Rüştü Kam

Rüştü Kam

24 Mart 2025 Pazartesi

    DUA/ YAKARIŞ

    DUA/ YAKARIŞ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    -Allah’ım, Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, yolsuzlukların alıp başını gittiği, at izinin it izine karıştığı bu yalan dünyada, ne olur, yardım et bize-”

    Sevgili okuyucularım. Bunaldığımız zamanlar çok oluyor. Göğsümüz daralıyor, içimiz sızlıyor, içimiz içimize sığmıyor, ama fazla bir şey yapamıyoruz. Bağırıp çağıran, küfürler savuran yapamayacaklarını yapacağım diyerek rahatlamaya çalışan çok insanımız var. Bir öfkedir gidiyor. Bütün bu olumsuzlukları bizlere yaşatan, gazetelerde okuduğumuz, internette okuduğumuz, seyrettiğimiz, televizyonlarda gördüğümüz hatta cep telefonlarında anında vakıf olduğumuz, gösellerdir, haberlerdir.

    Dizi film izler gibi, sokaklarda vahşice öldürülen insanların ölümünü seyrediyoruz, savunmasız çocukların, kadınların ölümlerini izliyoruz. Bütün bu vahşet sahnelerini normal bir olaymış gibi izliyoruz. Rahatsız olmadığımızı sanıyoruz ama aslında hepsini içimize atıyoruz. Zamanla da bünyemiz kaldırmaz hale geliyor bu olup bitenleri. Hırçınlığımız ondan, bağırıp çağırmamız ondan. Stres diyorlar bu çaresizliğin verdiği tahribatın adına. Depresyonlara giriyoruz. Psikologlarda aylarca sıra bekleyen insanımız var.

    Yapabileceği bir şeyi olmayan tüm insanlara ben sığınma öneriyorum. Allah’a sığınmak, ondan yardım dilemek, O’nunla konuşmak, derdini O’na anlatmak. O’na çaresizliğimizi anlayacak ve gerekeni yapacaktır. Bu durumda hem sahibimizden yardım dilemiş olacağız hem de aylarca sıra beklemeden her an psikoloğumuzla buluşup dertleşebileceğiz. Ben örnek olacağını düşündüğüm bir dertleşme, yakarma metni yazdım, yani dua metni, beddua metni değil. Yere diz çökün, ellerinizi göğe doğru açın ve okuyun bu metni, deneyin, inanın iyi gelecek:

    Tevhid

    Allah’ım, varsın, birsin, eşin ve benzerin yok, doğmadın ve doğurmadın, ezelisin ve ebedisin, güç ve kuvvet Sahibisin, adilsin, cömertsin.

    Allah’ım biz Sana inandık, meleklerine inandık, kitaplarına inandık, peygamberlerine inandık, ahirete inandık, öleceğimize ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize inandık iman getirdik. İmanımızı kabul eyle.

    Biz senin elçilerin arasında ayırım yapmadık, ne buyurduysan hepsini işittik ve itaat ettik. Ey Allah’ım bütün yollar sana çıkar, bizi doğru yolundan ayırma. İmanımıza şüphe düşürme, şirke düşürme, vesvese verme.

    Allah’ım, bilerek ve de bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahlarımız varsa, biz onları işlediğimize pişman olduk, bir daha günah işlemeyeceğimize dair, Sana söz veriyoruz günahlarımızı affeyle.

    Ey Allah’ım, küfre sapan topluma karşı ayaklarımızı yere sağlam bastır ve yardım et bize.

    Fatiha

    Övgüye layık olan Sensin, Rahmansın ve Rahîmsin, din gününün Sahibisin, biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yolundan ayırma, nimet verdiklerinin yolundan ayırma. Dalalette olanların ve sapıtanların yolundan uzak tut.

    İbadetler

    Allah’ım, kıldığımız namazlarımızın kıyamını, kıratını, rükûunu, sücûdunu kabul eyle, kıyamet gününde eski bez parçası gibi yüzümüze vurma.

    Allah’ım, namazımız bizi kötülüklerden uzaklaştırsın, zekâtımız ihlasımızı artırsın, cömertliğimizi artırsın, haccımız birlik ve beraberlik ruhumuzu geliştirsin. Cihadımızla kötüleri ve kötülükleri defedelim, duruşumuzu belli edelim, zalimlerin karşısında dimdik duralım, eğilmeyelim, mazlumların yanında olalım, haksızlık karşısında susmayalım, kıyam edelim. Ne olur zalimlere karşı yardım et bize.

    Ana ve babamızı affet

    Allah’ım, Sen bize dünyada ve ahirette iyilikler nasip eyle, ateşten koru. Anamızı babamızı affet, mü’minleri affet ve hesap gününde onların kitaplarını sağ yanlarından ver.

    Allah’ım, rızkımızı artır, ilmimizi artır, imanımızı artır, göğsümüzü genişlet, muradımızı anlaşılır eyle, cömert olalım, kimsesizlerin, yetimlerin öksüzlerin, yardıma muhtaç olanların velisi olalım. Mazlumun yanında zalimin karşısında duralım. Özgüvenimizi artır, maddeye kul olmayan cömert kullarından eyle bizi.

