanedanlıklar yıkılmış, tarihin çöplüğüne atılmış, her iki ülke de cumhuriyet kurulmuş, siyasi güç “halkın temsil” iddiasındaki meclislere geçmiş, yani tarihi açıdan “ileriye doğru” adımlar atılmıştı. Her iki ülke de bu 100 yıl boyunca oldukça sancılı ve farklı süreçler geçirdi, ama aralarındaki ilişkiler hiç bir zaman “iyi” olmadı, ama sonuçta hem siyasi, hem askeri, hem de ekonomik olarak aynı dünyanın bir parçası oldular. İki ülke ve halkları arasındaki ilişkiler 1961’de başlayan ve halen devam eden işgücü göçüyle daha da iç içe geçti.

Steienmeier, son yedi yıldaki görevi sembolik boyutlarda da olsa bu 100 yıllık sürenin son çeyreğinde Almanya’da çok önemli siyasi sorumluluklar, makamlar üstlenen bir politikacı. Bu nedenle bu ziyaretinin iki ülke arasındaki siyasi ve sosyal boyutları sembolik de olsa anlamlı.

Bu göreve getirilmeden önce, Angela Merkel’in başbakanlığındaki Hıristiyan ve sosyal demokrat koalisyon hükümetlerinde iki kez toplam sekiz yıl dışişleri bakanlığı yaptı (2005-09 ve 2013-17) ve Almanya’nın Türkiye politikasının önde gelen mimarlarındandı. Daha önce Gerhard Schröder liderliğindeki Sosyal Demokrat-Yeşil koalisyon hükümeti döneminde de uzun süre (1999-2005) Başbakanlıktan Sorumlu Devlet Bakanı’ydı ve Schröder’in yakın çalışma arkadaşı olarak bu dönemin politikalarının belirlenmesinde stratejik sorumluluklar üstlenmişti. Bu dönemdeki bir önemli görevi de ülkenin istihbarat örgütlerinin koordinasyonuydu. 2009’daki genel seçimlere de federal başbakan adayı olarak girmiş, bunu takip eden dört yıllık dönemi de SPD’nin Federal Meclis Grup Başkanı ve meclisteki muhalefetin lideri olarak geçirmişti.

Yani üstlendiği siyasi görevler ve sorumluluklar gereği Türkiye’yi ve Türkiye’nin son zamanlarda daha da artan önemini yakından bilen bir politikacı.

∗∗∗

Ukrayna ve İsrail konusunda ya da diğer konularda Türkiye ile Almanya arasındaki ayrılıkların böyle bir ziyaretle giderilmeyeceğini en iyi bilenlerden biri de o. Nitekim Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapılan görüşmelerden sonraki açıklamalar da bunu gösteriyor. Dolayısıyla ziyareti bazılarının belirttiği gibi “Türkiye ile Almanya arasında yeni bir dönem!”in başlangıcı olarak göremeyiz. Steinmeier’in insan hakları, hukuk devleti, demokrasi konusunu genel geçer ifadelerle geçiştirmesi de zaten bekleniyordu. Onun “vazgeçilmez ortaklık” vurgusu da önemli. Bu da bir diplomatik açıklama olabilir. Ancak insanlığı Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğine taşıyan uluslararası krizlerin yoğunlaştığı bir dönemde bunun başka anlamı da olabilir.

*

Bu arada Steienmeier’in “dönerli diplomasi”nin başlattığı tartışmalar Almanya’da devam ediyor…
Kimileri onu Türk toplumuyla ilgili klişelerin esiri olmakla, Türk kültürünü, Türklerin Almanya’ya katkısını “döner”e indirgemekle eleştiriyor. Bunların kısmen de olsa haklı oldukları yanlar var.

Ancak bu vesileyle onun verdiği, vermek istediği sıcak mesajı görmemezlikten gelemeyiz:
“Kalbin yolu mideden geçer” (ki Almanların da neredeyse bunun aynısı bir atasözü var: “Liebe geht durch den Magen”). Fotoğraflarda görülen elinde döner bıçağı, üzerinde önlüklü halinden acemiliği belli oluyor. Ama kimse onun bu konuda samimiyetsiz olduğunu söyleyemez. .

Almanya’da yaygın olarak özel olarak hazırlanan ekmek içinde, bol salata ve sos eşliğinde satılan döner Türkiye’dekinden farklı ve bunun da Alman “fast food” kültürünün gelişimiyle ilgisi var. Yaygınlaşması ve diğer “fast food”ları geride bırakmasının en önemli nedeni sadece görece ucuzluğu değil, tazeliği ve içeriğindeki zenginlik de önemli…
Ama bu gelişimin bir de sosyal temeli var. Almanya’daki döner sektörü, Türkiye kökenli göçmenlerin buradaki yerleşik hayata geçme sürecinin – kimilere göre de hayatta kalma arayışlarının, mücadelelerinin bir sonucu. Alman ekonomisine yılda yedi milyar euroluk katkısı olan, binlerce insanın emeğini kazandığı bir sektörden söz ediyoruz. Türkiye’deki orjinalinden farklılaşmış da olsa bir Türk ürünü olarak dönerin devletin en üst düzey temsilcisi tarafından böylesine sıcak mesajlarla, “bizim” diyerek benimsenmesi önemli bir gelişme.

Nereden nereye?

Bir dönemler Almanya’daki Türk göçmenlere yönelik ırkçı seri suikastlar “döner cinayetleri” olarak isimlendirilmişti. Başta medya olmak üzere toplumun birçok kesimince yaygın olarak kullanılan bu kavramın insanlık dışılığı, bu cinayetlerin arkasında bir neo nazi terör örgütünün olduğunun ortaya çıkmasından sonra farkedilmişti. Şimdi ise cumhurbaşkanı bizzat döner keserek, misafirlerine ikram ediyor. (Tabii bunu yapan ilk politikacı o değil. Daha önce de bunu Başbakan Angela Merkel de Berlin’de katıldığı çeşitli etkinliklerde benzer pozlar vermişti).

