PADİŞAH'IN AYAKKABILARI

0

BEĞENDİM

ABONE OL

PADİŞAH’IN AYAKKABILARI

Bu hafta sizlere 2001 yılında 43 yaşında yaşamını yitiren aziz dostum dünyaca ünlü piyano virtüozu ve Osmanlı Saray Müziği uzmanı Vedat Kosal’da dinlediğim bir öyküyü anlatmak istiyorum. 

Yıl 1867. 3. Napolyon, Paris’te gerçekleşecek uluslar arası bir sergiye Osmanlı Padişahını da davet eder.  Sanayi devrimi ürünlerinin yer aldığı ve Fransa’nın dünyaya gövde gösterisi yapacağı fuara katılmayı Padişah kabul ettiğini Fransız elçisine haber verir.

Osmanlı Padişahı serginin onur konuğudur. Paşabahçe Cam fabrikası, Hereke’deki dokuma fabrikası ve Haliç tersanesinde hummalı ve 24 saat aralıksız yoğun vardiyalı çalışmalar başlar. Cam fabrikasında ve dokuma fabrikasında padişahın yanında götüreceği birbirinden değerli hediyeler hazırlanır ve Haliç tersanesinde yenilenen Sultaniye yatına taşınır.

21 Haziran 1867 Cuma Ortaköy camisinde Cuma namazı kılınıyor, Padişahta cemaatin içinde,  namaz sonrası Padişah devlet erkanı ile vedalaşarak yanına oğlu, şehzade ve dış işleri bakanını da alıp ananesinin adını taşıyan vapura biner. Vapurun yanında iki tane savaş gemisi hazır bekliyordur. Gemi hareket ettiğinde boğazda birbiri ardına atılan top sesleri yankılanmaya başlar.

Osmanlı İmparatorluğunda ilk defa bir Osmanlı Padişahı kaleleri fethetmek yerine gönülleri fethetmeye gidiyordu gavur memleketlerine…

28 Haziran’da gemi Toulon limanına varmıştır, Fransızlar Padişahı 101 pare Top atışı ile karşılarlar, gemiden inen padişah kendisi için özel hazırlanan tren vagonuna binerek Paris yolculuğuna devam eder. Paris tren garında Osmanlı Padişahını coşkulu bir törenle bizzat 3. Napolyon karşılar. Uzun ve yorucu yolculuktan sonra Padişah kendisine özel olarak hazırlanan Elyse sarayına yerleşir. 

“Padişah sarayda yoğun gezi programı öncesi dinlenirken sizin merak ettiğiniz bir soruyu da cevaplayayım, Osmanlı tarihinde Avrupa seyahatine çıkan tek padişah Abdülaziz’dir. Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu boyunca heykelini yaptıran tek padişah da odur. Devam edelim bakın neler daha olmuş… ”

Abdülaziz Fransa’daki ziyaretinde kraliçe Eugenie’ye hayran olmuştur, oğlu da Fransa gezisi boyunca Fransa prensesi ile çok yakın olduğu için Padişah tarafından uyarılmıştır. Fransız kraliçesi bir süre sonra İstanbul’a gelmiş ve kendisine ayrılan Beylerbeyi sarayında bir süre kalmıştır. Bu sürede ne olduğu hakkında bir bilgiye ulaşamadım…
Padişah, Fransa gezisinden sonra İngiltere’ye geçmiş burada İngiltere Kraliçesi ile görüşmüş, Belçika’ya geçmiş, Kral Leopold ile görüşmüş ve Viyana da Avusturya ve Macaristan kralları tarafından karşılanarak Varna’ya geçmiş burada kendini bekleyen yatına binerek 7 Ağustos’ta İstanbul’a geri dönmüştür…

Gelelim “Padişah’ın ayakkabıları” konusuna… Osmanlı hukukuna ve kurallarına göre padişahın adımını atacağı her yer payitaht yani Osmanlı toprağı sayılmaktadır. Padişah, fetih seferleri haricinde “Gavur toprağı” na ayak basamaz. Seyahat öncesi bu durum çok büyük bir kriz yaratır, sorun neyse ki çözülür, nasıl çözülmüş derseniz hemen anlatayım;

Türklerin Pratik Zeka ortalaması Dünya Pratik Zeka ortalamasının 5 puan üstündedir!. 

