BUGÜNDEN GELECEĞE SİYASET VE DIŞ POLİTİKA (*)

ABONE OL
18:12 - 01/10/2020 18:12
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

BUGÜNDEN GELECEĞE SİYASET VE DIŞ POLİTİKA (*)

Siyaset sözcüğü, kısaca devleti yönetme anlamına gelmektedir. Bu sözcüğü biraz açarsak, devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü olarak tanımlayabiliriz.

Bugünkü siyasete bakmadan önce, eşsiz önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra devlet yönetiminde yapılan yanlışlıkları da bilmek zorundayız. Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan kalkınma hamlelerindeki gurur verici tablonun ardında, cumhuriyetçilik, ulusalcılık, devletçilik, halkçılık, laiklik, devrimcilik ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün tam bağımsız ve emperyalist karşıtı kararlı yönetimi ve ilkeleri sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti, O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir. 

300 yıldır dünyayı sömüren ve yöneten emperyalizmi, ilk kez yenerek kurulan ülkemizde, Atatürk’ün ölümünden sonra, yabancı devletlerle ikili anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. 1 Nisan 1939 tarihinde ABD ile yapılan anlaşma, ülkemizin yabancı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıdığı ilk ikili anlaşmaydı. Bu anlaşma ile Türkiye, ABD’ye bazı konularda özel ayrıcalıklar tanımıştı. 12 Mayıs 1939 tarihinde İngiltere ile, 23 Haziran 1939 tarihinde Fransa ile iki ayrı deklarasyon yapılmış ve bunlar 19 Ekim 1939 tarihinde “Üçlü İttifak Antlaşması” haline getirilmiştir. Bu anlaşmalarla başlayan yanlış siyaset, bugünlere gelmemize neden olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata erken geçilmesi de, demokrasimizin gelişmesine engel olmuştur. Çok partili hayata geçildikten sonra, ABD tarafından yürütülecek yardım programlarının koşullarını ve hangi projelerin uygulanacağının saptanması açısından çeşitli raporlar hazırlanmıştır.

Bundan sonra yapılan ikili anlaşmalarla ülkemiz, tam bağımsızlıktan ödün vererek, Truman Doktrini, Marshall Planı, Dorr, Hilts, Barker ve Thornburg raporu gibi bir çeşit kapitülasyon benzeri anlaşmalarla bugünlere gelmiştir. Hazırlanan bu raporlar, Türkiye ekonomisi üzerindeki ABD baskısının ve Türkiye’nin kalkınmasında ABD görüşlerinin egemenliğinin tipik ve temel belgelerini oluşturmuştur. 1995 yılında AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması da aynı niteliktedir. Yapılan bu anlaşmalar sonucunda ülkemiz eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye, ekonomiden sanayiye, tarımdan iç ve dış siyasete kadar tüm konularda, emperyalist devletlerin politikalarına uygun olarak şekillenmiştir. 

Bunların yanında Köy Enstitüleri’nin ve Halkevleri’nin kapatılması, demokrasiyi özümsemeyen, önemsemeyen, demokrasi dışı tutum ve davranışlarda bulunan iktidarların ülke yönetiminde olması, ülkemizin Ankara’dan değil, ABD ve AB’den yönetilmek istenmesi gibi kısaca özetleyeceğimiz ve daha saymadığımız pek çok etken bugünkü sıkıntılı, bunalımlı siyasetimizin doğmasına neden olmuştur. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm sıkıntıların ardında, yıllardır uygulanan emperyalizmin isteği doğrultusundaki bu yanlış politikalar bulunmaktadır.

Bugün ülkemizdeki en büyük sorunların başında terör gelmektedir. Emperyalist güçlerin destek verdiği PKK terör örgütü, 2002 yılında bitirilmişken, son yıllarda siyasi iktidarın hatalarıyla günümüzde büyük boyutlara ulaşmıştır. ABD Başkanı’nın Güvenlik Danışmanı ve daha sonra Dışişleri Bakanı olan bayan Condoleezza Rice,    7 Ağustos 2003 tarihinde The Washington Post gazetesinde Fas’tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesini amaçladıklarını söylemişti. Türkiye’nin de bu ülkeler arasında olduğu bilinmektedir. Dış güçlerin isteği ve desteğiyle 2009 yılının yaz aylarında içeriği belli olmayan bir açılım yapıldı. Büyük tartışmalara neden olan bu açılımın ABD’de mi hazırlandığı, yoksa Türkiye’de mi  hazırlandığı sorusu gündeme oturdu.