Steienmeier’in döneri öne çıkarırken Türkiye kökenli bilim insanlarının, sanatçıların, sporcuların, politikacıların, girişimcilerin ve emekçilerin Almanya’ya katkılarını yeterince onore etmediği eleştirisi ise haksız. Ziyaretinin ilk durağı olarak Sirkeci’yi seçerek ve orada yaptığı konuşmada “Bugün ülkemizde yaklaşık üç milyon Türk kökenli insan yaşıyor ve toplumumuzu şekillendirmeye ve biçimlendirmeye yardımcı oluyor. Ülkemizin inşasına yardımcı oldular, ülkemizi güçlü kıldılar ve toplumumuzun kalbinde yer aldılar” diyerek bunu yaptı zaten.

Bu tartışmaya katılan bazıları korono aşısını bularak, insanlığı belki de çok büyük bir felaketten kurtaran Prof. Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin çiftini hatırlatıyorlar.

Sadece onlar değil, başka parlak bilim insanları da var. Ama onları böyle sembolik heyetlere sıkıştırmaya kalkışmak büyük hata. Öyle büyükler ki, zaten sığmazlar bu formatlara… (Kaynak: BirGün gazetesi)

Devamını Oku

ALMANYA´NIN İSRAİL´E DESTEĞİ MAHKEMELİK

ALMANYA´NIN İSRAİL´E DESTEĞİ MAHKEMELİK
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Güney Afrika’nın İsrail’e karşı soykırım suçlamasıyla açtığı davanın ardından, şimdi de Almanya bu soykırıma ortak olma suçlamasıyla Nikaragua tarafından sanık sandalyesine oturtuldu.

Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nın her iki davada nihai bir karar alması uzun yılları bulacak. İsrail’in soykırımı hedeflediğini kanıtlamak hukuki olarak çok zor, dolayısıyla Almanya’ya yönelik “soykırıma yardım” suçlamasını hukuki bir karara bağlamak ise çok daha zor.

Sonuçta mahkeme davacıların talepleri doğrultusunda karar verse bile bunların şu anda oradaki katliamlara ve yıkımlara hedef olan Filistinliler için pratik bir anlamı olmayacak. Çünkü zaten o zamana kadar büyük olasılıkla İsrail’in operasyonu tamamlanmış olacak. Ayrıca İsrail’in kendisi aleyhine karar çıkması halinde bunları kabul etmeyeceği de ortada. Mahkeme’nin verdiği kararlarını uygulatabilecek bir yaptırım gücü yok. Tabii davacıların karara uymayan ülkeyi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne şikayet etme hakkı var. Ama daha şimdiden ABD, Almanya ve birkaç ülke dışında tüm dünyayı karşısına almış olan İsrail’e karşı Konsey’in de oybirliğiyle bir karar alması mümkün olmadığı için bu sürecin sonunda da pratik anlamı olan bir sonuç çıkmayacak.
∗∗∗
Benzer bir süreç de Ukrayna savaşı dolayısıyla Rusya’ya karşı açılan toplu davada yaşanmıştı, mahkemenin “çatışmalara son verilmesi ve askerlerin geri çekilmesi” yolundaki kararı Rusya tarafından tanınmamıştı.

Ancak yine de konuyu uluslararası kamuoyunun gündemine getiren bu davaların ve dava sürecindeki ara kararların bir önemi var. Örneğin mahkeme Güney Afrika’nın açtığı davanın başında İsrail’in Gazze’deki saldırıları durdurması yolunda bir karar vermedi, ancak “bir soykırımı önlenmek için tüm tedbirleri alması”na hükmederek, davacı tarafın tezlerine dolaylı bir destek çıkmıştı. Bu Gazze’yi yerle bir eden İsrail’i durduramadı. Ancak hem İsrail’in, hem de destekçilerinin küresel çapta büyük bir izolasyonla karşı karşıya kalmasına neden oldu.

Almanya’ya karşı açılan “soykırıma yardım” davası, tüm yaşananlara rağmen İsrail’e askeri ve ekonomik yardımlarını devam ettiren Berlin’i de zor durumda bırakıyor. Almanya, Güney Afrika’nın açtığı ilk davada hemen İsrail’in yanında yer almış, “kendisini koruma hakkı” olduğunu savunarak, “soykırım suçlaması”nı kesinlikle reddetmişti. Yeni davanın ikinci günü yapılan savunması da bu doğrultuda oldu.
∗∗∗
Almanya’nın kendi geçmişindeki ağır suçlardan dolayı İsrail’e, Yahudilere ve Yahudiliğe ilişin büyük sorumlulukları olduğu doğru. Hem Başbakan Olaf Scholz, hem de selefi Angela Merkel bu durumu “İsrail’in güvenliği Almanya’da devletin en önemli önceliğidir” sözleriyle dile getirmişlerdi. Dolayısıyla İsrail’in taraf olduğu uluslararası krizlerde Almanya dış politikasına egemen olan “çifte standart”ın, “İsrail’le dayanışma”nın ilk bakışta anlaşılır bir yanı vardı.
Ancak İsrail’deki aşırı sağcı ve ırkçı hükümetin Gazze’de tüm dünyanın gözü önündeki yıkımına karşı çıkamayan, eleştirmeyen (son dönemde “uyarıyor”lar) Alman politikasının artık tarihi sorumluluklarla açıklanabilir bir yanı kalmadı.