Sultan Abdülaziz’in seyahat boyunca kullanacağı tüm ayakkabıların tabanları açılmış ve içine İstanbul toprağı serpilmiş, sonra tabanlar tekrar kapatılmıştır. Ayakkabı tabanında bir katman İstanbul toprağı vardır ve padişah bu toprağa basarak yürüyecektir. Kriz çözülmüştür…. Bu gezi ile İstanbul Avrupa’nın birçok köşesini gezmiş tek kent olma özelliği de taşır.

Unutmadan Beylerbeyi sarayında Abdulaziz’in heykelini de görebilirsiniz…

Ahmet İNCEL

DEĞERLİ OKUYUCULARIM, BEN DE SULTAN GİBİ DÜNYA’NIN ÖBÜR UCUNA DOĞRU UZUN BİR YOLCULUĞA ÇIKIYORUM, BU NEDENLE ÖNÜMÜZDEKİ HAFTALARDA YAZILARIMI SİZLERE ULAŞTIRAMAYABİLİRİM… GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE..

Devamını Oku

YAŞAMI YAŞAMAK

0

BEĞENDİM

ABONE OL

YAŞAMI YAŞAMAK

Hafta sonunu çok değişik bir şekilde geçirdim.  Bana hediye edilen quad (ATM-dört tekerlekli motosiklet) turuna katıldım. Kuzey Afrika ülkelerine yaptığım gezilerde mutlaka birkaç gün çölde quadla geziye çıkmayı çok sevdiğimi bilen arkadaşlarım bu kez bu olanağı bana Bavyera eyaletinde sağladı. “Çölsüz quadın tadını mı olur” diye düşünerek pek isteksiz olarak Velsen’deki quad merkezine gittim, ama kaskımı takıp motorun üzerine binince içimdeki maceracı çocuğun yeniden canlandığını hissettim.   

Quad turuna katılan diğer üç kişiden ikisinin benden yaşlı olduğunu görünce “belli yaştan sonra bir şeyler mi kanıtlamaya çalışıyoruz” diyerek komplekse girdim , ama onların da  “maceracı çocuk” arayışında olduklarını düşünerek sakinleştim. Erding-Dorfen-Vilsbiburg üçgeninde     yaklaşık üç saat 120 Km. ye yakın yol yaptık.  Daracık çamurlu orman patikalarından, tepelerden, sadece ineklerin izlediği bir Formula 1 yarışındaki sürücü gibi quadın tadını çıkardım. İki rehberimizle birlikte altı quad yeşillikler arasında düğün konvoyu gibi süzüldük. Çok sevdiğim Bavyera’nın gizli güzelliklerini, maceracı bir ruhla bir kez daha keşif etmek beni çok mutlu etti “iyi ki katıldım” dedim. 

Neden anlattım
Şimdi durup dururken hafta sonu işlediğim haltı niye anlatıyorum… Hava mı atıyorum… İnanın ki hayır… Aramızda kırk yılı aşkındır bu ülkede yaşayanlar var, bunların çoğu  bu ülkeden adeta nefret ediyor ve “Allah’ım beni bir an önce bu ülkeden kurtarsa da vatanıma dönebilsem” diyor. Çoğu için kırk yıldır o an gelemedi: Hastalıklar,  çocuklar veya torunlar… Oysaki şöyle bir etrafımıza baksak ta Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi bu ülkenin de güzelliklerinin görebilsek, o güzelliklerden mutlu olmayı öğrenebilsek. Bu ülkeyi sevmek vatana ihanet değildir, vatanımız bakidir, onun yeri değişmez.  Ama Allah sadece Türkiye’yi güzel yaratmadı ki, o tüm kainatı eşsiz bir güzellikte yarattı. Hak ne yaparsa güzel yapar… 

