İktidarın yarattığı yeni ortam “Sus susmadıkça sıra sana gelecek”

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ANALİZ

İktidarın yarattığı yeni ortam “Sus susmadıkça sıra sana gelecek”

Şu sıralar canım çok sıkkın.

RTÜK cezası ya da Milli Eğitim Bakanlığı’nın suç duyurusunda bulunmasından değil.

Bunların olacağını zaten biliyordum veya “tahmin ediyordum” diyeyim.

İktidar ağır bir başarısızlık ve beceriksizlik içinde ne yapacağını bilemiyor.

Böyle durumlarda gündem değiştirilir, saçma sapan konular tartışılmaya açılır, birileri suçlanır, linç kampanyaları düzenlenir, böylelikle toplumun gözü farklı noktalara kayar, olmadık konuları konuşmaya başlar ve iktidar bu sayede kendini gizler.

Benim canımı sıkan 40 yılı aşkın gazetecilikten sonra uğradığım suçlamanın niteliği.

RTÜK hakkımda diyor ki; “Can Ataklı’nın “Gün Başlıyor” programında, derslerde başörtülü öğretmenlerin yer almasını “çok yanlış ve facia” olarak nitelemesi, ilgili yasanın ‘Yayın hizmetleri… Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz’ ilkesine aykırı bulunarak, Tele 1’e en üst limitten idari yaptırım ve 5 kez program durdurma cezası verildi.”

Bunca yıllık meslek hayatımda ki bunun önemli bölümü yazarlık ve TV yorumculuğu olarak geçti, hakkımda açılmış ciddi tek dava yok.

25 yıl öncesinden kalan bir para cezası dışında mahkumiyetim yok.

Bugüne kadar ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı yaptığım tek bir yazım, tek bir konuşmam yok.

Ama RTÜK’ün başkanı “toplumda doğan tepki” bahanesiyle bu suçlamayı yapıyor ve olabilecek en ağır cezanın verilmesini sağlıyor.

Ya Milli Eğitim Bakanı’na ne diyeyim?

Milli Eğitim Bakanı da benim hakkımda “Öğretmenin başörtüsü üzerinden dini değerleri alenen aşağılama, kamu barışını bozmaya teşebbüs ile halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” suçlarından cezalandırılması talebiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş.

Hani “aklımı yitireceğim” desem yeridir.

40 yılın sonunda bu kadar saçma sapan bir durumla karşılayacağımı, ülkemin bu hale getirilmiş olacağına inanmak istemiyorum.

Ancak iktidarda AKP var ve “hayal bile edemediklerimiz” oluyor hep.

Arık belli ki tek kelime eleştiri bile duymak istemiyorlar.

Artık gerçeklerin konuşulmasını asla istemiyorlar.

Bilgisizliklerinin, beceriksizliklerinin ortaya çıkmasından çok korkuyorlar.

Yıllardır kullanılan bir slogan var biliyorsunuz.

Her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı “susma, sustukça sıra sana gelecek” diye bağırıyor yüz binlerce insan meydanlarda.

Sanki o günleri geçiyoruz.

“Sus yoksa susmadıkça sıra gelecek” havası hakim ülkede.

Ama merak etmeyin bu da geçecek.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Suç duyurusunda bulunan Milli Eğitim Bakanı’na ben de bazı sorular sormak istiyorum

Uzaktan eğitimle ilgili eleştiri bile değil, bir saptamamı “Öğretmenin başörtüsü üzerinden dini değerleri alenen aşağılama, kamu barışını bozmaya teşebbüs ile halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” olarak değerlendirmiş Milli Eğitim Bakanı Selçuk.

Nasıl vardı bu kanıya bilemiyorum.

Bir kere ben “türban” dedim, bakan bey bunu “başörtüsü” olarak telaffuz ediyor.

O ya da bu, benim söylediklerim dini değerleri alenen aşağılama ise demek ki türban ya da başörtüsü Müslüman olmanın bir gereği.

Beni mahkemeye verdiğine göre eğer yargılanırsam ve mahkum olursam, türbanın dini simge olduğu tescil edilmiş olacak.

Ben böyle bir mahkeme olacağını düşünmüyorum ama demek ki bakanımıza göre türban bir dini simge.

O halde eğer izin verirse kendisine bazı sorular sormak istiyorum.

Bakan Selçuk, şu an bakan olduğu için kurduğu ve düne kadar sahibi olduğu Maya okulları ile bir ilgisi olmadığını söyleyebilir.

Öyle olsa bile okullar aile tarafından yönetiliyor ve herkes asıl sahibinin kim olduğunu biliyor.

Bu nedenle;

1- Okullarınızda kaç başörtülü personel var?

2- Bu personelin kaçı öğretmen olarak görev yapıyor?

3- Devlet okullarında uygulanan “haydi camiye” projesi kapsamında bugüne kadar kaç öğrenci sabah namazı için camiye gitti?

4- Devlet okullarında konferanslar veren İlim Yayma Cemiyeti sizin okullarınızda kaç konferans verdi?

5- Devlet okullarında din eğitimi için görevlendirilen sarıklı imamlardan sizin okullarınızda kaç tanesi görevlendirildi?

6- Başta Ensar ve TÜRGEV olmak üzere yardım kurumu olarak görev yapan kuruluşlar okullarınızda hangi aralıklarla stant açıyor, öğrenci toplantıları yapıyor?

7- Bütün okullarınızda devlet okullarında açılmasına izin erdiğiniz mescitler var mı?

8- Öğrenciler bu mescitlerde ders saati olsa bile vakit namazı kılabiliyor mu?

Bu soruları Milli Eğitim Bakanı’na devlet okullarındaki uygulamalarına dayanarak soruyorum.

Bana gelen bilgilere göre bakanın okullarında türbanlı öğretmen ve personel yok, çocuklar camiye götürülmüyor, okullarda mescit yok, hacılar hocalar okullarda ders vermiyor, dinci vakıflar bu okullarda cirit atmıyor.

O halde, trol takımına da sormak isterim; Benim bir durum saptamam karşısında “dine hakaret ettiğim” sonucuna varan bu bakana “Siz okullarınızda çocukları niçin iyi birer Müslüman olarak yetiştirmiyorsunuz?” diye sorar mısınız lütfen.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Bilim adamının söylediği dinen de doğru olabilir tabii de…

Korona ile mücadele kapsamında pek çok adım atılırken bir “Bilim heyeti” kurulması bana göre çok olumluydu.

Siyasi iktidar elbette karar almada önde olacaktı ama bunların bir bilim insanı heyetinden geçmesi içimizi rahatlatır.

Ama gelin görün ki bilim heyeti içinde olan bazı isimler hiç de güven vermiyor.

Örneğin önceki akşam bir televizyon kanalındaki programda Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu Üyesi ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan da vardı.