Almanya şu anda ABD’den sonra İsrail’e en fazla askeri yardımda bulunan ülke. Stokholm merkezli Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (Sipri) verdiği bilgilere göre İsrail, geçtiğimiz yıl tüm silah ithalatının neredeyse yarısını (yüzde 47) Almanya’dan yapmış. Araştırmacılar Hamas’ın saldırısından sonra Almanya’dan İsrail’e ihraç edilen silah ve askeri malzeme miktarının son 20 yıldaki toplam ihracat rakamlarına eşit olduğuna işaret ediyorlar. Ve bu silahlar şu anda Gazze’de kullanılıyor.
∗∗∗
Nikaragua’nın Lahey’de açtığı davadan bir sonuç çıkmasa bile Almanya’yı uluslararası alanda büyük bir izolasyon, inanırlık ve güvenirlik açısından ciddi bir kriz bekliyor. Çünkü bu davada Almanya’nın karşısında sadece Nikaragua değil, neredeyse tüm Güney Amerika ve Afrika, Arap dünyası ülkeleri var.
Güvenirlik krizi ülke içinde de yaşanıyor. Son haberlere bakılırsa çeşitli bakanlıklardan yüzlerce memur ortak bir açıklama yayınlayarak İsrail’e silah nakliyatının derhal durdurulmasını talep etmişler. Tageszeitung’un (TAZ) Al Jazeera’yı kaynak göstererek (!) yayınladığı bu habere göre Başbakan Scholz ve bakanlarını uyaran memurlar, bu açıklamada İsrail’in Gazze’de açıkça uluslararası hukuğa karşı suç işlediğine işaret ediyorlar.
∗∗∗
Bu arada Berlin’de bir grup avukatın da sözkonusu silah nakliyatının durdurulması talebiyle İdare Mahkemesi’nde dava başvurusunda bulunduğu öğrenildi. Davayı Gazze’de yaşayan müvekkilleri adına açan avukatlar da İsrail’in Almanya’dan gelen silahlarla uluslararası hukuğu ihlal ettiğini ve bu durumun hem Alman yasalarına, hem de uluslararası anlaşmalara karşı olduğunu savunuyorlar. Kısa bir süre önce Hollanda’da bir mahkeme benzer bir davada hükümet aleyhine karar verip, İsrail’e silah ihracatını durdurmuştu.

Sonuçta Almanya’nın İsrail politikası hem uluslararası, hem de ulusal yargının gündeminde. Hukuki olarak nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu sürecin insani ve politik bedeli ağır olacak.

Devamını Oku

ÖRNEK VE ÇALIŞKAN GAZETECİ MEHMET CANBOLAT´I YİTİRDİK

2

BEĞENDİM

ABONE OL

Almanya’daki Türkçe gazeteciliğin öncü isimlerinden Mehmet Canbolat’ı yitirdik.

Tarsus’ta 1957 yılında dünyaya gelen Canbolat, gazeteciliğe de Türkiye’de çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Tarsus’ta Cumhuriyet ve Dünya gazetelerinin muhabiri olarak başlamıştı.

Türkiye’de işletme dalındaki yüksek öğreniminden sonra, 1980 yılında Almanya’ya gelen, bir süre Erlangen’de yaşayan Canbolat, daha sonra Frankfurt yakınlarındaki Langen’a yerleşmişti.

1982 yılından itibaren gazeteci olarak çalışmaya başlayan Canbolat, önceki gün son nefesini verene kadar gazetecilik yaptı.

Uzun yıllar Milliyet gazetesi Avrupa’da yayınlayan ekipte yer alan, yöneticilik yapan Canbolat, 1993 yılından bu yana da kurucusu, başyazarı ve genel yayın yönetmeni olduğu “Hessen Toplum “gazetesi başta olmak üzere çok sayıda kalıcı ve uzun ömürlü yayın projesinin yanı sıra, önemli sosyal, kültürel ve sanatsal etkinliklere de imzasını attı.

Son nefesini verene kadar çok sevdiği, büyük emek verdiği ve kalıcı eserleriyle katkıda bulunduğu gazeteciliği sürdüren Canbolat, önceki gün Türkiye’yi ve Türk toplumunu temsil etmek üzere “Hessen Toplum “gazetesi olarak, Nasreddin Hoca gibi Türk kültürüne ait figürlerle Frankfurt’taki karnaval yürüyüşüne katılmıştı. Karnavalın ardından bir başka toplantıya katılmak üzere yola çıkan Canbolat’ın, fenalaşması üzerine arabasını yol kenarındaki emniyet şeridine çektiği ve ardından yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.

Evli ve yetişkin bir kız babası olan Canbolat’ın önümüzdeki günlerde, uzun yıllardır yaşamını sürdürdüğü Langen’da toprağa verileceği öğrenildi.

ÇOK YÖNLÜ GAZETECİ

Canbolat, 30 yıldır tüm zorluklara rağmen büyük bir gayretle yayınladığı “Hessen Toplum “gazetesiyle, Almanya’dan ve ağırlıklı olarak da Hessen eyaletinden haberleri özenli bir Türkçeyle okurlarına aktarıyordu. Yayıncılıkta evrensel gazetecilik ilkelerinden taviz vermeyen, haber çeşitliliğiyle sadece Hessen’de yaşayanlar için değil, Almanya’daki tüm Türk toplumu için çok önemli bir bilgi kaynağı olan “Hessen Toplum “gazetesinin köşe yazarları arasında Hessen eyaletinin başbakanları ve Frankfurt’un büyükşehir belediye başkanları da yer alıyor.

“Hessen Toplum “gazetesinin yan ısıra internet üzerinden yayınlanan “Toplum24 TV “haber ve kültür kanalını hayata geçiren Canbolat, son olarak da “toplum24.de “yi kurmuş ve kısa zamanda etkin bir internet haber portalı haline getirmişti.

Geçtiğimiz yıllarda aralarında TRT ve WDR’in de yer aldığı çeşitli televizyon ve radyo kanallarına da muhabir olarak katkıda bulunan Canbolat, bu arada şiir, öykü ve araştırmalarının yer aldığı kitaplara imzasını attı, Tarsuslu Aziz Paulus’u konu alan kitabı “Ben Tarsuslu Paulus“ ise beş dilde yayınlandı.

