GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (IV)

ABONE OL
18:21 - 01/10/2020 18:21
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 

GÜNEYDOĞU ANADOLU GEZİSİ (IV)
-Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır-
Habib-i Neccar, koşarak şehre gider ve Antakyalılara “Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun” diye seslenir. Bu sese kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır halk bunlara. Elçiler de, Habib-i Neccar da vahşice  şehit edilirler. Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve benzeri yoktur, putlarınızı terkedin ve bir olan Allah’a gelin” demeleridir.

Maho’nun yerindeyiz. Antakya’nın girişinde bir restoranın adı Maho’nun yeri. Gezimizin ikinci günü. Güneydoğu gezisinde ilk defa öğle yemeği yiyeceğiz. Bahçe dolu olduğu için kapalı alana hazırlamışlar bizim sofrayı. Bir ilgi bir telaş, garsonun biri geliyor biri gidiyor. Etrafımızda dört dönüyorlar. Şöyle bir kıpırdasan veya yüzlerine bir baksan koşup geliyorlar hemen, “Bir şey mi arzu etmiştiniz” efendim. O kadar ilgi bizi rahatsız etti, alışık da değiliz o kadar ilgiye bizler Berlin’de. Masada neler yok ki; ortasına nar ekşisi dökülerek servise konmuş patlıcan salatası, yine ortasına zeytinyağı doldurulmuş humus, süzme yoğurt, zahter salatası nar ekşili ve baharatlı, normal salata, domates ve biber ezmesi, közde biber, soğan ve domates, ciğer kavurma… 

Bize sadece yemek kaldı. Sofrada ne varsa sildik süpürdük. Hele domates salatası o kadar lezzetliydi ki demeyin gitsin.  Söylediklerine göre, kendi bahçelerinde yetiştirmişler bütün o turfanda sebzeleri. Biraz sonra  ana yemek geldi: Adana kebap. O kadar lezzetliydi ki sorduk “bunun hikmeti nedir” diye. “Hayvanı kendi çiftliğimizde yetiştiriyoruz” dediler. “Hepsi bu kadar mı? Sadece et farkı mıdır bu lezzetin sırrı?” Israrımız boşuna. Cevap güzel, “Meslek sırrıdır efendim.” 26 kişi yemek yedik ve hepsine  sadece 120 € ödedik. 
Namaz için yer sorduk, gösterdiler. O restoranla mütenasip düşmeyen küçük bir odayı  mescid yapmışlar. 5 veya 6 kişi zor sığıyor. Her tarafını örümcek bağlamış, çapraz bir yapısı var. Secde ettiğimizde pislikten burnumuzun direği sızladı.
Restoran sahibini sordum, şehir dışında dediler. Sorumlu genci çağırdılar. Oldukça saygılı bir genç. Dedim ki ona:”Restorana,  servise, yemeklere diyeceğimiz yok. Dünyanız için yaptığınız yatırım ve temizliğe de sözüm yok. Bizi memnun ettiniz. Ancak ahiret için bir yatırım düşünmemişsiniz. Bu şatafatlı restorana bu mescid yakışmamış.  Burası Allah’ın evidir. Biraz da olsa itina gösterirseniz Allah’ı da memnun etmiş olursunuz.” Takip görevini Emin ve İmran kardeşlerime bıraktım ve ayrıldık Maho’nun yerinden. 

Antakya’nın içine girer girmez Arkeoloji Müzesi”ne girdik hemen. Hatay Arkeoloji Müzesi (Antakya Mozaik Müzesi): Mozaik koleksiyonu zenginliği yönünden Fas’tan sonra dünyada ikinci, para koleksiyonu yönünden ise üçüncü sırada yer alıyormuş. Bakımsız bir müze. Tarihi eserlerin altlarındaki bilgilendirici yazılar silik. Tam olarak okuyamıyorsunuz. Bazı mozaiklerin de, çoğu bölümlerinin orijinali yok, yer yer dökülmüşler.
O resimlerin yanına, orijinaline sadık kalınarak tamamlanmış resimler konabilir. Böylelikle ziyaretçiler de resimlerin tamamını görme imkânına sahip olurlar. Bu fikrimi müzedeki görevlilere söyledim, yasak savar gibi, “Olur olur, söylenilmesi gereken yere söyleriz” diye tebessüm ederek cevap verdiler bana. 
Günlerden Pazar. Müze başka yere taşınacağı için her tarafı ziyarete açık değil. Sadece bir kısım mozaiklerin olduğu bölüm açık. Müzede sergilenen eserlerin çoğunluğu Antakya’nın Roma dönemine ait mozaiklerden oluşmaktaymış. Çok tanrılı dönem ile, tek tanrı inancına geçildikten sonraki döneme ait mozaikler farklı. Çok tanrılı dönemde mozaiklerle insan resimleri yapılırken, tek tanrılı dönemde mozaiklerle ağaç, çiçek  ve kilim desenleri yapılmış. Bu şu demekmiş; çok tanrılı dönemde resim yasağı yokmuş, tek tanrılı dönemlerde ise resim yasağı varmış. Dinin adı ne olursa olsun bu böyleymiş. İmran öyle anlattı.
Saint Pierre Kilisesi 
Saint Pierre Kilisesi, Hristiyanlık âleminin önemli merkezlerinden biriymiş. Yine rehberimizden öğreniyoruz kilisenin tarihini, 1860. Doğu Ortodoks kiliselerinin en eskisiymiş.  