Ceylan ilaçlar ve aşılar hakkında konuşurken bu iktidarın çok başvurduğu biçimde dini referanslar kullandı.

Şöyle dedi; “Şimdi buna Allah nasıl bir mekanizmayla ayarlamış bunu. İnsanlar belli bir ortalama yaştan daha uzun yaşayamaz. Bu neyle sağlanır? Bakteri yaratmış Allah, siz buna karşılık ilaçlar, antibiyotikler buluyorsunuz, öldürüyorsunuz. Bu sefer bakteriler, bu dengeyi koruyabilmek için direnç gösteriyor. Allah neden virüsleri yaratmış? Çünkü, insanlar belli sayının üzerinde çoğalamaması gerekir. Yoksa kimse yaşayamaz. Siz ne yapıyorsunuz, bir virüse çiçek hastalığı çıkıyor, ona bir aşı yapıyorsunuz. Sonra ne oluyor,
bir başka virüs çıkıyor, ona da başka bir tedavi uyguluyorsunuz.”

Prof Ceylan aslında “din ile bilimi” harmanlayıp bir gerçeği dile getiriyor.

İçinde Allah inancı olan herkes “Her şeyi yaratanın Allah olduğuna” elbette inanıyor.

Ancak toplumsal bir sağlık sorunun ağır biçimde yaşandığı günlerde, bilimsel bir konuyu dini motiflerle anlatmak toplumun bir kesiminde yanlış davranışlara neden olabilir.

Koronavirüsü konusunda zaten “dini inancı gereği” kendini daha rahat hisseden onca insan varken, dini referansın bir bilim adamı tarafından da kullanılması bu kesimi iyice rahatlatır.

Bu nedenle etkili bir konumda olan bilim insanlarının daha sorumlu olması gerekir bence.

ÇOK GÜLDÜM

Sosyal mesafe sadece Erdoğan’a uygulanıyor galiba

Korona nedeniyle Erdoğan saraydan neredeyse hiç çıkmıyor.

En son Çankaya’daki sağlık toplantısından bu yana Erdoğan’ı saray dışında gören olmadı.

Önceki gün Erdoğan danışmanları yanında olduğu halde bazı bakanların videokonferansla katıldığı toplantıdaydı.

Fotoğrafa bakınca çok dikkat çekici bir durum göze çarpıyordu.

Saraydaki masada “sosyal uzaklık” kuralına uyan tek kişi Erdoğan.

Erdoğan 4 danışmanından bir metre uzakta oturuyor, ama danışmanlar neredeyse omuz omuzalar.

Aynı şekilde ekranda görünen bakan ve uzmanlar da normal düzende oturuyorlar.

Demek ki onlar için bir tehlike yok, sakınılan tek kişi Erdoğan.

Tabii sonuçta ülkenin bir numaralı yöneticisi her türlü belaya karşı sakınılacaktır ama diğerlerinin ki de can değil mi?27

Devamını Oku

Söylediğime geliyorlar işte

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Son bir-iki ay içinde birkaç kere dile getirmeye çalıştığım bir konu var.

Çevresi, Erdoğan’ı içinden çıkılmaz bir kapana sokuyor sanki.

Birincisi; artık hiç kimse Erdoğan’dan emir almadıkça yerinden kıpırdamıyor, tek bir karar almıyor, hiçbir uygulama yapmıyor.

İkincisi; yapılan kimi işler, üstü kapalı “Yukarıdan böyle isteniyor” fısıltısı ile savunuluyor.

Üçüncüsü; danışmanları, Erdoğan’a pek çok bilgiyi ya yanlış ya eksik veriyor. Erdoğan bu yüzden ya mahcup duruma düşüyor ya zora giriyor. Ama sonuçta ülkede güç ve korku hakim hale getirildiği için sorun çıkmıyormuş gibi oluyor.

Son üç gün içinde yine Erdoğan’ı çok zora sokan iki önemli olay yaşadık.

Önce millet korona derdi ile adeta “paranoyak” hale gelmişken bir de baktık ki Kanal İstanbul’un lojistik destek inşaatlarından biri için ihale yapılıyor.

Üç kişinin bir araya gelmesine bile kötü gözle bakılırken, yüzlerinde maskeler, ellerinde eldivenler bazı insanlar bir masa başına oturmuş ihale pazarlığı içindeler.

Ardından tüm camilerde cuma namazlarına izin verilmezken bir de ne görelim; sarayın bahçesindeki dev camide birbirlerinden ikişer metre uzakta, güya saf tutmuş insanlar imam olarak Diyanet İşleri Başkanı’nın arkasında cuma namazı kılıyor.

İhale olayının ardından Ulaştırma Bakanı’nın azledilmesi ister istemez akla “en olmadık anda kendi başına ihale yapan bakan doğru bir kararla kovuldu” fikrini getiriyor.

Gerçi CHP’nin buna tepkisi “Azledilmesi bu nedenle değildir, ihaleyi yanlış kişiye vermiştir” şeklinde ama bir şey diyemem. Gerçi ikisi de mantıksız değil o da başka.

Peki “VIP cuma namazı” kıldıran da görevden alınacak mı acaba?

O Diyanet İşleri Başkanı, toplumun “fanatik AKP’li” olanlarının dışında tepki çekiyor hayli zamandır.

Bu adam dünyanın hiçbir Müslüman ülkesinde uygulanmayan bu tür cuma namazını, üstelik sarayın dev camisinde kıldırırken Erdoğan’dan izin aldı mı?

Aldıysa da almadıysa da sorun büyüktür aslında.

Aldıysa Erdoğan bu izni verip kendisinin niye katılmadığına nasıl mantıklı bir cevap verecektir?

Almadıysa, bu yapılanın Diyanet İşleri Başkanı’nın yanına bırakılmaması ve tıpkı Ulaştırma Bakanı gibi derhal azledilmesi gerekir.

Çünkü her şeyden önce bu namaz, Müslümanlar arasına nifak sokan bir uygulamadır.

İslam dininde Müslümanlar arasında ayrıcalık, farklılık yoktur, imtiyazlı kimse olamaz, herkes eşittir.

Millete cuma namazı kıldırmazken bir avuç imtiyazlı kişinin namaz kılması, bu namazı kılamayanları hem rencide eder hem de “Yoksa biz günah mı işliyoruz?” duygusuna iter.

Milyonlarca insan muhtemelen içinde zaten var olan “dinime uymuyor muyum, Allah’ın emirlerini yerine getirmiyor muyum?” korkusuna rağmen, sırf devletin aldığı karara uymak için camiye gitmezken; birilerinin bu görevi yerine getirmesi ruhları derinden tahrip eder.

Ayrıca yine İslam dininin kurallarına göre cuma namazı herkesin özgür iradesiyle girebileceği mabetlerde kılınabilir ancak.