Uzun yıllardır yaşadığı Langen ile memleketi Tarsus arasındaki “şehir kardeşliği“nin mimarı olan Canbolat‘ın Frankfurt’un Eskişehir’le kardeş şehir olmasına da büyük emeği geçtiği biliniyor.
Yıllardır Avrupa’nın dört bir köşesinden grupların katıldığı “Türk halk dansları “festivalini düzenleyerek, bunun geleneksel bir kültür sanat etkinliği haline gelmesini, son yıllarda başka ülkelerden halk dansı ekiplerinin katılımıyla da “uluslararası “boyut kazanmasını sağlayan Canbolat, önümüzdeki mayıs ayında bu festivali 26’ncı kez gerçekleştirmeye hazırlanıyordu.
Türkiye ve Almanya siyasetini yakından izleyen Canbolat, her iki ülkeden çok sayıda politikacıyla yakından tanışıyordu. Türkiye-Almanya ilişkileri ve Türkiye’den Almanya’ya göç başta olmak üzere bir çok alanda deneyimleri ve birikimlerini uzman bir gazeteci olarak “Hessen Toplum“daki köşesi “Kum Saati“yle, televizyon programlarıyla topluma aktarıyordu. “Toplum24 TV“ kanalındaki söyleşilerinde Türkiye ve Almanya’dan siyaset, sanat, kültür, edebiyat ve bilim dünyasından çok sayıda ünlüyü misafir etti.

Canbolat tüm aktif gazetecilik çalışmalarının, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanı sıra bir de son olarak yaşamını sürdürdüğü Langen’da göçmenlerin eşit haklar mücadelesine, farklı kültürler arasındaki ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunmak üzere Yabancılar Meclisi Başkanlığı’nı da üstlenmişti.

Yabancılar Meclisi’nin Langen’da zengin içerikli kültür ve sanat etkinliklerinin gerçekleştirilmesini de sağlayan Canbolat, komşu kent Hanau’da yaşanan ırkçı katliamla ilgili haberciliğin yanı sıra, katliamda yaşamını yitiren gençleri anısını yaşatmak amacıyla anma etkinlikleri, tartışma toplantıları düzenlemişti.

Canbolat’ın vefatı haberini alanlardan büyük çoğunluğun ilk tepkisi “İnanmıyorum. Daha dün elinde kamerasıyla haber peşinde görmüştüm onu “oldu. Frankfurt ve çevresindeki birçok sosyal, siyasal, kültürel etkinliği, toplumsal olayları gazeteciliğe yeni başlamış bir muhabirin heyecanıyla izleyen bir gazeteciydi. Kendisini tanıyan herkesin zihnine böyle yerleşmişti. Çalışkanlığı ve üretkenliğiyle meslektaşlarının da hayranlıkla takip ettiği bir rol örneğiydi.

Ani vefatının duyulmasının ardından sosyal medyada yapılan paylaşımlarda da çok yönlü gazeteciliği, kibar ve sosyal demokrat kişiliği, göçmenlerin eşit haklar mücadelesine, toplumsal entegrasyonuna, kültürel gelişimine yönelik çalışmaları hatırlatılıyor, geride doldurulmayacak büyük bir boşluk bıraktığı vurgulanıyor.

Örnek, çalışkan, ilkeli, üretken, değerli bir gazeteciyi, çok ileri derece toplumsal sorumluluk sahibi bir toplum önderini, çok iyi bir insanı yitirdik. Unutmayacağız. Başımız sağolsun.

Gürsel Köksal

Devamını Oku

ALMANYA´DA FARKLI BIR 100`NCÜ YIL KUTLAMASI

3

BEĞENDİM

ABONE OL

Almanya’nın birçok yerinde Cumhuriyet’in 100’ncü yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlandı.

Bu kutlamaların en farklısı, Köln merkezli Türkiye Almanya KültürForumu’nun aynı zamanda kendi 30’ncu kuruluş yıldönümünü kutladığı zengin içerikli etkinlikler paketiydi.

1993 yılında Türkiye ve Almanya’nın büyük yazarları Yaşar Kemal ile Günter Grass’ın birlikte onursal başkanlığını üstlenmesiyle faaliyete geçen, Sözcülüğü’nü Gazeteci ve Belgesel Yönetmeni Osman Okkan’ın yürüttüğü KültürForumu’nun kurulduğu ve şimdiye kadar birçok etkinlik gerçekleştirdiği WDR’in (Batı Alman Radyo ve Televizyon Kurumu) merkezindeki yayın salonlarında gerçekleştirilen etkinliklere Türkiye’den ve Almanya’dan çok sayıda yazar, edebiyatçı, gazeteci, politikacı, sanat ve kültür emekçisi katıldı.

Program, 100’ncü yıldönümü nedeniyle cumhuriyetin eleştirel açılardan da ele alındığı panel ve söyleşiler içeriyordu. Ayrıca KültürForum’un 30 yıllık çalışmalarının ve göçmenlerin kültürel gelişimine ilişkin tezlerin tartışıldığı bir panel gerçekleştirildi. Kutlama etkinlikleri, tanınmış müzisyenler Alexandra Gravas ile Mehmet Akbaş’ın Türkçe’den, Zacaca’ya, Ermenice’den Yunanca’ya birçok dillerden halk türküleri ve şarkılar içeren konserleriyle taçlandı.

Tek bir gün içinde, birbiri arkasına gerçekleştirilen ve toplam 6-7 saati bulan bu etkinlikler silsilesi, sadece Köln ve çevresinden değil, Almanya’nın birçok yerinden, özellikle gala bölümünde WDR’in en büyük yayın salonunu tamamen dolduran, sayıları binin üzerinde misafirler tarafından takip edildi.