ABD’nin dış politikasının etkin isimlerinden David Phillips, 2007 Eylül ayında Türkiye’de hükümet tarafından ağırlanmış ve yaptığı görüşmeler sonucunda “PKK’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı bir rapor hazırlamıştı. Hazırlanan raporun, açılıma yön verdiği anlaşılmaktadır.

Carnegie Uluslararası Barış Vakfı adlı kuruluşun uzmanlarından, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi, CİA Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Henri Barkey, 2008 yılı Ekim ayında Kürt sorunu üzerine bir rapor hazırladı. “Kürdistan Üzerinden Çatışmayı Önleme” adıyla hazırlanan bu rapor, Obama işbaşına geldikten sonra ABD yönetimine sunuldu. Bu rapordaki önerilerin yapılan açılımla örtüştüğü görülmektedir. Kuzey Irak’taki yönetimle Türkiye’nin ilişkiler kurması, Ankara, Erbil, Washington işbirliği ile sorunun çözülmesi, PKK için genel af, Kürt sorununun demokratik temelde çözüme kavuşturulması, bunun için de AB üyeliğinin bir baskı aracı olarak kullanılması gibi öneriler sıralanmıştır.

Nisan 2004 tarihinde Fethullahçıların düzenlediği Washington’daki Abant toplantılarına CİA görevlisi Henri Barkey de katılmıştır.  O zamanlar bizde içeriği bile belli olmayan açılım konusunda bilgiler vermiş ve kendi hazırladığı raporla benzerlik olduğunu açıklamıştır.

ABD Başkanı Barack Obama’ya 6 Nisan 2009 tarihinde, duvarlarında “Egemenlik Ulusundur” yazan TBMM’de, bir sömürge valisi edasıyla konuşturuldu. Obama, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ile ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca AKP iktidarının Kürt sorununda attığı adımları övdü ve bunun devam ettirilmesi gerektiğini belirtti.

ABD’de kurulu Atlantik Konseyi isimli kuruluş 2009 Haziran ayında “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adında bir rapor hazırladı. Bu rapor da yine David Phillips tarafından hazırlandı. Proje grubunda eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, ABD’li General Charles Wald ve Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün politika analizcisi Mike Amitay de bulunmaktaydı. 

Bu rapordaki görüşler ve öneriler, Türklerle Irak Kürtlerinin 13-15 Nisan 2009 tarihinde Washington’da yaptıkları toplantıdaki görüşmelere ve David Phillips’in Türkiye ve Irak’taki görüşmelerine dayanmaktaydı. Rapor dikkatli okunursa görüş ve önerilerin, yapılmak istenen açılımla nasıl örtüştüğü net olarak görülebilir. Raporun öneriler bölümünden sadece üç başlığa bakmakta yarar var:

* Teröre karşı çıkmanın ötesine geçin: PKK sorununun çözümü, güvenlik önlemlerinin ötesinde adımlar gerektirmektedir. Nihai çözüm Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesinde ve gelişiminde, aynı zamanda PKK liderleri ve birlikleri için af organizasyonu yapmakta yatmaktadır. 

* Tutukluları serbest bırakın: Demokratikleşmeyi geliştirmek için DTP’li tutukluları serbest bırakın.

* Düşmanla konuşun: Ankara, Öcalan’la konuşmayı reddedebilir fakat DTP etkin birer muhatap olabilir. Erdoğan’ın, DTP ile görüşmesini ve geniş kapsamlı görüşmeler için bir kanal olarak görmesini sağlayın.

Zamanın ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, açılım lafları ortalıkta dolaşmaya başlayınca Temmuz 2009 tarihinde siyasi partilere ziyaretlerde bulunarak, içeriği belli olmayan açılımı desteklediğini söylemişti. Her duruma temkinli yaklaşan ABD Büyükelçisinin bilmediği bir açılımı desteklemesi düşünülemez. Açılımın gerçek sahibi bellidir ve elbette büyükelçi bu açılımın içinde neler olduğunu bilmekteydi.