Saint Pierre Kilisesi Hatay’da Habib-ün Neccar Dağı’nın eteklerinde yer almakta. Kilisenin yarısı dağ etekleri oyularak yapılmış. Hz. İsa’nın dinine mensup olanlara Hristiyan adı bu kilisede verilmiş. Aynı zamanda, Hristiyanlık dininin ilk Katolik ve ilk mağara kilisesiymiş. En önemlisi buranın, Hristiyan alemi için, Kudüs ve Roma gibi kutsal bir yer olmasıymış. Vatikan tarafından 1963 yılında hac yeri olarak kabul edilmiş. Havarilerden Petrus Antakya Kilisesisi’nin kurucusu ve ilk papazıymış. 
Kilisenin bu dağın eteğine yapılmasının sebebi ise: Tek Allah’a inananların toplum tarafından sıkıntıya sokulmalarıymış. O insanlar sohbetlerini ve ibadetlerini burada, halkın gözünden uzak yerde yaparlarmış. Baskın korkusundan dolayı, kilisenin arkasında dağa doğru bir kaçış kapısı bile varmış.
Biz kiliseyi uzaktan gördük. Tamir dolayısıyla kapalıymış. Ali Aksoy bu kapı kapalıysa biz de öbür kapıdan gireriz, orası açıktır belki diye teklifte bulundu.  Bu teklifi saat 12’den sonra söylediği için, arkadaşlar tarafından kabul görmedi. Hatta gülüşmeler bile oldu. Ali Aksoy Karadeniz’lidir. 
Uzaktan da olsa fotoğraflar çektik ve çekildik. Sonra da ayrıldık oradan. Hedefte Harbiye var. Emin yolu şaşırmış olacak ki; bizi epeyce dolaştırdı dar Antakya sokaklarında. Sonunda bulduk Harbiye yolunu.

Harbiye (Defne) 
Yeşili ve şelalesi bol olan güzel bir yer Harbiye. Antik çağın ünlü bir kentiymiş burası. Eski günlerdeki kadar olmasa da gözlerinizi dinlendirebileceğiniz, kuş sesleri arasında rahat bir uykuya dalabileceğiniz, asma restoranlarında çay içebileceğiniz manzarası büyüleyici bir yer Harbiye. İki yamacın arasında bir vadi. 
Ancak, daha ilk adımınızı atar atmaz, bu güzelim yerin siyasi amaçlı olarak kullanıldığını anlıyor ve üzülüyorsunuz. Satıcıların tezgâhlarında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından, son zamanların ünlü paralel yapısını oluşturan zata kadar siyasi bir anlamı olan resimler hep orada. Belediye bu güzelim yerde siyaset yapanlara müsaade etmemelidir diye düşündük, ama sadece düşündük. Orası herkese açık bir dinlenme tesisi olmalıdır, diye de düşüncemizi açığa vurduk.  Kısa sayılabilecek bir süre içinde terk ettik o güzelim manzarayı.  Asma restoranlarda bir çay bile içemedik. Yine eriğe talim ettik. 
Böylesine güzel bir manzara bahşetmiş Allah Antakya’ya, onlar bu güzelliğin kıymetini maalesef bilmiyorlar. Harbiye’ye pislik yuvası dersek abartmış olmayız. 
Apollon ve Dafni’nin hikayesi şöyle 
İmran anlattı:  “Antik Yunan mitolojisinde anlatılan bir efsane varmış. Bu efsaneye göre Apollon, Yunan Deniz Tanrısı Peneus’un kızı Dafni’ye (Defne) aşık olmuş. Bu umutsuz bir aşkmış. Çünkü, Apollon aşk tanrısı Eros’un oklarından birine hedef olmuş.
Apollon aslında çok iyi bir okçudur ve övünmeyi çok sever. Bir gün kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit’in oğlu Aşk Tanrısı genç Eros ile karşılaşır ve ona, okçuluğu konusunda alaycı sözler söyler. Buna karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk duygusu verecektir. Diğeri ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. 
Bırakır okları yayından Eros. Altın ok, Apollon’un kalbine saplanır ve Apollon Defne’ye tek taraflı aşık olur. Diğer ok da Defne’nin kalbine saplanmıştır ve böylece  Defne, Apollon’dan sürekli kaçar ve onun aşkını her defasında reddeder.