Maalesef bu ülkede yaşayan insanlarımızın rahatsızlıklarının başında psikolojik rahatsızlıklar geliyor, niye çünkü bir çoğumuz burada mutlu olamıyoruz, mutlu olmayı denemiyoruz… Lütfen kabuğumuzdan çıkalım, Allah’ın bize verdiği güzellikleri görmeye çalışalım… Şimdi bazıları diyecek ki “o dediğin şeyler parayla olur”…  İnanın ki güzellikleri keşif etmek, yaşamdan tat almak, ömrünü kahve köşelerinde, gününü televizyon başında geçirmek kadar pahalı değil… 

Çünkü para, yaşamı yaşamaktan daha değerli değildir… 
Malum kefen-cep meselesi…     

Ahmet İNCEL

Devamını Oku

EGE'DE KARARTMA GECELERİ

0

BEĞENDİM

ABONE OL

EGE’DE KARARTMA GECELERİ

20 Temmuz 1974 sabahı uçakların bombardımanından sonra Türk ordusu 6:15’ten itibaren havadan indirme ve denizden çıkartma başlattı. Denizden çıkarma Karaoğlanoğlu plajına yapılmıştı. Rumlar, Türkiye’nin 1963 ve 1967’deki gibi adaya müdahale edemeyeceğini düşünmüş, bu yüzden ilk başta etkili müdahale edememişlerdir. Ancak akşama doğru karşı harekâta başlamışlardır. 

Kıbrıs harekâtıyla birlikte özellikle Ege sahillerinde karatma geceleri başlamıştı. Aydın’da evlerimizin tüm camlarını siyah elişi kâğıdı ile kaplamıştık. 

Geceleri kesinlikle ışık yakmamamız gerekiyordu. Her an Yunan hava saldırısı bekleniyordu. Bu karartma gecelerinde genelde sıcaklar nedeniyle komşular kapıların önünde hasırlar serip, gündüzden hazırladıkları börek ve poğaçaları yeyip çay içerlerdi. Hoş sohbetler çiğdem çıtlatarak dinlenirdi. 

Bu karartma gecelerinin en dinlenilen öyküleri ise börekçi Ayşe ninenin cin ile insanoğlunu aşkını anlatan korkunç hikâyeleriydi. Bu börekçi Ayşe ninenin bir de güzeller güzeli bir torunu vardı. Tabii bu güzel kızın da gizli yavuklusu da bendim. Kıpır kıpır delikanlı olarak ta karartma gecelerinde en çok saklambaç oyununu pek severdik. Sadece ay ışığını aydınlattığı sokakta saklambaç oynarken kızla oynaştığımızdan uzun süre saklandığımız yerden çıkmazdık. 

İşte böyle karartma gecelerinden birinde; Ayşe nine karşı evdeki komşuyu balkonda görünce “gız Fatma ne yapyon, sen de gelsene” “sağol Aşa nenem, İbram işten yeni geldi, pek yorgunuz, erken yatcaz gari böyün” “eyi, eyi dinlenin gari” Kapı önündekilerle sohbeti sürdüren Ayşe nine göz ucuyla da karşıdaki evi kesiyordu. Yaklaşık yarım saat sonra karşıdaki yarım yamalak kara kâğıtla kaplanmış banyo penceresinden mum ışıkları dışarı sızınca kinayence yanındakilere fısıldadı “bak gödün mü şimdi eyice dinlendile gari” . Ben de saf saf sordum: “Ne diyorsun Ayşe ninem anlayamadım?” Yanıt: “Siz güçüksünüz anlayavermeyin gari” dedi. Tabii ben ve torunu göz göze gelerek gülüştük “he, pek küçüğüz gari” 