VIP cuma namazına sadece davetlilerin katılması, cuma namazının en önemli kurallarından biri olan safların, omuzların birbirine değecek kadar yakın tutulması gereğine rağmen, ikişer metre aralıklarla durularak kılınması da ayrıca zaten affedilemez bir durumdur.

Sonuç olarak son zamanlarda yaşadığımız “Erdoğan’ı zora sokma” olaylarından birini daha yaşamış olduk.

Nitekim AKP’nin eski milletvekillerinden Mehmet Metiner de aynı düşünceler içinde dün hayli öfkeli bir sosyal medya paylaşımı yaptı.

Metiner sağlık nedenleriyle cuma namazlarının engellenmesinin doğru bir karar olduğunu belirttikten sonra şunu yazdı;

“Peki bu karara başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere Diyanet’in seçkinlerinin uymaması neyin nesidir, hangi akla hizmettir? Bugünkü VIP cuma görüntüleri hiçbir şekilde kabul edilemez. Millete yasak olan, Diyanet seçkinlerine yasak değilse bu asla kabul edilebilir bir durum değildir. Cuma namazının Beştepe’de yapılıyor olması asla kabul edilemez. Sanki Cumhurbaşkanımız ordaymış, o istiyormuş diye böyle bir cuma namazı kılındığı algısı oluşturmak Sayın Cumhurbaşkanımızın şahsında milletin gönlünde taht kurmuş siyasetine de yönelik bir suikast girişimi değil de nedir? Son derece üzgünüm, Diyanet’i şiddetle kınıyorum.”

HOŞUMA GİDEN ŞEYLER

Yaşlıları sevelim, bazı yaşlılar olmasaydı medeniyet bugünkü seviyesine gelemeyecekti

Korona önlemleri sırasında yapılan “hatalı” anonslar nedeniyle yaşlılar çok sıkıntılı.

Sokağa çıkma yasağının 65 yaş üstündekilere uygulanması “koruma amaçlı” olarak doğru karar ama toplumdaki algılanışı ters olunca pek çok yaşlıyı hem üzdük hem mutsuz ettik.

Toplumun bir kesimi sanki koronayı yaşlıların taşıdığını hatta tüm yaşlıların koronalı olduğunu zannetti.

Öyle ki aynı evde dedeye, torunu göstermeyenlerin olduğu bile söyleniyor ortalıkta.

Kendisi 73 yaşında olan eski milletvekillerinden Tevfik Diker, dünya tarihinde önemli kilometre taşları olan isimlerin, ileri yaşlarda yaptıkları hizmetleri toplayıp göndermiş.

Yaşlıların biraz ötelendiği şu günlerde onlara moral, geçlere de ders olması umuduyla bunu sizlerle paylaşmak istiyorum;

– Kristof Kolomb, Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmıştı.

– Pasteur, 60’ında kuduz aşısını buldu.

– Mimar Sinan, Süleymaniye Camisi’ni bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye Camisi’ni tamamladığında ise 86 olmuştu.

– Galile, Ay’ın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı.

– Şarlo, 76 yaşında film yönetmeniydi.

– Goethe, en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti.

– Nobel ödüllü Alman Doktor Albert Schweitzer, 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.

– Tolstoy, 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrendi!

– 57 yaşındayken 1994 yapımı Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption) filmiyle tanınan Morgan Freeman, 68 yaşındayken 2005’te “Million Dollar Baby” ile yıllardır hayalini kurduğu Oscar’ı kucakladı.

– Dört defa İngiltere Başbakanı seçilen Gladstone, İngiltere Başbakanlığı’na getirildiğinde yaşı 83’tü!..

ÇOK GÜLDÜM

Bu hafta biri koranalı, 4 fıkra

Koşullarımız ne olursa olsun, yüzümüzdeki tebessümü asla kaybetmeyeceğiz.

Bu pazar da Yıldırım Tuna’dan gelen fıkralarla hayatımıza bir parça neşe katalım.

Öyle değil mi?

KORONA

Kadın banyodaki kocasının cep telefonunu kıskançlıkla karıştırırken “Korona” diye bir kayıt görmüş, sinirden elleri titreyerek basmış “ara” butonuna.. Biraz sonra bir bakmış ki kendi telefonu çalıyor.

DUVARDAN DUVARA HALI

Salona duvardan duvara halıyı kaplayan usta, bir “sigara molası” vermiş. Adam sigara paketini arayıp bulamazken birden salonun tam ortasında, halının altında bir kabarıklık fark etmiş. Bunu yere düşürüp sonra halıyı üzerine serdiği sigarası zannetmiş ve “1 paket sigara için tüm yapıştırdığım yerleri sökmeyeyim” demiş, çekici alıp oraya vura vura “o bombe”yi bir güzel düzleştirmiş…

Tam o sırada evin hanımı elinde bir paket sigara “Usta, sigaranı antrede bırakmışsın..” diye içeri girmiş gülümseyerek ve eklemiş “Bak, karşılığında sen de benim bir saattir kayıp muhabbet kuşumu bul ödeşelim.. Tamam mı?..”

ANNE VE KAYIP LENS

Delikanlı, top oynarken kontak lensinin birini düşürmüş. Epey arayıp bulamamış, sonra tutmuş evinin yolunu.. Konuyu annesine anlatınca kadıncağız oğlunun top oynadığı yeri araştırmak için dışarı çıkmış ve biraz sonra da elinde kayıp lens ile dönmüş…

“Aa..!” demiş çocuk, “Ben o kadar arayıp bulamamıştım.. Sen nasıl buldun anne?..”

Annesi hafif öfkeli ama rahatlamış biçimde “Ayni şeyi aramıyorduk da ondan..” demiş, “Sen minik bir plastik parça ararken, ben 500 liramın peşindeydim!..”

VEDA YEMEĞİ

Yaşlı rahip emekli olunca; politikacı, onun adına şehirdeki bütün ileri gelen aileleri davet ederek büyük bir veda yemeği vermiş. Kendi davete gecikince sıkılan kalabalığı oyalamak için yaşlı rahip mecburen kürsüye çıkmış, “Bu şehre ilk geldiğimde burası berbat bir yerdi” diye söze başlamış, “Bana ilk günah çıkartmaya gelen şahıs hırsızlık yaptığını, polise yalan söyleyerek hapisten kurtulduğunu, ailesini ve iş yerini dolandırdığını, patronunun eşiyle aşk yaşadığını itiraf etmişti. Çalışma ve çabalarımız sonucunda burası hayır dolu bir şehre dönüştü..” 

Rahip konuşmasını tam bitirdiği sırada veda yemeğini düzenleyen politikacı nefes nefese içeri girip kürsüye fırlamış; “Geciktiğim için özür dilerim” demiş telaşla, “Sevgili rahibimiz bu şehre geldiği gün onu terminalden alıp kilisemize getiren benim… Aranızda onun yardımı ile ilk günah çıkaran kişi olma onurunu da ben taşıyorum.”