ZENGİN İÇERİKLİ KUTLAMA

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’ncü yıldönümüyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve gelişimine eleştirel bakan, ama ilerici kazanımlarına da sahip çıkan bir ruhla kurulmuş olan KültürForumu’nun 30’ncu yaşgününün eş zamanlı olarak kutlandığı bu etkinliğin zengin içeriği hakkında hızla bir fikir edinmek için konuşmacıların, tartışmacıların ve moderatörlerin listesine bakmakta yarar var.

Etkinliğin gala akşamı Almanya’da göçmen kökenli ilk federal bakan, ilk parti genel başkanı, ilk federal milletvekili, seçim bölgesinden meclise direkt seçilen ilk politikacı gibi sıfatların sahibi Cem Özdemir tarafından açıldı. Son yıllarda Erdoğan’a ve AKP hükümetine karşı sert tutumuyla bilinen Özdemir’in Yeşiller Partisinin önde gelen bir temsilcisi olarak etkinliklerin açılışını yapması, KulturForum’a ve arkasındaki eleştirel birikime 30 yıldır verdiği desteğin bir sonucuydu kuşkusuz.

Gala öncesinde yine aynı mekanda her biri 1,5 saati bulan iki de panel gerçekleştirildi.

KültürForumu’nun kuruluşundan bu yana Sözcülüğünü yürüten Belgesel Yönetmeni, Gazeteci-Yazar Osman Okkan, kendisini bir “kültür işçisi“ olarak tanımlayan Oyuncu, Yazar Renan Demirkan, genç kuşağı temsilen Gazeteci-Yazar Tuba Sarıca ve Gazeteci-Yazar Gerrit Wustmann’ın konuşmacı olarak katıldığı “Kültür Alışverişi: Eşit Düzeyde mi?“ başlıklı bir paneli, WDR’den Gazeteci Murad Bayraktar yönetti.

Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden (SPD) eski Federal Milletvekili, Yazar, Psikolog Lale Akgün, Yazar Oya Baydar, HDP’den eski TMMM Milletvekili Ziya Pir, Almanya’nın en önemli günlük gazetelerinden Süddeutsche Zeitung için uzun yıllar Türkiye muhabirliği yapan, Türkiye üzerine kitaplar yazan Christiane Schlötzer, son seçimlerde Yeşil Sol Parti’den milletvekili adayı olan Gazeteci-Yazar Hasan Cemal, uzun yıllar Türkiye’de araştırmacı ve çeşitli Alman gazetelerinin yazarı olarak yaşamış olan, kitaplar yazan, son olarak Berlin’de Türkiye’ye ilişkin araştırmalar yapmak üzere kurulmuş olan CATS‘ın (Çağdaş Türkiye Araştımalar Merkezi) kurucu müdürlüğünü üstlenen Sosyolog Günter Seufert’in konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye Cumhuriyeti 100 Yaşında – Bir Eleştirel Değerlendirme” başlıklı paneli ise 2018 yılından bu yana çalışmalarını Almanya’da sürdüren Gazeteci ve Televizyon Moderatörü Banu Güven (Deutsche Welle) yönetti.

YAZARLARDAN OSMAN OKKAN’A ÖDÜL

Etkinlikler zincirinin programda olmayan bir sürprizi Osman Okkan’a ATYG (Avrupa Türk Yazarlar Grubu) “2022 Belgesel Film ve İnsan Hakları Ödülü”nün verildiği tören oldu. ATYG’nin Eşbaşkanları Nevin Lutz ile Kemal Yalçın’ın takdim ettiği ödülün töreni, aslında daha önce yapılacakken, Okkan‘ın geçirdiği rahatsızlık nedeniyle ertelenmişti.

Gıda ve Tarım Bakanı Cem Özdemir’in, yine WDR merkezinde, ancak bu kez büyük yayın salonunda açılışını yaptığı gala akşamı da önce esas olarak Türkiye ve 100’ncü yıl içerikli söyleşiler ve sunumlarla devam etti. Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Hendrik Wüst, gönderdiği video mesajında, Kültür Forumu’nun 30 yıldır insan haklarına sahip çıkan, kültür alışverişi temelindeki önemli kazanımlarını, Okkan’ın kültür ve medya alanında eyalet sınırlarını aşan katkılarını vurguladı.

Gala akşamı boyunca Evren Zahiroviç (WDR Cosmo) ve Aydın Üstünel (Deutsche Welle Türkçe Müdür Yardımcısı) tarafından yönetilen söyleşilerin ilkinin konukları Bakan Cem Özdemir ile Hitler faşizminden kaçarak Türkiye’ye yerleşen ve Ankara Üniversitesi akademik kadrosuna katılan Ernst Reuter’in, çocukluğunun önemli bir bölümünü Türkiye’de geçiren oğlu, Almanya’nın otomotiv sektörünün en eski ve en büyük markalarından Mercedes’in uzun yıllar başkanlığı yürütmüş olan 95 yaşındaki Edzard Reuter idi. Ardından  Hasan Cemal ve Oya Baydar, sonra da sürgündeki Gazeteci-Yazar, Belgesel Yapımcısı Can Dündar, Gazeteci-Yazar Deniz Yücel, Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Parlamentosu Baskan Vekili Berivan Aymaz ve Osman Okkan‘la söyleşiler gerçekleştirildi.

Etkinliğe hastalık nedeniyle bizzat katılamayan iki yazar Aslı Erdoğan ve Günter Wallraff da  video söyleşileri ile konuklara seslendi. Araştırmacı-Gazeteci Günter Wallraff, meslektaşı Okkan’ın Almanya’daki Türkiye kökenli göçmen işçilerin yaşadığı ırkçı, ayrımcı yaşam ve çalışma koşullarını ilk kez kamuoyu gündemine getiren kitabı “En Alttakiler“in ortaya çıkışındaki katkısını hatırlattı. Wallraff ve Okkan’ın Salman Ruhdie ile Aziz Nesin’i Almanya’da bir araya getirdikleri gizli buluşmadan tarihi görüntüler ve Can Dündar’ın “Gerçeklerin Bekçileri“ isimli belgesel dizisinden Aslı Erdoğan ile yaptığı söyleşiler gösterildi.