İşte bizim oralarda karartma geceleri sanki hiç savaş tehlikesi yokmuşçasına hep böyle festival havasında geçmişti. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Kuyruklu yıldız altında izdivaç” adlı eserindeki gibi olaylar yaşanıyordu. 
Hep Ege’nin öte yakasındakiler karartma gecelerini nasıl geçirdiler diye merak ettim. Yıllar sonra Yunanlı dostlarıma hep bu geceleri anlattırdım. 
Onların anlatımlarına göre, zengin olanlar çoluk çocuk Atina’ya gitmişler. Bazıları da işlerini bırakamadıklarından sadece çocuklarını Atina veya civarındaki illerdeki akrabalarına göndermiş. Genelde durumu iyi olmayanlar adalarda kalmış. Böyle bir fakir bir ailenin çocuğu olan Yorgo bana karartma geceleri ile ilgili unutamadığı bir anısını şöyle aktarmıştı: 

“Karartmanın başlamasıyla birlikte tüm adadakiler evlerini bodrum katlarında yaşamaya başladı. Çoluk çocuk bodrumda bir odada geceyi geçiriyorduk. Kulaklarımız ise Türk uçaklarının sesini duyacağız diye radar gibi hep dinlemedeydi. Küçük bodrum penceresinden havada herhangi bir ışık belirtisi gördüğümüzde “Türkler geliyor” diye endişe duyuyorduk. Başımıza bu işleri açan Rumlara da çok kızıyorduk. İşte böyle gecelerden birinde karanlık bodrum odasında çocuk aklımla bir mantık yürüterek babama sordum “baba Türkler havadan gelirse uçak motorları sesinden duyarız, ama sessizce sahilden gelirlerse ne yapacağız?” Babam ani bir refleksle ağzıma bir tokat patlattı ve hemen ardından bana sarılarak ağlamaya başladı. Sürekli olarak benden özür diliyordu, sinirleri son derece gergindi. Bu babamdan yediğim ilk ve son tokat oldu”. 

İşte aynı denizin iki ayrı tarafından yaşayan insanların farklı ölüm korkusu algılamaları… 

Onlar bodrumdan çıkamazlarken, bizimkilerin gençleri sokaklarda flört yapıyor, çiğdem çıtlatıyor ve bazı evlerin küçük banyo pencerelerinden hafif mum ışıkları sızıyordu…
 
Ahmet İNCEL

Devamını Oku

ŞİMDİ ARTIK ALMAN OLACAĞIM

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ŞİMDİ ARTIK ALMAN OLACAĞIM

Bu sözler bana ait değil, gece yolda yarı baygın bulunup yüksek tansiyon nedeniyle cankurtaranla kliniğe  getirilen bir Türk hastaya ait. Yaşlılığın getirdiği demans nedeniyle kendini ifade edemeyen bu Türk hastanın durumu beni çok etkiledi. 

83 yaşındaydı ve 57 yıldır Almanya’da yaşıyordu. Eşi yıllar önce ölmüş ve bir miras meselesi nedeniyle yıllardır Türkiye’de yaşayan çocukları tarafından terk edilmiş. Bu İstanbul beyefendisi, artık ancak Almanca ve Türkçe’yi birbirinden ayıramadığından, her iki dili karıştırıp konuşuyordu. Onu, artık her iki dile hakim olmayan anlayamıyordu. Üzerinde yolda bulunduğu kirli giyeceklerle olan bu beyefendiye önce gerekli temiz giyecekleri sağladıktan sonra sohbet etmeye çalıştık. 

Ona Alman hükümeti bakıyordu ve tek başına yaşıyordu. “Salı günü yaşlılar yurduna alınmam için randevum var, ne olur beni o güne kadar tedavi edin ve buradan çıkarın” diyordu. Sonra bana yine iki dili karıştırarak bu yaşlılar yurdu isteğini anlatmaya başladı: “artık çocuklarımdan umudu tamamen kestim, son bir kaç yıldır kimsesizler yurdunda kalıyorum, arayan soran yok.  Yarım asrı aşkın bu ülkede yaşadığım halde hiç Alman vatandaşı olmayı düşünmedim. Ama şimdi mecburen kağıt üzerinde olmasa bile ŞİMDİ ARTIK ALMAN OLACAĞIM ve bir yaşlılar yurduna yerleşip bir Alman gibi burada öleceğim” dedi.