    Kur’an’ın yolu

    Allah’ım, yolumuz Kur’an yolu olsun, yönümüz Kur’an’a dönsün, Kur’an bize ışık olsun, aydınlatsın yolumuzu.

    Allah’ım, Yolunda bizi sabit kıl, gerisin geriye döndürme bizi.

    Allah’ım, şeytanın şerrinden, şeytanlaşmış insanların şerrinden, münafıkların şerrinden, zalimlerin şerrinden, riyakârların şerrinden, takiyyecilerin, yılışıkların, içten pazarlıklı insanların şerrinden koru bizi.

    Para için, makam için, mevki için dinlerini, mukaddes değerlerini satabilecek kadar adileşen, başkalarıyla iş tutan, milli ve manevi değerlerimizi ayaklar altına alan, vatanımıza başkalarına peşkeş çeken, gözü dönmüş sahtekârların, hainlerin, takiyyeci Müslümanların şerrinden koru bizi.

    Gücümüzün üstünde yük yükleme

    Allah’ım, bize gücümüzün üzerinde yük yükleme, takat yetiremeyeceğimiz bir teklifte bulunma. “Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük kendi aleyhinedir, kişinin emeği ile kazandığı kendi lehinedir, başkalarının sırtından kazandığı kendi aleyhinedir” buyuruyorsun, bize helalinden kazançlar nasip eyle. Kazandıklarımızı da cömertçe, karşılığını yalnız Sen’den bekleyerek muhtaç olan diğer insanlarla paylaşmayı bizlere nasip eyle.

    Ey Rabb’imiz! Unutur yahut hata edersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb’imiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabb’imiz! Bize, güç yetiremeyeceğimiz şeyleri de yükleme. Affet bizi, bağışla bizi, acı bize. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Küfre sapanlar topluluğuna, din düşmanlarına vatan hainlere karşı yardım et bize!

    Dünya Müslümanları

    Güç kuvvet sahibi, irade sahibi yüce Rabbim, Ey iman edenler, “iman ediniz” buyruğunla bütün İslâm alemine tecelli et. Müslümanlar yeniden iman etsinler, kendilerine gelsinler, duruşlarını belli etsinler, silkinsinler ve kıyam etsinler:

    Ve zalimlerden hesap sorsunlar, hiçbir günahı yokken tecavüz edilen analarımızın, bacılarımızın, kız kardeşlerimizin hesabını sorsunlar.

    Hiçbir günahı yokken acımazsızca katledilen çocukların hesabını sorsunlar, hiçbir günahı yokken hunharca öldürülen, üzerlerine bomba yağdırılan savunmasız insanların, ihtiyarların, sivillerin hesabını sorsunlar.

    Kıyam etsinler ki; ellerinden yiyecekleri alınan, içecekleri alınan, giyecekleri alınan, ülkelerine, topraklarına zorla girilen, işgal edilen çaresiz insanların hesabını sorsunlar.

    Yakarış

    Allah’ım bize yardım et, aç kollarını ve sımsıkı sarmala bizi, yaslanalım göğsüne, koyalım başımızı omuzuna, okşa saçlarımızı, dindirelim göz yaşlarımızı, senin göğsünde huzur bulalım, mutlu olalım.

    Allah’ım Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, at izinin it izine karıştığı, yolsuzlukların alıp başını gittiği bu yalan dünyada, ne olur, bu kadar mutluluğu çok görme bize.

    Ve bu dünyadaki görevimiz son bulduğunda, sana gelmemiz için emir buyurduğunda, son nefesimizde iman nasip et bize. Karşına boynu bükük olarak çıkmayalım, görevini yapmış, yapacağını yapmış, yapamadığını ise Sahibine havale etmiş gerçek bir mü’min olarak çıkalım karşına. Ne olur yardım et bize! Amin.

    Rüştü KAM

    Devamını Oku

    ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK GEÇİRMEDİK 

    ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK GEÇİRMEDİK 
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL


    1915 yılının temmuz ayı. Aynı zamanda Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale Savaşında orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır.

    Ramazan Bayramı

    Nihayet, Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?”

    Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir:

    “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım.

    Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde  bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış ariflerden, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu, evet tanıyorum onu, o evet o idi. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle…

    Bayram Namazı

    12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaktık. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arefe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. Namazı o kıldırıyordu. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.”

    Kısa bir sessizlikten sonra, ariflerden olan o kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. “La ilahe İllallah”…

    Seslerimiz, yankılanarak geriye geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber…

    Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah…”, “La ilahe İllallah…”

    Sonradan anladık ki bu sesler, İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, onlar da anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri’yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)

    Seyit Onbaşı

    “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale’ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir.

    İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış.

    Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya. Deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış.

    Yahya Çavuş Sahne Alıyor

    Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 kınalı kuzunun hepsi orada şehit düşmüşler.

    Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler. Sormuşlar subaylarına “biz kiminle savaşıyoruz?” diye. Subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da çevirmişler silahlarını Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler…

    Conk Bayırı

    63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat!” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.”

    Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış.

    Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde bizzat kendisi savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız.

    Çanakkale Destanı

    “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

    En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

    -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

    Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

    Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “

    Ben derim ki; Çanakkale anlatılmaz, yaşanır. Ey Türk’ün evladı! Ve ey Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler gurbetçiler, sizlere tavsiyemdir; Çanakkale’yi mutlaka ailenizle birlikte yaşayınız. Üzerinde nefes aldığınız o topraklar orada yatan şehitlerimizin emanetidir. Unutmayınız…!

    Rüştü KAM

    Devamını Oku

    HRİSTİYANLAR DA ORUÇ TUTAR MI?

    HRİSTİYANLAR DA ORUÇ TUTAR MI?
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    -Oruç; günahlarımızı, suçlarımızı fark etmek ve gururumuzun kırılması için, alçak gönüllü olmayı öğrenmek ve tövbe etmek için, Tanrı’yla daha derin ve anlamlı bir ilişki kurabilmek için, Tanrı’nın hayatımız için olan planını daha iyi bir şekilde anlamak için, bedensel ve maddesel şeylerden bir süre için uzaklaşarak yaptığımız, Kutsal Kitap okuma, dua ve yakarışla birlikte sürdürdüğümüz, bir ibadet biçimidir-.

    Dr. Katrin Visse

    Berlin Katolik Akademisi’nin (KA) Sözcüsü

    Berlin Katolik Akademisi’nin (KA)sözcüsü muhtereme Dr. Katrin Visse, Türk Eğitim Derneği’nin (TED) iftar sofrasına konuk oldular. İftardan sonra Hristiyanlıkta oruç ve cemaatleşmenin önemi konulu bir sunum yaptılar. İlgi ile izlenen sunumdan sonra soru ve cevaplar ile sunum genişletildi. Sunum Almanca olarak yapıldı. Daha sonra Hüseyin Bozkurt sunumu sizler için Türkçe’ ye çevirdi: Okuyalım:

     “Bu güzel davet için çok teşekkür ederim. Burada olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Almanca konuşacağım, çünkü maalesef çok az Türkçe biliyorum.

    Hristiyanlıkta Oruç

    Rüştü Kam, benden oruç hakkında bir sunum yapmamı istedi.

    Müslümanlar bana Ramazan ayında bazen soruyorlar: “Siz de oruç tutuyorsunuz, değil mi?”

    Buna cevap olarak, Hristiyanlıkta zengin bir oruç geleneğinin mevcut olduğunu söyleyebilirim. Hristiyanlıkta oruç, duaya vurgu ve yoğunluk verir. Özellikle Tanrı için açlığı ve O’nun iradesini ifade eder. Oruç Hristiyan öğretisinde özellikle açgözlülük günahına karşı bir imandır. Oruç genel itibariyle, belirli bir zaman diliminde perhiz yapma, yeme, içme ya da belirli yiyecekleri yememe, konuşmama, cinsel ilişkiden uzak durma, ağız ve kulak gibi organları yalandan ve kötü sözden koruma gibi şekillerle icra edilen bir ibadet olarak tanımlanır. İsa Mesih’in oruç tutmuş olmasına, Yeni Ahit’te atıfların olması, orucun Hristiyanlık için de önemli bir ibadet olduğunun göstergesidir. İlk Hristiyanlar özellikle çarşamba ve cuma günleri oruç tutmuş, senenin muayyen zamanlarında genelde et ve süt mamullerini tüketmemeyi tercih etmişlerdir.

    Mesela bizim oruç geleneğimiz yiyecekleri ve içecekleri çeşitlendirmiştir. Şöyle ki:

    · Alkol oranı yüksek bira tüketiriz – Oruç döneminde enerji sağlamak için tüketilen özel bir bira türüdür-.

    · Maultaschen (Mantı) tüketiriz – İçinde gizlenmiş et olduğu için “Tanrıyı kandıranlar” anlamına gelen bir yemektir-.

    · Yumurta – Oruçlu iken yenilmez. -Oruç sonrası tüketilen temel bir besindir-.

    · Yumurtalı likör – Yumurtaları uzun süre saklayabilmek için geliştirilmiş bir içecektir-.

    Görüldüğü gibi oruç̧, kişinin, ruhsal olanı aramak için bazı yiyecek ve içeceklerden belirli bir süre uzak durması demektir.

    Burada, Hristiyanların Irak’ta nasıl oruç tuttuklarından da bahsedebilirim. -Orada oruç tamamen vegan bir şekilde tutulur-.

    Günümüzde “7 hafta boyunca bazı şeylerden uzak durmak” adlı uygulamalar vardır. Örneğin; 7 hafta boyunca kıskançlık, televizyon veya sosyal medyadan uzak durmak gibi. Oruçlu bu süre içinde bilinçli olarak kendisi için vazgeçilmez sandığı bir şeyden uzak durur.

    (Açıkçası, Müslümanların “Yedi hafta boyunca tatlı yemeyeceğim” dediğimde belki de hafifçe gülümseyeceklerini düşünüyorum.)