İçeriği belli olmayan bu açılıma, “Amerikan Projesi” diyenler için zamanın başbakanı; “bunu ispat ederlerse her şeye varım. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu kadar açık, bu kadar ağır konuşuyorum. Çünkü artık bu kadar iftiraların, bu kadar hakaretlerin altında bu iktidar kalmaz” demişti. Ancak iktidarın nelerin altında kaldığı apaçık ortadadır, üstelik alçaklık ve namussuzluk almış başını gitmektedir. ABD’nin isteğiyle yapılan açılım süreci, ülkemizi bölmeye ve parçalamaya yönelik bir projedir. Amaç, ABD’nin kucağında Kürdistan adlı bir kukla devlet kurarak, Güneydoğu Anadolu bölgemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmektir.

Yapılan bu açılım ilk ürününü 19 Ekim 2009 tarihinde vermiştir. Terör örgütü PKK militanlarından 34 terörist, Habur sınır kapısından ülkemize giriş yapmıştır. Bu teröristleri karşılamaya gelenler arasında milletvekilleri, hükümet temsilcileri ve devletin üst düzey yöneticileri de bulunmuştur. Bu teröristler üzerlerindeki yeni üniformalarla, Öcalan posterleri ve PKK bayraklarıyla, halaylarla, şenliklerle ve çiçeklerle zafer kazanmış komutan gibi karşılandılar. Bu teröristler silah bırakıyoruz ya da teslim oluyoruz demediler, Öcalan’ın siyasi iktidara sunduğu dokuz maddelik bir yol haritası getirdiklerini söylediler. Türkiye Cumhuriyeti ile yapılacak pazarlığın koşullarını içeren bu dokuz maddelik belgede yazılanlar, ancak zafer kazanmış bir ordunun dayatabileceği maddelerdi.

Daha iş yargıya gelmeden siyasi iktidar temsilcilerinin, gelenlerin serbest bırakılacağı yönünde sözler vermesi, adalet üzerindeki yürütmenin açık izlerini göstermektedir. 34 teröristin sorgulanması sürecinde de açıkça hukuka aykırılıklar ve yargı bağımsızlığı ilkelerine gölge düşürecek davranışlar yaşanmıştır. Şüphelilerin sınırdan alınıp görevli Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmeleri gerekirken, Vali Yardımcısı tarafından karşılanıp “Hoş geldiniz” denmesi, kendileri için ayrı bir seyyar mahkeme kurulması, talimatla savcı ve hakim görevlendirilmesi, hakim ve savcıların helikopterlerle kurulan seyyar mahkemelere taşınması ve sorguların burada yapılması, bu savcı ve hakimlerin şüphelilerin suç teşkil eden bazı beyanlarını tutanağa geçirmeyerek ya da bu beyanların kullanılmaması konusunda savunma avukatlarından ricacı olmaları, normal bir hukuk devletinde yaşanabilecek olay ve olgular değildir. Pişman olduklarını beyan etmeyen bu kişilerin ilgili yasadan yararlandırılarak, serbest bırakılmaları ise hukuk devleti ve adil yargılanma ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Bu teröristlerin avukatları da bugün TBMM’de milletvekilidir.
Yapılan tüm bu hukuksuzluklara ve rezilliklere karşı, halkımız günlerce tepkilerini dile getirmiştir. Bu tepkiler ardından üç gün geçince, başbakan bu şovun yanlış olduğunu söylemek zorunda kaldı. Cumhuriyet bayramını gölgelemek amacıyla, 28 Ekim’de ikinci grup teröristin gelmesi, yoğun tepkiler yüzünden  ertelendi. 
Anayasasında hukuk devleti olduğu yazılan bir ülkede, hiç kimse terör örgütünü ve yandaşlarını kahraman gibi karşılayamaz. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ilkeleri yok sayılmıştır. Yapılan bu şovda yaşananlar, öncelikle o hukuk devletinin kurum ve kurallarını içine sindirmiş ve ona göre yaşam biçimini sürdüren vatandaşlarımıza saygısızlık, kanunlara aykırılık oluşturmuştur. 