Yazar İmran Ayata’nın Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin beraberinde getirdikleri ve burada ürettikleri müziğin tarihine renkli göndermeler yaptığı “E5, Türkiye ve Dönüş Yolu“ başlıklı video gösterisinin ardından uzun etkinliğin zengin finaline gelindi.

Bu bölümde önce Kültür Forumu’nun otuz yıl boyunca Türkiye ve Almanya’dan onlarca ünlü kültür ve sanat insanının yer aldığı etkinliklerinden birçok doruk noktasını içeren bir belgesel sunuldu. Edebiyat gecelerinden uzun soluklu belgesellere, klasik müzik konserlerinden stadyumlarda rap gösterilerine kadar çok farklı kültür ve medya alanlarındaki çalışmaların yanısıra, Kültür Forumu‘nun Almanya’nın kültür ve sanat dünyasından, önde gelen isimlerle oluşturduğu, Türkiye’de hapisanelerde muhtaç duruma düşen tutuklulara destek sunan „

“Hukuksal Destek Fonu“ tanıtıldı. Bu bölümde Forum‘un gelecekteki kültür ve medya etkinlikleri üzerine bilgi veren Yönetm Kurulu Sözcüsü Osman Okkan tüm bunların yanısıra, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Gültan Kışanak gibi simge isimlerle birlikte tüm politik tutuklular ile Avrupa’daki dayanışmanın yükseltilmesi için çabaların sürdürüleceğini açıkladı.

TÜRKÇE, ZAZACA, ERMENİCE, YUNANCA ŞARKILAR, TÜRKÜLER

Konser bölümü, uzun yıllardır yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Zazaca’yı yaşatmak için çaba gösteren ses sanatçısı Mehmet Akbaş’ın Nure Dlovani (keman), Beate Wolff (çello), Epaninondas Ladas (gitar), Mehmet Vefa Yamalak (vurmalı çalgılar) ve Nurullah Turgut‘tan (def) oluşan grubu ile başladı. Daha sonra Yunanistan ve Türkiye kökenleri de olan, Almanya’da doğmuş ve büyümüş dünya sanatçısı Alexandra Gravas’ın da katıldığı konser saatler süren yoğun tartışmaların, sunumların yorgunluğunu aldı, götürdü.

Konuklar Akbaş ve Gravas’ın solo ve düet olarak söyledikleri Türkçe, Zazaca, Kürtçe, Ermenice, Yunanca şarkılar ve türkülere tempo tutarak, birlikte söyleyerek eşlik ettiler. Gravas’ın çağrısıyla gece, büyük müzisyen ve Türk-Yunan dostluğunun öncülerinden Mikis Theodarakis’in sevilen eseri “Tis Dikeosinis Ilie Noite“ (Adaletin Güneşi) ile tamamlandı. Dinleyicilerin ayakta, coşkuyla eşlik ettikleri şarkı KültürForum’un temeller direklerinden biri olan Türk-Yunan dostluğunun iki ülkeden binlerce kilometre uzakta da olunsa yaşatıldığının güzel bir örneği oldu, KültürForum’a çok yakıştı.

Görüldüğü gibi sadece kutlama ve eleştirel karşılama töreninin bu zengin programını yazmak bile bu konudaki bir yazının sınırlarını aştı. Peki bu etkinliklerde neler konuşuldu, neler tartışıldı?

Tabii bunlar da önemli. Buraya peşpeşe gerçekleştirilen panellerin, söyleşilerin tümünü özetlemek bile mümkün değil. Ancak iyi haber var: Bunların hemen hepsi WDR’in radyo programında yayınlandı ve KulturForum’un internet sitesinde halen izlemek, dinlemek mümkün: https://daskulturforum.de

Girişte belirttiğimiz gibi Almanya’nın birçok yerinden geçtiğimiz haftasonu ve başında çok sayıda 100’ncü yıl kutlama etkinliği gerçekleştirildi. Bunların bir bölümünü sivil toplum örgütleri kendi olanaklarıyla gerçekleştirdiler, büyük bir bölümü ise Türkiye’nin buralardaki resmi temsilciliklerinin organizasyonuyla gerçekleştirildi. Bu ikincilerin bir numaralı konuğu ise kutlamalarda mesajı okunan Erdoğan oldu.

Tabii ki cumhuriyetin kuruluş dönemine ve bugünkü Türkiye’ye yönelik eleştirel bakış büyük masraflarla, görkemli salonlarda gerçekleştirilen bu etkinliklerin dışında kaldı.

İşte bu nedenle Almanya’daki “öteki Türkiye”nin en önemli kurumlarından KültürForum’un etkinliği çok önemli bir boşluğu, zengin ve eleştirel bir içerikle kapattı…

Tam demokratik ve özgür bir Türkiye’yi, içi demokrasi ve özgürlük normlarıyla dolu bir cumhuriyeti özleyenler, bu önemli yıldönümünde “biz de varız” diyebildiler. Eleştirilerini, hayalkırıklıklarını, özlemlerini dile getirdiler… Bu yoldaki mücadeleleri nedeniyle Cumhuriyet’in 100’ncü yılını haksız yere kapatılmış oldukları cezaevlerinde geçiren demokrasi ve özgürlük savaşçısı arkadaşlarını, meslektaşlarını unutmadılar, unutturmadılar.

Önümüzdeki günlerde uzun bir aradan sonra yeniden bir Erdoğan ziyaretine hazırlanan “Almanya’daki Türkiye”nin bir de bu boyutu var dediler, dedirttiler.