    Ayrıca başka oruç zamanları da vardı (ve hala resmi olarak var):

    · Örneğin, pazar günü ibadet öncesi orucu.

    · Belirli tövbe günlerindeki oruç gibi.

    Fakat dürüst olmak gerekirse, bugün Almanya’daki Hristiyanlar için oruç bir anlam taşımıyor. Artık normalde birlik duygusunu güçlendiren oruç ibadeti bugün, eski fonksiyonunu ifade etmiyor. Yani önemini yitirmiştir.

    Matta İncili’nde de şöyle bir ayet vardır:

    “Oruç tuttuğunuzda, ikiyüzlüler gibi somurtmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara göstermek için yüzlerini asarlar. Size doğrusunu söyleyeyim, onlar ödüllerini almışlardır. Fakat sen oruç tuttuğunda, başını yağla ve yüzünü yıka. Öyle ki, insanlara değil, gaipte olan Tanrı’na oruç tuttuğun belli olsun. Gizli olanı gören Rab, sana karşılığını verecektir.”  (Matta 6:16-18))

    Oruçla ilgili belki de gerçekten önemli olan tek şey, gözlere oruç tutturmaktır. Biz, Paskalya’dan önceki hafta, kilisedeki haçları – özellikle de çarmıhtaki İsa figürlerini – örteriz. Ardından Kutsal Cuma’da bu haçları yeniden açarız ve onlara bu sefer daha dikkatli bakarız. Ama bunun dışında, oruç, yani toplu ibadet, bugün artık dinimizde o kadar büyük bir rol oynamıyor. Bugün oldukça yozlaştık ve determinist bir topluluk olduk. “Zihinsel bir din” haline geldik.

    Bu durum biraz üzücü, çünkü burada bu iftar sofrasında sizleri görünce orucun ne kadar güçlü bir bağ oluşturduğunu görüyorum.

    Sizi görünce, Hıristiyanlar için neyin önemli olduğunu düşündüm. Elbette İncil bizim için önemlidir, içindeki kıssaların çoğunu (hepsini değil!) biliyoruz. Ve bizim için iyi insan olmak çok önemlidir: Hastaları ziyaret etmek, muhtaçları doyurmak… Bunu hepimiz biliyoruz,

    Müslümanlar da aynısını yapıyorlar.

    Peki bizim için cemaati oluşturan temel unsur ne olmalıdır? Tıpkı Ramazan’da sizde olduğu üzere.

    Birbirimizden çok ama çok farklı olsak da bizi bir arada tutan şey nedir bugün? Mesela değişik dünya görüşüne sahip olan siyasetçiler bir araya gelebiliyorlar. Nedir onları bir araya getiren şey?

    (Friedrich Merz; CDU

    Hanna Steinmüller ;(Mitte’den Yeşiller Milletvekili)

    Monika Grütters CDU

    Andrea Nahles ve Malu Dreyer; SPD

    AfD’den Beatrix von Storch,

    BWS’den; Oskar

    Lafontaine …)

    Beraber yapılan İbadet

    Bu, pazar günü yapılan ayindir – en azından Katolikler için öyledir.

    Ben de genellikle pazar günü ya da cumartesi akşamı, tam karşıda bulunan St. Christophorus Kilisesi’ne giderim.(Kilise derneğin tam karşısındadır)

    Ortak ibadet, tüm Hristiyanların dünya çapında paylaştığı bir şeydir. Tüm Katolikler aynı ayini uygularlar.

    1965’ten bu yana Almanya’daki ayinlerde, Almanca konuşulmaktadır. Öncesinde Latince konuşuluyordu.

    Bugün Türkiye’deki bir kiliseye gitsem, kullanılan kelimeleri bilirim – vaaz hariç. Ama

    vaaz o kadar önemli değildir; çünkü birçok insan vaazı dikkatlice dinlemez veya kendi

    düşüncelerine dalar gider.

    Ayin içeriğini ezbere bilirim

    Çalıştığım akademide uluslararası misafirlerimiz var ve onlar da Almanca bilmeseler bile

    ayinde olup biteni anlarlar.

    Bu ortak ayinin içinde incelikler vardır.

    · Dua ederken ellerin nasıl tutulduğu çok şey anlatır.

    · Hangi ilahilerin söylendiği ve duaların nasıl formüle edildiği önemlidir.

    · Kime ve niçin dua edildiği önemlidir. Bu özeldir.

    Ayin sırasında ne olur?

    İlahiler söylenir; bazıları için en önemli şey budur. Şunu da söyleyebilirim ki duyduğum o ilahiler bir sonraki ayine kadar kulağımda çınlar durur. Sözleri ve melodisi bana iyi şeyleri çağrıştırır. Zor zamanlarımda bana motivasyon sağlar.

    Ayinin başında bir suç itirafı vardır: Kişi günahkâr olduğunu itiraf eder, “İyilik yapmayı başaramadım ve kötülük yaptım” der ve Tanrı’dan merhamet diler. Ayin şöyle biter: “Kardeşlerim benim için Tanrı’ya dua etmenizi diliyorum.”