“Ölüme Alman olarak gidiş…” Bu zorunluluk beni çok etkiledi. Bu son olay nedeniyle daha önce yayınladığım makalemi tekrar yayınlama gereksinimini duyuyorum:

“Almanya acı vatan” – Gurbette ölmek – 

“Hacım, yıllarca gece gündüz çalıştın, bir gün bile “krank yapmadın” (rapor almadın), memlekete malı mülkü doldurdun, daha bir ay önce emekli oldun ve şimdi beni bırakıp gittin. Ben o kadar malı mülkü şimdi sensiz nasıl yiyeceğimi, içim nasıl içime sinecek?” Bunlar bir hastahanenin yoğun bakım servisinin önünde kendini yerlere atan, saçını başını yolması akrabalarınca engellenmeye çalışılan  ve birkaç dakika önce eşini kaybeden bir Türk kadınının koridorlarda çınlayan feryatları…

Kanser tüm bedenini sardığı için birkaç ay ömrü kalan altmış yaşlarında diğer bir Türk kadını:”tam emekli olup köyümüze yaptırdığımız evimizde artık hayalimdeki gibi yaşayacaktım, bu lanet hastalık beni buldu. On dört yaşında evlendirilip, on beş yaşında çocuk sahibi oldum. Beş çocuk yetiştirdim,  hayatım temizlik işlerinde geçti.  Kırk yıldır yaşadığım buraları ne sevebildim ne de bunların ne dilini öğrenebildim. Ben daha burada her gün uzaktan gördüğüm Olimpiyat kulesine bile çıkmadım. Şimdi yerin dibine gireceğim, ama en azından köyüme gömülmek isterim”

Şeker hastalığına bağlı olarak bir ayağı diz üstünde diğer ayağı da topuk üstünden kesilen yaşlı ve böbrekleri çalışmadığı için az bir zamanı kalan bir Türk bayan yatağında ağlayıp “benim İzmir’de yirmi tane dairem var, yıllarca çalışıp onlara yaptım, şimdi ne olacak? Onları damatlarım mı yiyecek” diyerek kesilen ayaklarından ve çok az kalan ömründen çok, dairelerini başkalarına bırakmanın acısını çekiyor.        

Alman kadın ağlayarak bin beş yüz Türkün yaşadığı kasabanın Türk derneğinin kapısını çalıyor “benim eşim Türk’tü. Bu gece öldü ve onun sizin Müslüman usullerinize göre gömülmesini istiyorum, lütfen yardım edin”. Yaklaşık otuz yıldır o kasabada yaşayan bu kişinin Türk olduğunu dernektekiler ilk kez duyuyor,  yıllarca onu Alman sanıyorlardı, çünkü Türk olarak, Türklerle muhatap olmaya gerek görmemişti, ama  Azrail onu kendine döndürmüştü. 

Bir çift öküz parası kazanıp dönmek için kırk, elli yıl önce için gurbete gelen birinci nasıl artık birer birer ölüyor… Ve hastahane koridorlarında benzeri feryatlar yükseliyor… Tüketilen ömürler ve tüketilemeyen, yenmeye kıyılamayan servetler… Kaybolan kişilikler…  

Bu insanlar deyim yerinde ise soğanı tuza basarak ömür geçirdiler. Soğanlarını bile daha ucuza gelir diye memleketlerinden getirmeye kalktılar. En zor işlerde çalıştılar,  “bana bir şey olmaz deyip”maskesiz kaynak yapmakla övündüler, en zehirli kömür ocaklarına indiler  Fazla mesai almak için hafta sonları da bir çalıştılar, kendi işleri haricinde ailecek temizlik işleri gibi ek işlerde çalıştılar. Boynunda evin anahtarı olan, yüreğinde yeteri kadar ana baba sevgisi olmayan çocuklar yetiştirdiler. Çünkü onların geleceklerini garanti altına almaktan onlara yeteri kadar sevgi vermeye zamanları olamadı…

Bu insanlarımız yıllarca Türkiye’de “sağılacak inek”, Almanya’da insan değil “işgücü” olarak görüldü. Bu insanlarımız çakma holdinglerin tuzağına düşürülüp “enayi” olarak görüldü. Bu insanlarımız bir türlü insan olarak görülemedi… 

Ve bu insanlarımız artık birer birer ölüyor… Bazıları altı çocuğuna rağmen bir hastahane odasında, başında yasin okunarak değil bir papaz eşliğinde son nefesini  veriyor… Bazıları bir yaşlılar yurdunda Almanca bilmediği için kimseyle konuşmadığından Türkçe’yi de unutup, tamamen konuşmayı unutuyor.  