100 yıllık cumhuriyetin kazanımlarını selamlayarak, gerçek ve işleyen bir demokrasiyle taçlanmış cumhuriyete olan özlemle biz de

“Yaşasın cumhuriyet!..” diyoruz…

Ve

30’ncu yaşın kutlu olsun KültürForum!… Önümüzdeki dönemde hem Almanya’nın, hem Türkiye’nin, hem de dünyamızın sana daha çok ihtiyacı olacak!..

KültürForum ve Osman Okkan hakkında “küçük bir not”:

KültürForum, 1993 yılında Köln’de kuruldu. Türkçe’nin ve Almanca’nın büyük yazarları Yaşar Kemal ile Günter Grass’ın vefat ettikleri 2015 yılına kadar birlikte Onur Başkanlığı’nı yürüttükleri KültürForum, geçtiğimiz 30 yıl içinde Mikis Theodorakis ve Zülfü Livaneli’nin kurduğu Türkiye Yunanistan Dostluk Girişimi ve Hrant Dink Forumu ile yoğun işbirliği içinde, kamuoyunda yankı getiren çok sayıda uluslararası kültür ve medya projeleri gerçekleştirdi.

Türkiye’de baskı altında olan kültür, sanat ve medya insanlarıyla yoğun dayanışma kampanyaları da sürdüren KültürForum, tanınmış yazar ve politikacıların desteğiyle yürüttüğü “Hukuksal Destek Fonu“ ile Türkiye’de çok sayıda politik tutuklu ve ailelerine yardımcı olmaya çalışıyor.

1947 yılında Ankara’da doğan Osman Okkan, ilk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra, üniversite öğrenimi için 1965 yılında Almanya’ya geldi. Münster Üniversitesi’ne ekonomi, sosyoloji ve siyasal bilimler öğrenimi gören Okkan, öğrencilik yıllarından itibaren öğrencilerin, işçilerin hakları için sendikalar ve kurucusu olduğu göçmen derneklerinde aktif mücadelenin içinde oldu. 1986 yılından itibaren WDR ve bu kurumun bünyesindeki “Köln Radyosu“nda gazeteci olarak çalışmaya başlayan Okkan, 20 yıl boyunca çok sayıda belgesel filme ve programa imzasını attı, bu çalışmaları nedeniyle saygın ödüllere layık görüldü.

Türkiye’den Almanya’ya gelen işçilerin, göçmenlerin eşit haklar ve özgürlük mücadelesinin en ön saflarına yer aldı, göçmenlerin Almanya’daki siyasal, toplumsal hayata katılmaları, entegrasyonu için örgütlü mücadele yürüttü. Türkiye’deki siyasal ve kültürel gelişmelerle yakından ilgilenen Okkan, 1971 ve 1980’deki askeri darbelere karşı demokrasi ve insan hakları temelinde mücadele yürüttü, Türkiye’den Avrupa’ya gelen siyasi mültecilerle sürekli dayanışma içinde oldu.

Gazeteci olarak çalışırken, Türkiye’de hakkında yayınlanan ve kendisini “1. No‘lu terörist“ olarak tanıtan yalan haberler nedeniyle 17 yıl boyunca Türkiye’ye gidemedi. Türkiye kültürü ve edebiyatını Avrupa’da tanıtmak için büyük çabalar gösterdi. Televizyonların kültür kanallarında Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Murathan Mungan ve Aslı Erdoğan gibi çağdaş Türk edebiyatının önde gelen yazarlarını, fotoğrafçı Ara Güler‘i tanıtan, okullarda yardmc ders malzemesi olarak değerlendirilen belgeseller hazırladı. “Türk – Yunan Dostluk Girişimi“yle, “Türkiye Almanya Kültür Forumu“nun kurucuları arasında yer aldı, her iki girişimin sözcülüğünü üstlendi.

Öldürülen Gazeteci-Yazar Hrant Dink’in yaşamını ve mücadelesini konu alan “Cinayet Dosyası: Hrant Dink“ belgesiyle “Altın Küre Ödülü“nü aldı. Onur Başkanlığı‘nı Rakel Dink’in üstlendiği “Köln Hrant Dink Forumu“nu kurdu. Türk-Kürt-Ermeni dostluğunun gelişmesi için inatla mücadele veren Okkan, halen Türkiye’deki siyasi tutuklulara destek için çalışmalarını sürdürüyor, bu amaçla Avrupa kültür ve siyaset dünyasının önde gelen isimleriyle birlikte de “Politik Tutuklulara Destek Fonu“nu kurdu.  

Devamını Oku

YENİ SOL PARTİ SAĞCILARIN İLERLEYİŞİNE DUR DİYECEK

3

BEĞENDİM

ABONE OL

Almanya’da yılbaşında resmen kurulacak yeni sol parti, son yıllarda mevcut sistemi protesto etmek ve “sistem partilerini” cezalandırmak için aşırı sağcı parti AfD’nin (Almanya için Alternatif) propagandasına kapılan, aslında sağcı olmayan insanları kazanmayı hedefliyor.

Yeni partiyi “AfD’nin solcusu” olarak tanımlayanlar da var Peki, bu gerçekten öyle mi?

Partileşme sürecinin merkezindeki “Sahra Wagenknecht İttifakı“ (Bündnis Sahra Wagenknecht/BSW) derneğinin başkanı Amira Mohamed Ali, partiye AfD’den katılmak isteyenleri alıp almayacaklarına dair soruyu şöyle yanıtladı: “Tabii ki hayır. Böyle bir şeyi düşünülemez bile. AfD’den bizim partimize geçiş olamaz. Buna izin vermeyeceğiz.”