    Ayrıca Kutsal Kitap’tan kısa metinler de dinleriz. Bazen büyük bayramlarda İncil’den bir metin makamlı olarak okunur. Yani sizin Kuran’dan bir ayet okumanız gibi.

    İncil’den bir mezmur da her zaman okunur. Genellikle vaaz verilir, ama her zaman değil. Her zaman olan şey: Rab ‘be duadır. Bu, Hristiyanlara, İsa’nın bizzat öğrettiğine inandıkları duadır. Ve dünyanın her yerindeki tüm Hıristiyanlar bu duayı ederler.

    Ayrıca her zaman barış selamlaması da yapılır. Birbirimize barış dileriz. Ve bunun bir işareti olarak tokalaşırız. Ayrıca her zaman birbirimizle tebrikleşir ve birbirimize hayır dua ederiz.  Bu iyiliğin konuşulması demektir.

    Ve sonra: Ekmek ve şarap ikram edilir. Kiliseye ekmek ve şarap getirdiğimizde, aslında bunlar sadece normal ekmek ve normal şaraptır. Ancak önceden birlikte dua etmişsek ve rahip, İsa’nın son yemekte söylediği sözleri söylemişse, o zaman bunun artık sadece ekmek ve şarap olmadığına inanırız. Bu İsa’nın bedeni ve kanıdır. Başka bir deyişle, İsa’nın her şeyidir. Ve biz şarap ve ekmekten ondan yer ve içeriz. Bu, diyebilirim ki, paydaşlık için en önemli unsurumuzdur. Yani birlikte dua edebilmek.

    Ve Katolikler için: Ortak bir payda vardır. Üzerinde çok fazla düşünmek zorunda kalmadan bunu birlikte yapabileceğimiz bir paydadır bu. Ancak şu anda gözlemlediğimiz şey, bu ortak ayine çocukların, gençlerin katılmıyor olmasıdır. Yetişkinlerin de giderek daha az katılmasıdır. Bu ayinler için yeni formlar arayışı içindeyiz. Bundan dolayı cemaati bir arada tutmak giderek zorlaşıyor. Ama bu başka bir

    konu.

    İtiraz: Topluluk bazen aldatıcı da olabilir. Topluluk birlikte hata da yapabilir.

    (Örnekler: Katolik Kilisesi’nin sömürgecilik tarihini düşünün! Kölelik! Köleler için hapishanelerin hemen üzerine inşa edilmiş kiliseler vardı o zamanlar. Orada hep birlikte dua ettiler, İncil okudular- ve sonra da köleleri sattılar. Ve daha pek çok örnek var).

    Yani, elbette Kutsal Kitap’ın ne dediğini okumak zorundasınız- ama biz biliyoruz ki; herkes her zaman gerçekten anlamak istediği gibi kutsal Kitabı okuyor. Bunu da biliyoruz.

    Bu yüzden, Tanrı’nın her birimize verdiği vicdanın sesini dinlememiz gerekir. Ancak önce vicdanı eğiterek işe başlamamız gerekir. 

    İnananların iman duygusu (1)

    Kilise, tarihinde bireysel inananların, Kilise’yi yanlış yola gitmekten alakoyduduğu örnekleri de bilir ve bununla gurur duyar.

    (Örneğin: İznik Konsili’nde (325) Mesih’in tanrısallığının tanımlandığı bir tartışma ya da birçok Hıristiyan’ın “Dignitatis Humanae” Bildirgesi’ne yol açan dini özgürlüğe bağlılığı).

    Ve tarihte her zaman Kilise’den farklı davranan insanlar da vardır – ve daha sonra onlar var oldukları için memnun olursunuz ve bazen kendinize sorarsınız: Etraflarındaki herkes farklı düşünse ve davransa bile bunlar güçlerini ve bilgeliklerini nereden alıyorlar?-

    (Neden bu insanlar gerçek Hıristiyan oldu da diğer “Hıristiyanlar” onlar kadar inançlı olamadı? Bartholomé de las Casas, Oscar Romero, Alfred Delp’i düşünüyorum…)

    İnananların, Müjde (İncil)’nin hakikatine dair bir “içgüdüye”, bir duyguya sahip oldukları söylenir. Sanırım onlar da bu kavramı kabul ediyorlar. Biz de Tanrı’nın yüreklerimize konuşacağına güveniyoruz, inanıyoruz.

    Elbette bu duygu beslenmelidir – yine birlikte dua ederek, birlikte ibadet ederek, Kutsal Kitap okuyarak beslenmelidir. Ve diyebilirsiniz ki: Kedinin kuyruğunu ısırdığı yer (zurnanın zırt dediği yer) yine burasıdır. Eğer ben de bu dua ve inanç topluluğunun bir parçasıysam bu dua ve inanç topluluğunun yanlış yolda olduğunu nasıl anlayabilirim? -Burada işler Tanrı’ya havale ediliyor.-

    2014 yılında Vatikan bu inanç anlayışı üzerine yeni bir mektup yayınladı ve bu zorlukları da yansıttı. Şöyle diyor:

    – İnanç duygusu, kamuoyu ile karıştırılmamalıdır

    – Bazen inanç duygusu “basit” / popüler dindarlıkta ve “Kilise’nin görünür sınırlarının ötesindeki insanlarda”; başka bir deyişle, resmi olarak Kilise’nin bir parçası olmayan insanlarda da bulunabilir!