Bir gün Defne yine Apollon’a yakalanır. Defne,  Yunan Deniz Tanrısı olan babası Peneus’dan yardım ister. Peneus da, bakar kızı zor durumda, fazla vakit geçirmeden hemen onu defne ağacına dönüştürüverir. Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini dinler ve şöyle seslenir Defne’ye göz yaşları içinde: “Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana yazılacak.” 
Bu tatlı sözler karşısında Defne pişman olur Apollon’un aşkına karşılık vermediğine.Pişman olmuştur olmasına da, iş işten geçmiştir, geriye dönüşü yoktur.  Dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar. Apollon, kendisine doğru eğilen bu dalların yapraklarından başına bir taç yapar. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir.  Apollon’un göz yaşları ise bugün hala Harbiye’de şelale olarak akmaktadır. O günden beri de Apollon  o tacı hâlâ heykellerinin başında taşımaktaymış.“ Aşkın böylesine can kurban.
Bu efsanenin kanıtlarından en önemlilerinden biri Antakya Arkeoloji Müzesini’nde bulunan Apollon ve Dafni mozaiğiymiş. Ayrıca burada yaşayan halk, Harbiye’deki bu şelalelerin, Apollon’un  gözyaşlarından oluştuğuna inanırmış. Bundan dolayı, Harbiye’nin şelalelerine “Apollon’un Gözyaşları” adını vermişler. Şelaleler bugün, defne ağaçları arasından hüzünlü hüzünlü süzülmektedir. 
Civarda evlenen gençler bu aşka şahit olmak için, mutlaka buraya gelir fotoğraf çektirirlermiş. Biz de gördük orada yeni evlenen bir çifti. Onlarla fotoğraf çektirerek mutluluklar diledik. 
Habib-i Neccar Camii

M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden Yahya (Yuhanna) ve Yunus’u (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya’ya girerken koyunlarını otlatan marangoz (Habib-i Neccar) ile karşılaşırlar. Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa’nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakya’lılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmazlar ve onları öldürmeyi planlarlar. Bunu öğrenen Neccar, koşarak şehre gider ve Antakyalılara “Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun” diye seslenir. Bu sese kimse kulak vermez. Acımasızca saldırır halk bunlara. Elçiler de, Neccar da vahşice  şehit edilirler. Suçları “Allah birdir, O’nun eşi ve benzeri yoktur, putlarınızı terkedin ve bir olan Allah’a gelin” demeleridir. Tefeci bezirgânlar her zaman iş başındadır. Bu bezirgânların korkulu rüyaları peygamberler ve o peygamberlerin yolunda gidenlerdir.