Devamını Oku

Uzaktan eğitimle bile din istismarı yapıyorlar

0

BEĞENDİM

ABONE OL

KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Uzaktan eğitimle bile din istismarı yapıyorlar

Koronavirüs nedeniyle okullarda eğitime verilen bir haftalık ara dün sona erdi.

Okullar açılmadı elbette, bunun yerine televizyonlar üzerinden uzaktan eğitim programı başladı.

Başarılı olacak mı?

Diliyorum ama zannetmiyorum.

Çünkü bu iktidara ve zihniyetine güvenmiyorum.

Nitekim daha ilk gün dersiyle birlikte asıl amaç ortaya çıktı bile.

AKP zihniyeti, virüs nedeniyle zorunlu olarak başvurulan uzaktan eğitimi bile din istismarı ve dinci propaganda amacıyla kullanıyor.

İlkokul birinci sınıf derslerinin öğretmeni türbanlı bir kadın.

Neden?

Kimse kalkıp da “hâlâ mı kılık kıyafet tartışması yapıyorsunuz” türü saçma sapan laflarla saldırmasın.

Bunun kılık kıyafetle ilgisi yok.

Bir zihniyetle ilgisi var.

Derslere türbanlı öğretmenle başlamak, iktidar propagandası yapmak, dini siyasete alet etmek ve dinci anlayışı tüm topluma dayatmak içindir.

Milli Eğitim Bakanı’na sormak isterim; “Kendi okulunuzda tek bir türbanlı öğretmen bile yokken, Türkiye’nin her tarafında toplumun tüm kesimlerinin çocuklarına türbanlı öğretmenle ulaşmak ne anlama geliyor?”

Ayrıca iktidarın propagandası sadece türbanlı öğretmenle sınırlı değil.

Liselerin dersi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ile başladı dün.

Programa bakıldığında tüm seviyelerde en ağırlıklı dersin Din ve Ahlak olduğu görülüyor.

Ders aralarında ilahiler okunuyor.

Bunun da ötesinde bugünkü iktidarın propaganda amacıyla kullandığı klişeler de çocukların zihnine sokulmaya çalışılıyor.

Menderes’e haksızlık yapıldığını anlatan bir klip oynatıldı dün ilkokul kanalında örneğin.

Ama ne klip.

1960 yılında Ankara’daki iktidar aleyhine gösteriler, sanki yasa dışı bir terör faaliyeti gibi anlatılıyor.

Sonra darbe yapılıyor.

Menderes hapiste. Bir demokrasi kahramanının idam sehpasına gönderildiği anlatılıyor.

Ama asıl dehşet, Menderes’in boynuna idam ipinin geçirilmesi ve ayağının altındaki sandalyenin çekilmesi.

Minicik çocuklara gösterilen şeye bakar mısınız?

Neden?

Sırf iktidarın propagandasını yapmak, beyinleri yıkamak için.

Bu olmaz, yapılamaz.

Ayrıca ders arasına bir şey koymanın da manası yok.

Tam tersine ders aralarında hareketsiz spot olmalı.

Çünkü ara, öğrenci dinlensin diye veriliyor.

Bu sırada ekranda içeriği ne olursa olsun hareketli görüntü olmamalı ki çocuğun dikkati buraya yönelmesin.

Ama belli ki Milli Eğitim Bakanı, bu fırsattan yararlanarak dinci anlayışın zihinlerde yer alması için ders saatlerini AKP propagandası olarak kullandırmaktan çekinmiyor.

Aslına bakarsanız, daha önce açıklanan Fatih Projesi ile her okul ve öğretmen, kendi öğrencileriyle internet üzerinden iletişim kurabiliyor ve dersler buradan verilebiliyor.

Gerçi bunun için öğrenci olan her evde bilgisayar ve internet bağlantısı olması gerekiyor.

Ancak anladığım kadarıyla bakanlık bu sistemi harekete geçiremiyor.

Bunun yerine genel eğitim yolu seçiliyor. Böyle olunca da iktidarın eline eşsiz bir propaganda yapma fırsatı geçiyor.

Sanıyorum kimi özel okullar, internet üzerinden bu programı harekete geçirerek en azından kendi öğrencileri için müfredatı uygulamaya devam edecek.

ÖNERİ

Eğitimi bu yıl donduralım, öğrenciler bir üst sınıfa geçsin

Uzaktan eğitim başladı başlamasına ama daha ilk günden sistemin yürümesinin pek mümkün olmayacağı görülüyor.

Bunun da ötesinde ders programı adı altında dinci propaganda yapılması, sistemi kısa sürede iyice çıkmaza sokacaktır.

Çünkü Türkiye’nin her tarafından tepkiler yükselecek ve büyük sorun haline gelecektir.

Kimse kendini kandırmasın.

Bu iktidar zihniyeti ile uzaktan eğitim yapılması hem çok zordur hem de sorunludur.

Sırf “Eğitime ara vermedik” demek için böyle bir sistemi dayatıp sonra da başarısız olmak yerine, bu yılı tümüyle koparıp atmak en doğrusu olacaktır bana göre.

İlk anda kulağa tatsız gibi gelse de bu yıl ilk, orta lise eğitiminden vazgeçmek ve öğrencileri bir üst sınıfa taşımak dünyanın sonu değildir.

Anlamsız biçimde güya eğitim veriliyormuş gibi yapılması yerine, her okuldaki öğretmenlere eğitim videoları hazırlatmak ve bunları internet üzerinden öğrenciye ulaştırmak çok daha mantıklı olacaktır.

Böylelikle sanki eğitim verilmiş gibi yapılarak çocukların dengesini bozmak yerine, ailelerin de katılacağı bu tür eğitim programlarıyla çocuklar en azından daha az geri kalacaktır.

Virüs sorununun muhtemelen tümüyle atlatılmış olacağı önümüzdeki eylül-ekim dönemiyle eğitim yeniden başlar.

İnanın kayıp çok büyük olmayacaktır.

YENİ ÖĞRENDİM

Ozon da koronavirüse karşı etkiliymiş

Hayatımız korona olunca, ister istemez her türlü çare önerisine de kulak veriyoruz.

Son öğrendiğim ozonun da virüse karşı koruyucu etkisi olduğu.

Fahrettin Erdoğan, mühendis kökenli bir girişimci.

Birkaç yıldır ozon üzerinde çalışıyor.

Kendi dizayn ettiği ve ürettiği makinelerle birçok şirketin havalandırma sistemlerine destek veriyor.

Aynı cihazın bir özelliğini de kullanarak kadınlar için ozonlu kozmetik ürünleri de üretmeye başladı.

İşin özü şu: Bildiğimiz saf zeytinyağı, 24 saat yüksek oksijene maruz tutuluyor. Zeytinyağı katı hale geliyor. Sonra bu krem yapılıyor, cilt güzelliği falan.