    – İnanç duygusu bizi, birbirimizi daha iyi dinlemeye, “ifade özgürlüğünü” kullanmaya ve belki de başkalarından, hatta “rakibimizden” Tanrı hakkında bir şeyler öğrenebileceğimizi varsaymaya teşvik eder.

    Müslüman bir teologdan öğrendim

    Müslüman bir teologdan, ‘Fazlurrahman’dan’ bana bu inanç duygusunu hatırlatan bir kavram öğrendim. Fazlurrahman, tarihsel olarak doğru olamayacağını bildiği birçok hadisin yine de nasıl hakikat içerdiği üzerine düşünür.

    Bunun için bir imge vardır: Şekerin çayda erime şekline benzer. Fazlurrahman Kuran’ın ve Muhammed’in örnek kişiliğini henüz yeni oluşan toplumu öyle bir değiştirdiğine inanıyordu ki, bu onların hayatlarını da belirliyor ve değiştiriyordu. Ve bu döneme ait pek çok hikaye ve hadisler, tarihsel olarak doğru olmasa bile, hikayelerde ve anekdotlarda korunmuş olan gerçeği içerir. Çayın içindeki şeker gibi.

    Fazlurrahman’dan şunu öğrendim: Bir hikâye, bir anlatı doğru olmasa bile, doğruyu yansıtabilir. Ancak bizler kendimize bu hikayeleri anlatmaya devam etmeliyiz. Bence birbirimize hikayelerimizi anlatmamız çok önemlidir, çok güzeldir. Ve dünyadaki pek çok unsur buna karşı çıksa bile, siz Müslümanlar olarak ve ben de bir Hıristiyan olarak Tanrı’nın kendisi için bize bir “anlam” yüklediğine ve bu anlamı hayatlarımızda nasıl gerçekleştirmemiz gerektiğine inanarak, yolumuza devam etmeliyiz. 

    İlginiz için teşekkür ederim

    [1] Bu terimi doktrinel olarak ilk tanımlayan İkinci Vatikan Konsili olmuştur. Kilise Üzerine Dogmatik Anayasa “Lumen Gentium ‘da (LG) şöyle der: ’Kutsal olan birisi tarafından kutsanan imanlıların hepsi (çapraz başvuru 1 Yuhanna 2:20, 27) imanında hata yapamaz. Yani yanlış bir yola sapamaz. Ve bu özel niteliklerini, iman ve ahlak konularında ‘piskoposlardan en son inanan kişiye kadar’ herkes uygular.

    Gerçeğin Ruhu tarafından uyandırılan ve beslenen bu iman duygusu sayesinde, Tanrı’nın halkı, artık insanların sözünü değil, gerçekten Tanrı’nın sözünü aldıkları (çapraz başvuru 1. Selanikliler 2:13) kutsal makamın rehberliğinde; bir zamanlar kutsallara teslim edilmiş olan imanlarına sımsıkı sarılırlar (çapraz başvuru Jude 3). Onun da aracılığıyla ve doğru yargıyla imanın daha da derinlerine nüfuz eder ve onu yaşamda daha eksiksiz uygularlar.” (LG 12).

    Rüştü KAM

     ha-ber.com

    Devamını Oku

    8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜYMÜŞ!

    8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜYMÜŞ!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    -Ne yaptıklarını biliyor mu bugünü Kadınlar Günü olarak kutlayanlar?-

    Alman Klara Zetkin, Amerika’da (1857) hayatını kaybeden işçilerin anısına,  Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki “Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı”nda, 8 Mart’ın Kadınlar Günü olarak kutlanmasını teklif etti. Teklif oybirliği ile kabul edildi. 

    İlk olarak 19 Mart 1911’de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de yapılan etkinliklerle kutlanmaya başlandı.

    Kutlama sonradan, Birleşmiş Milletler tarafından da resmi olarak kabul edildi (1977). O günden beri “Dünya Kadınlar Günü”, cinsiyet eşitliği, kadınların siyasi ve sosyal statülerinin geliştirilmesi ve farkındalık oluşturulması amacıyla her yıl 8 Mart’ta âlây-ı vâlâ ile kutlanıyor.


    Başlangıcı itibariyle Kadınlar Günü, sosyalist/komünist bir anma günüdür.  Bu gün, evrildiği noktada başlangıcı ile pek bir alakasının kaldığını düşünmüyorum. 

    Eğer kadınlar günü olarak, bir gün kutlanılacaksa, gözlerimizi me’haz/kaynak olarak Antik İskenderiye Kütüphanesi’ne çevirmemiz gerekir. Yani 415 yılına. Orada karşımıza Matematikçi ve Astronom bir bilim kadını çıkacaktır. O kadın Antik Yunan’da erkeklere Matematik ve Astronomi dersleri vermiştir. Sırf bundan dolayı bağnaz Hristiyanlar tarafından aforoz edilerek recmedilmiş, sonra da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bunlar yetmemiş üstelik bir de yakılmıştır. 


