SOLUCANLI ZEMİN ETÜDÜ

ABONE OL
18:53 - 01/10/2020 18:53
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Günümüz yapıları deprem, sel, heyelan gibi doğal olaylarla kolayca yıkılmakta. Bazı binaların çökmesi için doğa olayına bile gerek yok. Durup dururken kaşla göz arasında çökmekteler. Ne yazık ki her çöken yapının yapsatçısı, işin içinden sıyrılmak için kendince gerekçeler üretmekte. Olan canını ve malını yitiren yurttaşa oluyor sonunda.
Çocukluğumdan beri eski yapılara ilgi duyarım. Az da olsa tarihsel özelliği olan bir yapının yıkılması, yakılması, ortadan kaldırılması beni hüzünlendirir. Çünkü o yapıyla birlikte anılar, hayaller ve geçmişle geleceğin köprüsü de yok olmuş olur.
Günümüzün gelişmiş teknik olanaklarıyla yapılıp da ayakta duramayan binalara karşın yüzyıllara meydan okuyan eski yapıların dimdik ayakta durması çok ilginç. Mühendislik yok. Malzeme yetersiz. Gelişmiş teknik araçlar, makineler keşfedilmemiş bile. Bütün bu yoksunluklara karşın olağanüstü dayanıklılıkta yapıtlar ortaya çıkarılmaktaydı.

Bir yapının sağlam olması, öncelikle seçilen arsanın niteliğiyle başlar. Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, köyler, kasabalar genellikle dağ eteklerinde kayaların üzerindedir. Bazıları kartal yuvalarını andırır. Günümüz insanı doğaya teslim olan yapıları, öncelikle bu düzeni değiştirerek yaptı. Dağ yerine ovalar, vadiler, su yatakları tercih edilir oldu. Adeta felakete davetiye çıkarıldı.
Tam da burada çocukluğumdan kalan bir gözlemimi paylaşmak isterim. Karadeniz Bölgemiz özellikle sel, çığ, heyelan gibi doğa olaylarının oldukça zararlı olduğu yöremizdir. Hele Doğu’ya gidildikçe yağışların artması işi daha da zorlaştırır. Genç kaya sistemi ise heyelanların bir başka nedenidir.
Evler genellikle iki katlıdır. Alt kat ahır olarak kullanılır, üstte de insanlar yaşar. Eğimli, yağışlı arazideki evler, büyük bir özen gerektirmektedir.
İşe önce arsanın seçimiyle başlanırdı. Köyün akil adamları (ihtiyarları) toplanır, ev yapılacak araziyi incelerlerdi. İçlerinden biri eline bir çubuk alır, toprağı eşeler, bir şeyler ararmış gibi yanındakiler de dikkat kesilirlerdi. Eğer bu incelemelerde çubukla eşilen yerden solucan çıkarsa burası beğenilmezdi. Çünkü solucan gevşek toprakta yaşar. Doğaldır ki solucanlar orada tek başlarına yaşamazlardı. Hem onların beslendikleri hem de onlarla beslenenlerin yaşadığı yerdi buralar. Halkın “bol toprak” diye tabir ettiği böyle bir yere, ev yapılamazdı. Yapılan ev, olasıdır ki kuvvetli bir yağmurda kayıverirdi. İhtiyar heyeti, ellerindeki çubukla toprağı eşeleme işini sürdürür ve solucanların yaşamadığı, yuvalanmadığı sert kayalık bir yeri belirleyince rahat bir nefes alırlardı. Yanlarındaki birkaç gence direktifler verilir. Yeteri kadar küçük kazıklar, ince bir ip bulunur. Adımlama yoluyla inşaatın yapılacağı alan ölçülüp kazıklar çakılır, kazıklara ipler bağlanarak sınırlar belirlenirdi. Artık, evin temeli atılabilirdi.
Yüz yıllardır Anadolu halkı kendince bir zemin etüdü yaparak arsaları seçmekteydi. Basit bir toprak ve doğa gözlemiyle doğru yeri belirlemekteydiler. Birçok kuşak, aynı evde yaşlanmışsa bundandır. Yüz yılı aşan konutlar, ülkemiz coğrafyasında doğaya, her türlü yoksunluğa meydan okuyorsa bilgece bir gözlem nedeniyledir. Çünkü o insanlar, o evleri yalnızca yaşamak için yapmaktaydılar. Başlarına sokacak bir yuvaydı onlar için buralar. Onun içindi ki evlerin her malzemesi adeta bir sanat yapıtı gibi işlenir, süslenirdi. Her evin avlusunda dut, armut, kiraz, erik, elma vazgeçilmez meyvelerdi. Evlerle yaşıt ağaçlar mutluluk kaynağıydı. İlkbaharın sonunda başlayan meyve ziyafeti, nerdeyse kışa kadar sürerdi. Hem ruhlar hem de mideler doyardı doğa ananın cömert kucağında.
Oysa şimdi öyle mi? Evler yalnızca bir ailenin yaşam alanı değil. Yapsatçının çok kazanç elde edeceği bir kâr alanı. Böyle olunca da maliyet hesapları karışıyor işe. Zevki okşayan bir mimari, ruhu doyuracak bir avlu, malzemeye kişilik kazandıracak anlayış, geleceğe anıları taşıyacak bir mekân anlayışı yok. Dün değnekle özenle yapılan iş, gözleme dayalı bir zemin etüdüydü. Şimdilerde ise bunca teknik olanaklara karşın yapıların kurulacağı zemine bakan yok.
Teknoloji, gözünü para bürünmüş kişilerin elinde bir canavara dönüşüyor, hem de insan yiyen canavar. Para hırsı, teknolojik olanakları görmezden geliyor. İşte, bu nedenledir ki varlık denizi içinde yokluk okyanusunda çırpınıyoruz.

Adil Hacıömeroğlu

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.