Birkaç gün önce konuştuk. Dedi ki “Ozonlu ürünlerimiz koronaya karşı güçlü koruma biliyor musun?” Ben de “İyi valla meğer bu virüse karşı ne çok şey varmış böyle” diye takıldım.

“Öyle deme” dedi ve ekledi; “Sana bilimsel kaynakların linkleri göndereyim. İnanmazsan onlara bak. Ozon geleceğin kurtarıcısı olarak tanımlanıyor.”

Şimdi bu linki size de sunuyorum, merak eden açar bakar.

https://finance.yahoo.com/news/ozones-effectiveness-killing-sars-coronavirus-000000776.html

Ayrıca Fahrettin Erdoğan’ın Instagram hesabını da meraklısı için veriyorum. Orada da burun deliklerine sürülen kremler anlatılıyor.

https://www.instagram.com/ozmetic.official/

BAŞIMDAN GEÇENLER

Olan bana oldu, ilaç gibi kullandığım “tonik” yok oldu

Korona kasıp kavururken çareler de aranıyor elbette.

Şu anda dünyanın gelişmiş ülkelerinde koronaya karşı tedavi ve aşı geliştirmek için sayısız bilim insanı çalışıyor.

Tabii bu arada kulaktan kulağa yayılan bazı “tedavi veya korunma” yöntemleri de var.

Bunlardan birini Zülfü Livaneli yazmış.

P. isimli ilacın koronaya karşı etkili olduğu söyleniyormuş.

Tabii temeli yok değil çünkü bu ilacı kullanarak hastalığı yenenler olduğu kayda geçmiş bazı batı ülkelerinde.

Tabii bu duyulunca pekçok kişi eczanelere hücum etmiş. Piyasada bu ilaçtan numune bile kalmamış.

Ayrıca bakanlık da hemen önlem almış ve ilacın satışını yasaklamış.

Bu normal ve çok doğru bir karar. Çünkü birkaç kişiye iyi gelmesi, herkesin bu ilacı alarak iyileşeceği anlamına gelmez, üstelik başka yan etkiler nedeniyle daha büyük sorunlara bile yol açabilir.

Ancak bu durum beni de sıkıntıya soktu.

Çünkü adı geçen ilacın bulunamaması üzerine sosyal medyada “Bu ilaç sıtmaya karşı bir ilaç, ana maddesi kinin, bu da bildiğimiz tonikte var” bilgisi paylaşıldı.

Piyasada bir ya da iki meşrubat firmasının ürettiği tonikler satılıyor.

Şu anda hiçbir markette tonik bulamıyorsunuz.

Beni ilgilendiren tarafına gelince.

Birkaç aydır, doktor kardeşimin de “bilimsel olmadığını ama işe yaradığını söylediği” önerisiyle bacaklarıma musallat olan krampa karşı günde bir bardak tonik içiyorum su yerine.

Yaradığını da hissediyorum.

Önceki gün evde bittiği için gittiğim markette tonik aradım ve bulamadım.

İşe bakın, benim başka amaçla ilaç niyetine kullandığım tonik, şimdi bir söylenti üzerine kıymete bindi.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Madem biliyorsunuz tehdit etmeye gerek yok bunun gereğini yapın

Kendini devlet gibi gören İçişleri Bakanı yine esmiş gürlemiş.

Neymiş; maske üreten firmalar varmış, bunlar ürettikleri maskeleri tezgah altında saklıyormuş çünkü fahiş fiyatla satacaklarmış.

Bu doğru mudur?

Büyük ihtimalle doğrudur tabii ki.

Azgın kapitalizmin ilk kuralı bu değil mi?

Fırsat bulduğun an hiçbir kural tanıma, ahlak ve vicdan kavramlarını hiç düşünme.

Sonuçta durumdan yararlanmak, hastalığı bile istismar ederek bir anda aşırı kazanç sağlama dürtüsü insanın içinde var maalesef.

Devletler de bunun için varlar ama.

İçişlerine bakan kişi demiş ki; “Bazı maske üreticileri, maskeleri depolarında tutup bakanlığa satmıyorlar. Yarına kadar 12 saat süreleri var yoksa fabrikalarına el koymaktan çekinmeyiz.”

Bakan bu amaçla fabrikalara dün sabah saat 08.00’de baskın yapıldığını ve üreticilerin de uyarıldığını eklemiş sözlerine.

Ne güzel değil mi?

Adamlar stok yapmışlar.

Bakan beyimiz bunun farkında.

Hatta gidip yerinde tespit bile yapmışlar.

O halde niye tehdit ediyorsunuz ki? Baskın yaptığınız an, o maskelerin Sağlık Bakanlığı’na ulaşmasını sağlayın.

Bakın el koymaya da gerek yok. Parasını da ödeyin.

Tehdide ne gerek var?

Var.

Çünkü böyle olunca halkı için her şeyi yapmaya hazır bir bakan portresi çizilmiş olur.

Ne olup bittiğini anlamayan milyonlar “Helal olsun böyle bakana, işte bu be” diye sevinir.

Devamını Oku

Dünya ile kafa mı buldular?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ANALİZ

Dünya ile kafa mı buldular?

İran, Irak’taki iki Amerikan üssüne füze atışı yaptığında herkes aynı kanıdaydı ilk anlarda.

“Bu işin sonu kötü. Üçüncü dünya savaşı mı geliyor?”

Olayın ilk sıcak anlarında Tele1’de canlı yayındaydım.

Henüz bölük pörçük bilgiler geliyordu.

Buna karşı içimde bazı şüpheler vardı.

Öncelikle “süper Amerikan güvenlik sisteminin” adeta çökmüş olmasını aklım pek almamıştı.

İran’ın balistik füzeler attığı üslerden biri çok değil, tam bir ay önce Şükran Günü’nde Trump’ın ziyaret ettiği üslerden biriydi.

Trump’ın güvenle gittiği bir üsse füze saldırısı olması tuhaf geliyor ister istemez.

Sabah yayınında açıkçası biraz da çekinerek bunları anlattım izleyiciye.

Hatta “Burada durur bu iş. İran’ın, Amerika ile baş edecek askeri gücü yok aslında” dedim.

İlerleyen saatlerde durum biraz daha netleşti.

Önce İran tarafı “Çok ağır hasar verdirdiklerini, en az 80 Amerikalı terörist askerin! öldüğünü, çok sayıda askerin de yaralandığını, üslerin çok ağır hasar gördüğünü” ileri sürdü.

Bize göre akşam saatlerinde ise Amerika Başkanı Trump, kameraların karşısına geçti ve gayet güleç bir yüzle “Tek kaybımız bile yok, yaralı bile olmadı, ayrıca üslerde çok az bir hasar var” dedikten sonra ekledi; “Zaten erken uyarı sistemi sayesinde buradaki bütün personelin güvenliğini almıştık.”