    Şimdi anılması gereken gün; Klara’nın (Klara Zetkin) teklif ettiği, Amerika’da yakılan işçilerin anılması mıdır yoksa Antik Yunan’da işkence altında öldürülen Hypatia’nın anılması mıdır? Cevabını siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum. 

    Dilerseniz şimdi sizinle biraz tarihin dehlizlerinde yolculuk yapalım ve Hypatia’yı tanıyalım:

    Antik Dönemin Bilim Kadını Hypatia


    Hypatia, M.Ö. 360 ile M.S. 415 yılları arasında yaşamış, Antik İskenderiye’de (Alexandria) doğmuş ve dönemin en tanınmış filozoflarından biri olarak tarihe geçmiştir.

    İskenderiye, Hellenistik dönemde bilimsel ve felsefi araştırmaların merkezi olarak kabul ediliyordu ve Büyük İskenderiye Kütüphanesi gibi önemli entelektüel kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Hypatia’nın babası Theon, İskenderiye Okulu’nun başındaki önemli bir figürdü.  Theon, Hypatia’ya Yunan felsefesi, matematik ve astronomi gibi alanlarda derin bir eğitim imkanı sağlamıştır.
    Hypatia, Astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Eflatunculuk  öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi’nin Eudoxus’ün başını çektiği Matematik geleneğine üyedir.

    Hypatia, İskenderiye’deki bilimsel çevrelerde geniş bir üne sahipti ve burada kendi okulunu kurarak, hem erkek hem de kadın öğrencilere dersler veriyordu. O dönemde, bir kadın olarak bilimsel bir okul yönetmek oldukça nadir bir durumdu ve bu durum, Hypatia’nın entelektüel kudretinin bir göstergesiydi. 

    Hypatia, dönemin Hristiyan liderleri tarafından devamlı  eleştirilmiştir. Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle, eski Yunan düşüncesiyle bağlantılı olarak Hypatia’nın fikirleri, tehdit olarak görülüyordu. Bu gerginlik, Hypatia’nın, Hristiyan çeteler tarafından linç edilmesiyle sona ermiştir. Ölümü, sadece kişisel bir kayıp değil, aynı zamanda bilim ve düşünceye yapılan büyük bir saldırı olarak kabul edilmiştir. 

    Hristiyan Engizisyonu; Bilim Kadını Hypatia’yı katletmiştir. (M.S. 415)
    Onu, ”tüm zamanını büyüye, usturlaplara ve müzik aletlerine adayan bir büyücü” olarak suçlamışlardır.  Çırılçıplak soyup sokaklarda sürüklem,işler ve sonrasında da kiliseye götürerek recmetmişler yani taşlayarak öldürmüşlerdir ve derisini yüzmüşlerdir. Sonra da toplumun önünde yakmışlardır. Ondan bize miras olarak bizlere şu sözleri kalmıştır; ”Düşünme hakkınızı koruyun, yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten daha iyidir.” 

    Sonuç olarak, Hypatia yalnızca Antik dünyanın bilimsel mirasını devam ettiren bir figür değil, aynı zamanda kadının bilimdeki rolünü şekillendiren bir örnek olmuştur. Bilimsel katkılarından, felsefi derinliğinden ve entelektüel cesaretinden ötürü, Hypatia, dünya tarihindeki en önemli bilim kadınlarından biri olarak kabul edilmeye devam edecektir. (https://www.frauen-informatik-geschichte.de/index.php-id=24.htm)

    Devamını Oku

    BERLİN ŞEHİTLİK CAMİİ MEZARLIĞI MEZARİSTAN-I İSLÂMÎ

    BERLİN ŞEHİTLİK CAMİİ MEZARLIĞI  MEZARİSTAN-I İSLÂMÎ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    –Osmanlı İmparatorluğu’nun Berlin’e gönderilen ilk daimî büyükelçisi Giritli Ali Aziz Efendidir. Giritli Ali Aziz Efendi’nin anıtı bugün maalesef bakımsız haldedir. Çürümeye terk edilmiştir. Her hafta binlerce Müslümanın namaz kıldığı Şehitlik Camii’nin bahçesinde öylece yaralarını saracak bir yetkili beklemektedir. Kültür Müşaviri ‘nin, Din Hizmetleri Müşaviri ‘nin ve de Ataşesi ’nin gözü önünde can çekişmektedir. O beklenilen yetkili belki bir gün gelir de Ali Aziz Efendi’nin ve Hafız Şükrü’nün sızlayan kemiklerine derman olurlar. O sorumsuz sorumlu yetkililere derim ki; geçmişsiz gelecek inşa edilemez! – 

    Sultan III. Selim, Prusya Kralı’na hitaben yazdığı mektubunda, Berlin’e gönderdiği ilk daimî büyük elçisini şöyle tanıtıyor:

    “ …mârifetleri tecrübeyle sâbit, mertliğiyle mâruf, dürüst ve asîl insanların medâr-ı iftiharı, övülmeye lâyık ve Allah’ın lûtf-u inâyetiyle fazîletli Ali Aziz Efendi’yi gerekli yetki ve ödevlerle yüceltmiş bulunmaktayız.”