Bu olay Kur’an’ın Yasin suresinde şu şekilde anlatılmaktadır:
“ Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti. 
Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini yalanlamışlardı. Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: “Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz.”
Dediler ki: “Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman olan Allah da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz.”
Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir.”
“Bizim üzerimizde de sorumluluk ve görev olarak apaçık bir tebliğden başkası yoktur.”
Dediler ki: “Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer bu söylediklerinize bir son vermeyecek olursanız, and olsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acı bir azap dokunacaktır.”
Dediler ki: “Uğursuzluğunuz, sizinledir. Size öğüt verildi diye mi uğursuzluğa uğradınız? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz.”
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi.
“Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”
“Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O’na döndürüleceksiniz.”
“Ben, O’ndan başka İlahlar edinir miyim ki, Rahman olan Allah, bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.”
“O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.”
“Şüphesiz ben, sizin Rabb’inize iman ettim; işte beni işitin.”
Ona: “Cennete gir” denildi. O da: “Keşke benim kavmim de bir bilseydi” dedi.
“Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını.
Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.
Ancak onlara, yalnızca bir tek çığlık yetti; anında sönüverdiler.
Yazıklar olsun kullara ki onlara bir elçi gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.”(Yasin 13-32)
İşte uzaktan koşarak gelen ve kavmini uyarmaya çalışan bu Allah Dostu insan, Habib-i Neccar’dır. Hatay’a yolu düşenler mutlaka bu şehidi ziyaret etmelidirler. Medfun bulunduğu bugünkü Cami kendi ismi ile anılmakta. Etrafı medrese odaları ile çevrili olan cami avlusundaki şadırvan 19. Yüzyıl eseriymiş. 
Otelimize geldik. Hemen yemeğe geçtik. Tepsi kebabı var, künefe var. Özlemini çektiğimiz künefenin anayurdundaydık. Ama kendisine kavuşmak için büyük bir sabırla beklediğimiz künefe, o künefe değildi. İştahımız kursağımızda kaldı. Çaresiz yedik. 
Yemek yerken bir gürültü patırtı çıktı ki demeyin gitsin. Pencerelere koştuk. Bir de ne görelim. Sarı kanaryalar sokakta. Şampiyon olmuşlar da onu kutluyorlarmış. Nusret hanımıyla birlikte attı kendisini sokağa ve karıştı kanaryaların arasına. Kocaman bir bayrak satın almış sokak başındaki bayrak satıcısından…

Yemekten sonra, birkaç arkadaşla birlikte biz de çıktık sokağa. Asi Nehri’nin kenarında yürüyecek ve uygun bir yerde zevkine kahve içecektik. O güzelim Asi Nehri burnumuzun direğini sızlattı. Şehrin lağımı oraya akıyor olmalı. Hemen uzaklaştık Asi Nehri’nden ve daldık şehrin içine doğru. Biraz içeride nargileci kahvesi var. Oturduk kahveye. O ağır nargile kokusu içinde kahvelerimizi zar zor içebildik ve oradan da uzaklaştık. Sadece kahve içip sohbet edebileceğimiz bir mekân maalesef bulamadık. Belki Pazar günü olmasından kaynaklanan bir şanssızlık olabilir diye düşündük. 
Bir günde o kadar çok çeşitli yemek yedik; bizleri rahatsız etti.  Midelerimiz ekşidi. Ünal daha çok rahatsız olmuş olmalı ki, Mardin’de hastaneye yattı, Urfa’daki çiğ köfteyi suçlu olarak ilan etti. İki litre kolayı bir oturuşta içtiğini, hatta arada bir atıştırdığı çikolataları çoktan unutmuştu herhalde.
Bizler de, Ünal’ın durumuna düşmemek için Antakya’dan sonra öğle yemeğini iptal ettik. Öğle yemeğini çorba gibi hafif yemeklerle geçiştirme kararını aldık ve bu kararımıza sadık kaldık. 
Sabah 07 ‘de düştük yine yollara. Hedefte Gaziantep var. Fıstık ve zeytin bahçelerinin arasından süzülerek, uzayıp giden Amik Ovası’nın bağrında dinlenerek, hayal gücümüzün fantezileriyle uyuduğumuz uykudan uyanıverdik Antep’in girişindeki polis kontrol noktasında. Yüreklerimiz hoplamadı desek yalan olur.  Neyse ki, Suriye’den gelen kaçakları arıyorlarmış.

Eski İpek Yolu’nu sembolize eden deve kervanlarının heykelleri var Antep’in girişinde. Aracımızdan indik,  Zeugma Mozaik Müzesi’nin önünde. Şanssızlık bu ya o da kapalı. Pazartesi günleri müzeler kapalıymış Antep’te.
Eski Antep evlerinden başladık şehri turlamaya. İmran ve Emin’in üniversiteden arkadaşları olan Selçuk anlatıyordu Antep’i bize. O da turist rehberiymiş.  Atatürk’e, Karayılan’dan, Şahin Bey’den, Şehit Kamil’den daha fazla yer verince anlatımlarında, söz aldım ve düzeltme ihtiyacı hissettim:: “Antep’i  gazi yapanlar, Karayılan, Şehit Kamil ve Şahin Bey’dir. Bizler daha çok onların kahramanlıklarının hikâyelerini dinlemek isterdik”.
Saygılı bir şekilde haklısınız efendim diyerek gönlümüzü almak istedi Selçuk. Biraz sonra da otobüsten indi. Benim sorumdan mı rahatsız oldu, yoksa işi mi vardı bilmiyorum. Biz Antep’i turlamaya devam ettik. Hedef Antep Kalesi…
Devam edecek
Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.