Yeni partinin kurucularının bundan önceki siyasi kariyerleri ve kişisel biyografileri de (aralarında çok sayıda göçmen kökenli politikacı yer alıyor) Almanya’nın yeni “demokratik sosyalist partisinin” ulusalcı bir çizgiye saplanmayacağının garantisi olarak kabul edilebilir. Elbette Almanya ya da diğer Batı ülkelerinde artık siyasiler için “göçmen kökenli” olmak, mutlaka “ilerici” olmak anlamına gelmiyor. Özellikle Almanya’da SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve Yeşiller içindeki çok sayıda göçmen kökenli politikacı, şu anki federal hükümetin örneğin Ukrayna savaşı ve İsrail’in Gazze’de “devlet terörü” konusunda hiç de ilerici olmayan politikalarını onaylayarak ya da seslerini çıkarmayarak bunu gösteriyor.

Ancak bu durum Sol Parti (Die Linke) ve gelecekte de yeni parti içinde yer alacak göçmen kökenliler için geçerli değil. Onların hem siyasi, hem de biyolojik geçmişlerine bakarak önümüzdeki dönemde Almanya’nın “ilerici” politikacıları olarak kalacaklarını söyleyebiliriz.

∗∗∗

Kimler var bu yeni partide göçmen kökenli?

En başta Sahra Wagenknecht var… İran’dan Almanya’ya gelmiş bir muhalifin kızı, annesi ise Alman. Gerçi babasını çok erken yaşta kaybettiği için (o küçük bir çocukken İran’a giden babası, halen bilinmeyen bir biçimde ortadan kaybolmuş ya da kaybedilmiş) sosyalist Doğu Almanya’da İran’la, Almanya’da yaşayan İranlılarla ilişkisi olmayan bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirmiş, ancak milletvekili olarak Federal Meclis’e girene kadar orijinal ismiyle “Zahra” olarak yaşamış, bilinmiş, yani hep kendisiyle birlikte taşımış göç kökenini…

Partileşme sürecinin iki numaralı ismi, bu çalışmaların karargâhını oluşturan BSW derneğinin Başkanı Amira Mohamed Ali. Asıl mesleği hukukçuluk olan Mohamed Ali’nin babası Mısırlı bir göçmen, annesi Alman. Sol Parti’nin önde gelen yöneticileri arasında olan ve partiyi Federal Meclis Grup Eşbaşkanı olarak temsil eden Mohamed Ali, parti yönetiminin Sahra Wagenknecht’e yönelik olumsuz tavırları nedeniyle bu görevleri bırakacağını açıklamıştı.

“Neden Sol Parti’den ayrılıyoruz?” başlıklı ortak açıklamanın altına imzası bulunan 16 politikacı arasında yer alan Sevim Dağdelen, Fadime Aşçı, Ali Al-Dailami, Amid Rabieh ve Zaklin Nastic de yeni sol partinin, “nasyonal” ve “ulusal” bir çizgide olmayacağının garantisi.

Peki, nereden kaynaklanıyor bu yöndeki suçlamalar? Öyle ki bu doğrultudaki suçlamalar sadece klasik partilerden değil, Sol Parti yöneticilerinden de geliyor. Örneğin partinin Eşgenel Başkanı Martin Schirdewan “Sahra Wagenknecht bu projesiyle başarılı olmak istiyorsa, açıkça sağ tavır almak zorunda kalacak”, eski genel başkanlarından Bernd Riexinger de “Wagenknecht’in taraftarlarıyla yeni bir sol muhafazakar parti açıkça görülüyor” diyerek bu koroya katılıyorlar.

Bütün bu tartışmalar esas olarak Wagenknecht’in “solcuların kimlik politikalarını” öne çıkararak, milyonlarca sıradan insan karşısında “yabancılaşma” eleştirisinden, her geçen gün daha da yoksullaşan emekçileri bu politikalarla değil, “sosyal adalet” için mücadeleyle kazanmak gerektiği yolundaki vurgusundan kaynaklanıyor. Sığınma hakkının sınırlandırılması taleplerine karşılar, ancak “göçün kontrol altına alınması” yolundaki makul tezleri savunuyorlar.

Wagenknecht, yeni partiyi duyururken yaptığı konuşmada özel olarak göç ve sığınmacılar konusuna değinmedi. Ancak bir soru üzerine verdiği “dünyadaki yoksulluğun çözümü Almanya’ya göç değil” yanıtı, yeni partinin bu konudaki tavrını gösteriyor.

∗∗∗

Bütün bunlar onları “sağcı” yapar mı? Tabii ki hayır.

Eleştirilecek yanları da var…

Örneğin partileşme sürecini yürüten örgütün isminin bir kişiye, Wagenknecht’e kilitlenmesi. “Lider kültünü” yeniden üreten bu durum tabii ki rahatsız edici. Gerçi bunun geçici bir isim olduğu ve partinin tabii ki başka bir isim altında kurulacağını açıkladılar. Ancak Wagenknecht’in isminin en geniş kesimler tarafından biliniyor olması ve partileşme sürecini ilerletmek için bundan yararlanma gerekçesi tabii ki “sosyalist” bir tutum olarak kabul edilemez.

Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki “çok partili” sistem kuruluşundan sonra uzun yıllar esas olarak “üç partili”ydi.

Bu manzarayı önce Yeşiller bozdu. Çevreci, barışçı, solcu grupların, bireylerin “parlamento dışı muhalefet” için bir araya geldiği bu parti çok partili sistemin bir parçası oldu.

Daha sonra da sisteme AfD katıldı. Baştan Avrupa Birliği’ne, ortak para birimine karşı “ulusalcı” çıkışın örgütü olarak kendini gösteren bu parti, daha sonra Almanya’daki aşırı sağcıların, ırkçıların, Neonazilerin, yabancı düşmanlarının, demokrasi karşıtlarının çatı partisi oldu. Onlar da kısa sürede tüm meclislere girerek sistemin bir parçası oldular. Son günlerde oylarını öylesine artırdılar ki, artık ikinci büyük parti olmayı başarmış durumdalar…

Yeni sol partinin orta ve uzun vadede ne kadar başarılı olacağını bilemeyiz, ancak aşırı sağın ilerleyişini durdurma potansiyelleri var ve bu da güzel bir şey…

Devamını Oku