Bu örnekler Almanya’daki yaşlılarımızdan, Türkiye’ye dönüş yapıp ta orada son yıllarını geçirmek isteyenlerin durumları da ayrı bir trajedi.  

Karanlık bir tablo çizmiş olabilirim, ama bunlar burada artık günlük yaşanan kaderler… Anlatmaya çalıştığım bu yaşam kesitlerinden durumun önemini vurgulamak istedim. Banka kredisi bitsin, Türkiye’de bir daire daha alayım,  yok kızı evlendireyim, oğlanı evlendireyim diyip ömrünüzü geçirmeyin, yaşadığınız ülkenin güzelliklerini görün ve onlardan yararlanın. 
 
Mümkünse, bu trajedileri yaşamadan bugünden önlemlerimizi alalım, bugünü kontrolü kaybetmeden en güzel şekilde yaşamaya çalışalım. 

Almanya bazıları için hep “acı vatan” olarak kaldı ve “ikinci vatan” olarak bir türlü içlerine sindiremediler…

Ahmet İNCEL

Devamını Oku

ALMANCI SENDROMU

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ALMANCI SENDROMU

Türkiye’de yaşayanlar, nedense Avrupa’nın hangi ülkesinde yaşarsa yaşasın, insanlarımız  için “Almancı” deyimini kullanıyorlar. Bu deyim eski zamanlarda “Almanyalı” olarak kullanılırdı. Kafalardaki tipik “Almanyalı” da üzerinde yanda tüyü olan fötr  şapkalı, elinde radyolu kasetçaları ve  vücudunuz bir kaç boy büyük gelen takım elbiseli bir tip olarak bilinirdi. Bunlar genelde Mercedes, Ford Granada, Taunus, Opel Kadet veya Ford minibüslere binerdi. Şimdi onların çocukları ve torunlarına “Almancı” diyorlar. Tipik “Almancı” da şu özellikler önyargılara temel olur:
 
Türkçe’yi bozuk konuşur, şahane modern görünümlü bir kız da olsa Türkçe’yi anne  babasından öğrendiği şekilde kırsal bir şiveye Almanca sözcükler karıştırarak konuşur.
 
Anavatanım der, ama Türkiye’nin hiç bir  şeyini beğenmeyip, sürekli eleştirir. Almanya’da iken “Vatan hasreti, gurbetçilik” gibi kavramlarla “Müslüm babacılık” oynayan bu tiplerimiz, Türkiye’deki sohbetlerde genelde “Bizim Almanya’da şöyle güzel, böyle güzel” diye ahkam keserler.
 
Bazıları yıllık altı hafta iznini köyünde kasabasında geçirirken, özellikle genç nesil tatilini Antalya, Bodrum gibi yerlerde geçirmeyi yeğlerler. Ama  maalesef bir çoğu da buralarda Avrupa’ya gelme meraklısı yakışıklıların ağına düşer ve eş ithal ederler…
 
Şimdi kısmi olarak önyargılara dayanılarak çizilen tiplemelerden sonra “Almancı sendromu” deyimine gelmek istiyorum. Bu deyim Avrupa’da yaşayan insanlarımızı çok rencide ediyor. Genelde cebi biraz para gördüğünden Türkiye’de karşısındakileri küçük görmeye başlayan ve hava atan basit insanlar için kullanılan bu deyimden hepimiz etkileniyoruz. Bu sendroma kapılarak ta aynı kaba konulmamak için yurt dışında yaşadığımızı saklamaya çalışıyoruz., ama  genelde de başarılı olamıyoruz.
 