Garip değil mi? Madem erken uyarı sistemi çalışmış, füzeleri gelmeden imha eden “o meşhur güvenlik sistemi” neden çalıştırılmamış acaba?

Sonuç olarak şunu görüyorum; “Karşılıklı ağız dalaşının bir anda fiili bir çatışmaya dönmesi, iki ülkedeki liderlerin de işine geldi. İran’daki protestoların önü kesildi, birlik ve beraberlik ruhu öne çıkarılarak muhalefetin sesi kesildi. Amerika’da ise azil talepleri şimdilik rafa kaldırıldı.

Tabii aslına bakarsanız zaten daha uzun süreli bir silahlı hesaplaşmanın öncelikle İran’a hiçbir faydası yok. Çünkü Amerika’nın silah gücü, İran’ın bütün ekonomik değerlerini birkaç saat içinde ortadan kaldıracak güçte.

İran’ın ise Amerika’ya saldıracak durumu yok. Yakın çevredeki askeri tesislerine saldırabilir belki ama onları imha edecek teknolojileri ise yok.

O halde sanki bu iki ülke tüm dünya ile kafa mı buldular?

Belki kafa bulmadılar ama Amerika, İran dışındaki herkese “Beni çok öfkelendirme, gücümü kullanırım” mesajı vermiş oldu.

Bu konuda Rusya’nın duruma müdahil olacağını düşünenler de bana göre yanılıyor, çünkü Rusya da ağız dalaşının ve ticari savaşın önüne geçerek silahlarını ateşleyecek cesareti gösteremez, bunun yaratacağı sonucu hayal edemez.

Peki bundan sonra ne olur?

İran, muhtemelen “çok yüksek perdeden” bağırıp çağırmalarını sürdürecektir.

Hatta “Henüz intikamın tamamını almadık, devamı gelecek” açıklamalarını da sıkça yapabilirler.

Çünkü bu coğrafyadaki halklar çok rahat kandırılıyor.

İran’ın bu üst perdeden bağrışmaları artık dünyaya değil, kendi halkına yönelik olacaktır.

Ki zaten İran halkı, Amerika’dan fena halde intikam alındığına inanıyor.

İran yönetimine lazım olan da bu değil mi?

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Her yapılan Birleşmiş Milletler kararlarına uygun!

Amerika, İranlı generali öldürdü.

Bu eylemini Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51’inci maddesine dayandırdı.

Bu maddeye göre; her devlet kendini savunmak için orantılı önlem alabiliyor.

Ardından İran, Amerikan üslerine füzeler attı.

Onlar da gerekçe olarak Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51’ini maddesini gösterdi.

AKP iktidarı, Libya’ya asker göndermeye karar verdi.

Saraydan, Meclis’e onaylanması talimatıyla gönderilen tezkerede asker gönderme gerekçesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2259 (2015) sayılı kararına dayandırıldı.

Bu kararda,  Erdoğan’ın sevdiği İhvancı yönetimin BM tarafından meşru sayıldığı belirtiliyor.

Sonuç olarak kim ne yaparsa yapsın bunu mutlaka Birleşmiş Milletler’e dayandırıyor.

Yani Birleşmiş Milletler bir anda her şeyin koruyucusu haline getirilmiş oluyor.

Tabii benim kafam karışıyor bu durumda.

AKP Genel Başkanı, her seferinde Birleşmiş Milletler’i eleştiriyor, “Dünya beşten büyüktür” diyor.

Anlamıyorum, dünya mı beşten büyük, beş mi dünyadan bu durumda?

ŞAŞIRDIM

Başörtülü olunca ne oluyor anlamadım

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, önceki akşam bir kanalda soruları cevapladı.

Programdaki üç yandaş sözde gazeteci cep telefonlarına gelen soruları sordular İmamoğlu’na.

İmamoğlu, kibarca bu tetikçilerin kasıtlı sorularını püskürtmeyi becerdi.

Bu arada İmamoğlu’nun tetikçilerin CHP’yi karıştırmaya yönelik sorularından birine verdiği cevap ilgimi çekti.

Şöyle dedi İmamoğlu; “Bu ülkede alın teri, liyakat ve başarılı olma duygusu tamamen yok olmuştur. Bu ülkede kimin yeğenisin, hangi partilisin, partiye üye oldun mu, işe gireceksen o partiden kaydını sildir, bu ne yahu! Başörtülü ise ona iki kat daha ilgi göstermeye çalışıyorum. Ben bir iddiayla geldim, bu şehrin insanlarını barıştıracağım. Yüzde 55 kadın girdi işe biliyor musunuz? İSPARK’ta hiç kadın yoktu. İki defa ilan açtık, sadece kadın alıyoruz diye.”

İyi güzel de başörtülü kadına neden iki kat ilgi gösterilir ki?
Kadın kadındır.

Başı kapalı olunca ekstra ilgi gösteriliyorsa bunun adı ayrımcılıktır.

Hayret ettim yani.

ÇOK GÜLDÜM

Sosyal medyayı sallayan İran Amerika geyikleri

Sosyal medyadaki pek çok kişi hesapta dünyanın yüreğini ağzına getiren “İran-Amerika dalaşmasının” sahte olduğuna inanıyor.

Dün sosyal medya ağlarında dolaşmaya başlayan “Geyik muhabbetini” henüz görmemiş olanlar için sunmak istiyorum;

Trump: Sen kaç FÜZE atarsın?

İRAN: 10 yeter mi?

Trump: Yeter şimdilik.

İRAN: Tam olarak nereye atalım?

Trump: Bizim boşalttığımız üslere sallayın.

İRAN: Mantıklı.

Trump: Koordinatları veririz, yanlış olmasın.

İRAN: Ayıpsın bizde yanlış olmaz, ne diyorsak o.

Trump: ÖPTÜM CANIM.

İRAN: Bye.

★ ★ ★

İRAN: Bir şey daha soracaktım.

Trump: Sor canım.

İRAN: 80 ABD askeri öldürdük diyelim mi?

Trump: De canım. Yalandan kim ölmüş.

İRAN: Tmm cnm.

Trump: Tmm cnm. Biz bir gün sonra yalanlarız, maksat dünya ekonomisi şöyle bi zıplasın.

★ ★ ★

İRAN: Tekrar rahatsız ettim de bro. Size ateşlicez derken Ukrayna uçağını düşürdük.

Trump: Ohh yeah! Gündem değişti desene.

İRAN: Allah’tan savaşmıyoruz ya kardeşim. Cenazede 80, uçakta 180 derken savaşmadan 300 adam gitti nerdeyse.

Trump: Camooon maaan! Sıkma canını.

İRAN: Cansın.

KOMİK

Türkiye gibi düşününce böyle oluyorlar

New York’un kalbi sayılan Manhattan’da yükselen bir Türk gökdeleni var.