    Kimdir Giritli Ali Aziz Efendi 

    Girit defterdarı Tahmisçi Mehmet Efendi’nin oğludur. Girit’in Kandiye kasabasında 1757 yılında dünyaya merhaba demiştir. Kırk dokuz yaşına geldiğinde ise Berlin’de, görevi başında hayata gözlerini yummuştur 19 Cemaziyelevvel 1213/29 Ekim 1798.  

    Giritli Ali Aziz Efendi, Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm tarafından tahsis edilen Berlin Müslüman mezarlığına defnedildi.

    Bu mezarlığın yeri günümüzde Berlin’in Kreuzberg semtinde Geibelstrasse’nin Urbanstrasse’ye açıldığı yolağzının karşısına denk gelmektedir. 1866 yılına gelindiğinde Giritli Ali Aziz Efendi’nin mezarı diğer beş Türk’ün mezarı ile Columbiadamm’da Osmanlı’ya tahsis edilen yeni yerine nakledilmiştir.  

    Giritli Ali Aziz Efendi; “âlim, hakîm ve siyâsî” bir zattır. Hurûfîliğe meyyal bir şahsiyettir. Gizli ilimlere meraklıdır. Alevî-Bektaşîmeşreplidir.  

    Şiirlerinde Aziz mahlasını kullanan Aziz Efendi’nin Farsça’yı çok iyi bildiği ve hâfızasında Farsça 40.000 beyit bulunduğu nakledilmektedir. 

    Ali Aziz Efendi, temel eğitimini Girit’te almıştır. Daha sonra İstanbul’a gitmiş ve Hassa silahşorları arasına katılmıştır. Sonra, hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyun arasına katılarak yüksek bir mevki elde etmeyi başarmıştır.

    Basamakları birer birer çıkan Aziz Efendi, sonrasında, Sakız Adası’na muhassıl (vergi tahsildarı) olarak tayin edilmiştir. Bir müddet sonra da Belgrad’a tayin edilmiştir. Belgrat’ta iki sene görev yapmıştır. 

    Buralarda gösterdiği başarılarından dolayı, III. Selim zamanında mir-i miran (beylerbeyi, emîrü’l-ümerâ) payesi verilerek 1796’da Berlin’e daimî ilk büyükelçi olarak görevlendirilmiştir. Berlin Türk Şehitlik ’inde medfun olan o zat, işte bu zattır. Anıt bakımsızdır, aldığı darbelerle yer yer anıtta delikler meydana gelmiştir. Hafız Şükrü’nün mezar taşı da aynı şekilde bakımsızlıktan tahrip olmuştur. Neredeyse mezar taşındaki tarihi değere sahip olan mezar taşındaki yazılar okunmaz hale gelmiştir. Tüm bu olumsuzluklar hem cami cemaatinin ve idarecilerinin hem de Berlin’deki devlet görevlilerinin gözü önünde cereyan etmektedir. Zaman zaman da üst düzey devlet yetkililerinin ziyaret ettiği mekandır Türk Şehitlik Camii. Geçmişsiz gelecek mi inşa edilirmiş! Edilmiyor işte…

    Giritli Ali Aziz Efendi’nin Edebi Kişiliği

    Aziz Ali Efendi’nin tasavvuf, ile ilgili olduğu, cifr ve simya ilimleriyle ilgilendiği bilinmektedir. 

    Cifr; değişik metotlarla gelecekten haber verdiği iddia edilen ilim dalıdır.

    Simya; cisimlerin temel yapılarını, birbirleriyle olan etkileşimlerini ve yeni bileşimler meydana getirmelerini inceleyen bilim dalıdır.

    Arapça ve Farsçayı tahsil hayatında öğrenen Ali Aziz Efendi, Girit’te Rumca, Berlin’de de Almanca öğrenmiştir. 

    Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır. Muhayyelat adlı eserinde çeşitli hikayelerini, kendine has bir üslupla kaleme almıştır. Eserleri baştan sona kadar tasavvuf sembolleri ile doludur. Felsefe ve astronomiye meraklıdır.

    Eserlerinde halk ve binbir gece masallarının bazı motiflerini kullanmıştır. 

    Orijinal ismi “Muhayyelat-ı ledünni-i ilahi-i Giridî Ali Aziz Efendi” olan ve kısaca Muhayyelat veya “Muhayyelat-ı Aziz Efendi” şeklinde anılan ünlü eserinde yazar çeşitli hikayeleri kendine has bir üslupla kaleme almıştır.

    Eserin, bir bütün olarak veya ayrı ayrı bölümler halinde günümüz Türkçesine uyarlanmış versiyonları yakın geçmişte çeşitli yayımcılar tarafından yayınlanmıştır.20. yüzyılda Avusturyalı Türkolog Andreas Tietze de Muhayyelat hakkında bir çalışma yayınlamıştır

    Rüştü KAM
    ha-ber.com

    Devamını Oku