Yurt dışından olduğumuzu saklayamamakta neden  başarılı olamıyoruz, bir kaç örnekle açıklamak istiyorum;
 
Bazı konularda saf oluyoruz, insanımıza çok güveniyoruz ama her seferinde güvendiğimiz o insanlarımız ve hatta yakınlarımız tarafından  tongaya düşürülüyoruz. Yurt dışında yaşayıp ta Türkiye’deki bir yakınına, dostuna para kaptırmayan yoktur ki,  holdinglere paralarını kaptıranlar konusuna hiç  girmeyeceğim.  Bilir misiniz; yurt dışında yaşayan çoğumuzun Türkiye’deki evlerinde kira ödeme gereği bile duymadan akrabaları oturur. “Onun nasılsa yeteri kadar var, boş ver” yaklaşımı vardır, ama o paraların ne  zorluklarla ve nelerden vazgeçilerek kazanıldığını kimse bilmek  istemez.
 
Bizi ele veren diğer bir örnek: Aydın’da yaşayan kuzenimle birlikte yaşamımda ilk kez bir şehir hamamına gittim. Her ikimizde aynı tip peştamala sarılı olduğumuz halde, keseci benim yurt dışında yaşadığımı anladı. Kendine nasıl anladığını sorduğumda  “bana teşekkür ettiniz ve bir şey isterken lütfen dediniz” dedi.
Bazı insanlarımızın teşekkür etme ve özür dileme özürlü olduğunu bildiğim halde şaşırdım. Biz buralarda alışmışız bir yerlere gittiğimizde bir makama çıktığımızda hemen selam veririz, ve Türkiye’de bu selamın alınmasını boşu boşuna bekleriz… Selam verdiğimizde bön bön yüzümüze bakarlar… Telefonla bir yeri aradığımızda önce kendimizi tanıtır, sonra söyleyeceğimizi söyleriz, yoksa telefonla aradığımızda  “sen kimsin?” diye sormayız.  Biz tanımadığımız insana ‘Sen” diye hitap etmeyiz,  bize edildiğinde de yadırgar, hakaret olarak görürüz. Ne başbakan ne de bir polis veya memur bize “Sen” diye hitap edemez… Ama ülkemizde görüyoruz ki başbakan bile televizyonda gazetecilere ve halktan insanlara sen diye hitap ediyor… Bu hitap şekli bizi çok kırar…
 
Son yıllarda bu “Almancı” yaklaşımı o kadar abartıldı ki,  resmi dairelerde, banka şubelerinde  ve özellikle  hastanelerde yurt dışında yaşayan insanlarımız adeta dışlanıyor ve hakir görülüyor. Genelde kıskançlıktan ve yurt dışında yaşayan bazı insanlarımızın kültür seviyesinin Türkiye geneline oranla oldukça düşük olmasından doğan bu yaklaşımlar,  her  iki taraf için de kırıcı oluyor.  Yurt dışında yaşayan çoğu insanımızın elli yılı aşan gurbet macerasında kültürünü kaybetme, asimile  olma  korkusuyla kendini izole ettiği ve  gelişmelere kapalı kaldığı bir gerçektir. Oysaki Türkiye’dekiler bu elli yılda sosyal açıdan büyük aşmalar kaydetti. Bazı konularda çarpıkta olsa kendini geliştirdi.
 
Bugün Türkiye’de adam televizyonda kameralar önünde kendisini aldatan karısıyla olayın nedenlerini tartışabilirken, Almanya’da adam  yedi yıl önce boşandığı eşini bir erkek arkadaş edindi diyerek  namus için şehrin göbeğinde bıçaklıyor. Çocuk ablasını Alman erkek arkadaşı var diye öldürüyor…     
 
Özet olarak Türkiye’dekilerden dileğimiz bize “Almancı” muamelesi yapmamaları, yurt dışında yaşayanlardan bazılarına da önerimiz ülkemiz de “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” yaklaşımını sergilemeleridir. 
 
Ahmet İNCEL  
 

Devamını Oku