Bilal Erdoğan’ın himayesindeki TÜRKEN Vakfı, 50 milyon dolara mal olacak bir Türk Evi inşa ettiriyor.

Ancak bu gökdelen inşaatı, Belediye İnşaat Dairesi tarafından durdurulmuş. Manhattan’da ‘300 East 41st Street, New York, NY’ adresindeki binanın inşaatında bazı usulsüzlükler olduğu ileri sürülmüş çünkü.

Nedir bu usulsüzlükler acaba?

Şunlarmış: “İnşaatın etrafında güvenlik ağı yokmuş, acil durumlarda tek çıkış varmış. Bu çıkışın da önünde inşaat artıkları duruyormuş, inşaat sahası bakımsızmış. Çalışma saatleri dışında çalışılıyormuş, hafta arası saat 7’den önce çalışmaya başlanıyormuş. Çimento kamyonu bir arabaya
çarpıp zarar vermiş, malzemeler kaldırıma yayılmış. Geceleri ışık konmuyormuş, yayalar sokakta yürümek zorunda kalıyormuş, İnşaat izinsiz bir şekilde hafta sonları da devam ediyormuş.”

Şimdi AKP’li birinin Türkiye’deki inşaatı bu eften püften! bahanelerle durdurulmaya kalkışılsa ne olur?

Ne olacağı var mı, inşaatı durdurmaya kalkan anında perişan edilir.

New York’taki gökdeleni yapanlar, “Nasıl olsa arkamızda saray var, bize bir şey olmaz” diye sanki Türkiye’de yaşıyorlarmış gibi düşünmüşler besbelli.

Devamını Oku

Bir zafer var ortada galiba da ne olduğunu pek anlayamadık

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ANALİZ

Bir zafer var ortada galiba da ne olduğunu pek anlayamadık

Amerika gezisi “çok olumlu” geçmiş.

Yandaş tetikçi medya henüz “zafer” başlıkları atamadı ama durumu böyle anlatıyor.

Kanıt olarak da Amerikan medyasında çıkan haberleri gösteriyorlar.

CNN’in Beyaz Saray muhabiri Kevin Liptak, Trump’ın “güçlü liderlere” gösterdiği yakınlığı, Erdoğan’a da gösterdiğini söylemiş.

Pek sevinmişler bizim yandaşlar buna.

Liptak devam etmiş, “Hiçbir lider, Erdoğan kadar, Trump’tan istediğini elde edemedi” demiş.

Çok güzel de Erdoğan ne almış, onu anlayan var mı?

Bu gezinin Türkiye için tek yararlı sonucu var gördüğüm kadarıyla.

O da Ermeni tasarısının Senato’da engellenmesi..

Gerçi kendimi bildim bileli bu hep böyle olur. Son anda geri çekilir tasarı.

Sadece bu kez zamanlaması farklı oldu.

Eskiden bu, 24 Nisan yaklaşırken başımızın derdi olurdu, bu kez kasımda yaptılar ama sonuç bildik sonuç.

Bunun dışında hem hiçbir olumlu sonuç elde edilmedi hem de Erdoğan tam bir teslimiyet sergiledi.

“Mektubu takdim ettim” dedi örneğin.

Takdim etmek tanımlamasının dün de anlattım, bugün üzerinde durmayacağım, ama bunun anlamı ne çözebilen var mı?

Mektubu geri alan Trump, hiç olmazsa “Pardon” dedi mi? Orası muamma.

PYD-YPG’ye yine terörist demedi Trump, hatta tam tersine “Ateşkes gayet iyi gidiyor, Kürtler de çok memnun” diye konuştu.

S-400’ler konusunun müzakere ile çözüleceğini söyledi her ikisi de. Oysa biz S-400’leri almamış mıydık? Alınmış bir füze sistemi konusunun müzakere ile çözülmesi ne demektir?

Şudur; “Bu sistem alınmayacak. Nokta.”

Cemaat konusunda da arpa boyu bile yol alınmadı yine.

Erdoğan yine Fetullah Gülen’i istedi. “Bir teröristin, Amerika’nın koruması altında olmasından duyduğu rahatsızlığı” dile getirdi.

Trump buna cevaben ne dedi?

Kimse bilmiyor.

Gerçi merak da etmiyor, merak etse sözde gazeteciler basın toplantısında bunu sorardı.

Ama söyleyeyim, Trump cevap bile vermedi yine.

Erdoğan, Güvenli Bölge konusunda Amerika’dan tam destek aldıklarını söylüyor.

Yani?

Nasıl bir destektir bu?

Türk askeri 10 kilometreden öteye gidemiyor, izin verilmiyor, bu nasıl destek o halde?

Bütün bunlara rağmen, geziyi izleyen yandaş tetikçi medya elemanları sonucun başarılı olduğunu, çok iyi izlenimlerle dönüleceğini söylüyor.

Peki nedir başarı?

Hiçbir konuda ilerleme yok, sıfıra sıfır elde var sıfır misali gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Anladığım kadarıyla bilmediğimiz bazı şeyler var.

Bu kadar sevindiklerine göre, Erdoğan, Trump’tan bazı tavizler koparmış olsa gerek.

Nedir bunlar?

Şu anda bilemiyoruz?

Belki de hiç bilmeyeceğiz.

Çünkü onlar belki de Türkiye’yi çok fazla ilgilendirmiyordur.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Trump, yandaş medya kepazeliğini suratımıza vurdu

Biz ne kadar yazarsak yazalım, ne kadar anlatırsak anlatalım, şu yandaş kepazeliğini bu kadar güzel ortaya koyamazdık.

Beyaz Saray’daki görüşmenin ardından gazetecilerden soru sorulması istendiğinde, Trump öyle bir şey yaptı ki bu kepazelik bütün açıklığı ile adeta suratımıza çarpıldı.

Amerika Başkanı, önce kendi medyasına gönderme yaparak “Sadece dost canlısı gazetecilerden soru alalım, buralarda çok bulunmuyor” dedi.

Ardından Erdoğan’a, “Soru soracakları siz seçin” dedi. Erdoğan da sözü Sabah’ta yazan Hilal Kaplan’a verdi;

Kaplan, Trump’a şu soruyu sordu; “Obama’nın kusurlu dış politikasını devraldınız. Bu kusurlardan birisi ABD’yi terörist gruplarla ortak ettirmekti. Siz ABD-Türkiye ilişkilerine verdiği hasarı düzeltmeye çalışıyorsunuz ancak YPG’nin liderini, Mazlum Kobani kod adlı bir kişiyi Beyaz Saray’a davet ettiniz. Bugün size verilen bilgilerde görebileceğiniz gibi Türkiye’de 17 tane terörist saldırının sorumlusu kendisi. 116 asker ve sivilin ölümüne sebep olan kişi. Hâlâ Beyaz Saray’a davet etmeyi düşünüyor musunuz?’’

Trump, bu soruya çok net bir cevap vermedi. “Onunla telefonla konuştum. Aramız çok iyi. Ama Erdoğan’la da çok iyi” diyerek cevabı geçiştirdi.

Ve hemen ardından Hilal Kaplan’a döndü ve Erdoğan’ı işaret ederek “Ona da sorsana” dedi.

Hilal Kaplan’ın tereddüt geçirdiğini görünce üsteledi ve “Gazeteci olduğunuzdan emin misiniz? Türk Hükümeti için çalışmıyor musunuz?” diye sordu.

Burada Trump, gözlediğim kadarıyla Hilal Kaplan’a “Aynı soruyu Erdoğan’a da sor, bakalım o ne cevap verecek?” anlamında söyledi bu sözleri.

Hilal Kaplan, ya bu inceliği fark edemedi ya da aynı soruyu Erdoğan’a soramayacağını bildiği için “Okey” diyerek yerine oturdu.

Açık söyleyeyim, onlarca defa yazdım, söyledim; “Bu yandaşlar soru soramaz ancak ellerine verilen soruları sorarlar.”

İşte Amerikan Başkanı, “Sen gazeteci misin, devlet görevlisi mi? Aynı soruyu kendi Cumhurbaşkanı’na da sorsana” diyerek yandaş kepazeliğini tüm dünyanın gözü önünde ifşa etmiş oldu.

Ama gelin görün ki, bu rezaleti görmezden gelen yandaşlar, “Trump’ın esprisi herkesi güldürdü” diye sundular haberi.

ŞAŞIRDIM

IŞİD’li olunca öldürmüyor yakalıyorlar

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Genel Başkanı Erdoğan, Amerika gezisini sürdürürken dinci terör örgütü IŞİD’e yönelik operasyonları anlattı ısrarla.

Önce IŞİD’lilerin kendi ülkelerine gönderildiğini söyledi.

Sonra önemli bir ismin yakalandığını anlattı.

Ardından kısa bir süre sonra yapılacak bir operasyonun da çok çarpıcı sonuçları olacağını söyledi.

Bunlar olumlu gelişmeler elbette.

Ancak çok şaşırtıcı bir durum dikkatimi çekiyor.

Belki siz de fark ediyorsunuzdur, terörle mücadele konusu sadece “öldürmek” olarak algılanıyor.

Aylardır devleti yönetenlerin en tepesinden itibaren hepsi “kaç terörist öldürüldüğünü, bir tane sağ kalmayana kadar terörle mücadelenin sürdürüleceğini” açıklıyorlar.

Tabii terör ve teröristten anlaşılan hep PKK.

Sağ yakalanan PKK’lı pek olmuyor, sadece teslim oldukları söylenenler çıkıyor ara sıra.

Buna karşı IŞİD’e yönelik operasyonlarda ise hiç ölen olmuyor.

Terörist IŞİD’li olunca hep sağ yakalanıyor.

Gerçi işin doğrusu bu da PKK’lılar hep ölü, IŞİD’liler de sağ olarak “etkisiz hale getirilince” insan ister istemez şaşırıyor.

KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Türkiye’de cenaze tek tiptir, sanki canımız istediği gibi gömülebiliriz

Gün geçmiyor ki dinci kesimden bir nefret, bir kin söylemi duymayalım.

Son örneğini Akit gazetesi vermiş yine.

Bu gazetede yazan Ali Karahasanoğlu, Mümtaz Soysal’ın cenaze namazının kılınmasını eleştirdi.

Ali Karahasanoğlu diyor ki “Hayatında sosyalizmi tercih ettiğini iddia eden bir kişinin, cenaze namazını kılmanın anlamı nedir?”

Sonra da şöyle devam ediyor; “Taaa 1960’lı yıllarda, sosyalizmi tercih ettiğini açıklayan bir kişinin, 2019’da cenaze namazının kılınmasını, bu çerçevede bir soruya dönüştürüp hayatı sorgulayabilmeliyiz. Yok öyle kahramanlık. Ucuz söylemlerle, ‘Sosyalistim, komünistim’ deyip sonra imamın önüne cenazeni koydurmak.”

Kin ve nefrete bakar mısınız? Bir de kendini dini otorite sanıp kimin cenaze namazı kılınır, kimin kılınmaz fetva vermeye kalkıyor.

Tabii bir de şu var: Deyin ki sosyalist biri, bu kin ve nefret içindeki yazarın söylediğine uydu ve “Beni İslami esaslara göre toprağa vermeyin” dedi.

Bunun gerçekleşmesi mümkün mü?

Değil. Çünkü Türkiye’de eğer “başka bir dine mensup olduğunun belgesi yoksa” dilediğin gibi son yolculuğa çıkamazsın.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

En büyük skandala “Ders gibi cevap verdi” demiyorlar mı bir de

Geçen pazar günü, “Erdoğan, Oval Ofis’te otururken Trump kapıyı açıyor ve ‘Bak kimi çağırdım’ diyor” başlıklı bir yazı yazmıştım.

Tamamen espriden ibaretti yazı.

Hayali bir manzara çizmiştim.

Erdoğan, o rezil mektubu iade edeceğini açıklamıştı ya, “İster misiniz” diye yazmıştım, “Trump, görüşmenin ortasında kapıyı açıyor ve bak kimi getirdim diyerek Mazlum Kobani’yi içeri alıyor, acaba Erdoğan ne yapar?”

O espriydi.

Ama bu olay biraz farklı biçimde Beyaz Saray’da yaşandı.

Trump, programda hiç olmamasına rağmen, Erdoğan’ın karşısına 5 tane senatörü getirdi.

O senatörler Erdoğan’ı adeta sorguya çektiler.

Bunlardan biri, daha önce Trump’ın isteklerini Erdoğan’a ileten, daha sonra da en sert karşıtı olarak Türkiye’ye yaptırım kararının kabul edilmesini sağlayan Lindsey Graham’dı.

Bu olay Türkiye’yi aşağılamak için düzenlenmiş bir oyun bana göre.

Aldığım bilgi yanlış değilse, bugüne kadar hiçbir Amerikan Başkanı böyle bir şey yapmamış.

Erdoğan ve beraberindeki heyet, diplomasi ve siyaset konusunda çok yetersiz oldukları için “Bu nedir böyle, buna ne hakkınız var?” diye tepki göstermeyip kuzu kuzu oturmuşlar senatörlerin karşısında ve sorgulamayı kabul etmişler.

Ciddi bir devlet adamı böyle emrivaki ile senatörlerin karşısına getirilmesine “Bu konuda bilgi istiyorsanız, Senato’ya geleyim orada konuşayım” cevabını verirdi.

Ancak ne yazık ki bu aşağılama yenilip yutulduğu gibi, bir de yandaş yalaka medya, “Başkanımız senatörlere ders gibi cevaplar verdi” diyerek adeta üstüne tüy dikti.

Devamını Oku