2009 yılı yaz başında hazırlanan ve o zamanlar ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bu açılım, aslında PKK terör örgütü ile görüşmenin habercisiymiş. PKK terör örgütü ile görüşüldüğünün söylenmesi üzerine “kim İmralı’yla bebek katiliyle görüştüğümüzü, pazarlık ettiğimizi söylüyorsa, iddia ediyorsa namerttir, alçaktır, namussuzdur, şerefsizdir, haysiyetsizdir” diyenlerin yüzleri bile kızarmamıştır. Çünkü her türlü yalanlamaya karşılık, MİT ile yaklaşık kırk bin kişinin katili PKK terör örgütünün Oslo’daki ihanet içeren görüşmeleri ortaya çıkarıldı. Hatta PKK terör örgütüne engel olan, istemedikleri vali, kaymakam ve emniyet müdürlerinin değiştirileceği sözleri verilmiştir. PKK terör örgütünün yurdun çeşitli yerlerinde silahları gömmesine göz yumulmuştur. Üstelik Oslo’daki görüşmelere, Paris’te öldürülen terörist kadınlardan birinin iki kez katıldığı da ortaya çıkmıştır. 

Terör örgütüne verilen bu tavizler, günümüzde hergün şehit haberlerinin gelmesinin en önemli nedenidir. Bu sorumluluğu almak istemeyenlerin, birgün mutlaka yargılanıp, gereken cezayı alacaklarından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Günümüze Tayyip Erdoğan’ın; “terör örgütünün yandaşlarını devre dışı bırakmak için vatandaşlıktan çıkartma dahil önlemleri almakta kararlı olmalıyız” sözleri damga vurdu. Şimdi akıllara şöyle bir soru geliyor: terör örgütü ve liderini övenler vatandaşlıktan çıkarılacaksa, aşağıdaki şu sözleri söyleyenlerin durumu ne olacak?

Tayyip Erdoğan: “PKK ile görüşen arkadaşları ben gönderdim, sıkıntısı olan bana söylesin.” 

Ahmet Davutoğlu: “Kürtçe yasağını biz kaldırdık. Bana Serok Ahmet diyorlar.” 

Bülent Arınç: “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık.”

Yalçın Akdoğan: “Öcalan’ın olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var.” 

Beşir Atalay: “Öcalan’ın mesajları, bizim de düşüncemiz.” 

Sadullah Ergin: “Öcalan, bölgenin durumunu daha sağlıklı yorumluyor.” 

Siirt Milletvekili Yasin Aktay: “Abdullah Öcalan, dünyanın geleceğini çok iyi okuyor.” 

Yiğit Bulut: “Öcalan Türkiye’nin önünü açıyor.” 

Etyen Mahcupyan: “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var. Nadir insanlardan birisi.” 

Yıllardır yaşadığımız terörün, PKK terör örgütüne tavizler verilmesi sonucunda bitirilmesi işi, “analar ağlamasın” sözüyle kotarıldı.  Önce açılım, sonra milli birlik, daha sonra çözüm süreci adı verildi; ama asıl büyük işi “analar ağlamasın” sloganı gördü. Terör örgütü ile yapılan müzakerelere değil itiraz etmek, soru sormak bile “sen analar ağlasın mı istiyorsun?” azarlamasıyla karşılanır duruma getirildi.

Günler geçtikçe “analar ağlamasın” sloganının, bu süreçte taviz ve teslimiyet anlamına geldiği ve terör örgütünün silah yığınağı yapmak için yararlandığı bir zaman dilimi olduğu açığa çıktı. Siyasi iktidarın valilere verdiği emirler sonucunda hem sivil, hem askeri kurumlara kıpırdamayı bile yasakladığı ortaya çıktı. Bu durum  cumhurbaşkanından valisine en yetkili ağızlardan da itiraf edildi. Şimdi aynı kimselerin ülkemizle dalga geçercesine terörle mücadele etmesini yaşıyoruz. Terörle mücadeleyi bırakıp, müzakere edenlerin yönettiği bir ülkede yaşamanın sıkıntısını ve şanssızlığını hep birlikte çekmekteyiz.

PKK terör örgütüyle yürütülen açılım sürecinin ne sonuçlar verdiği son aylarda yaşanan acı olaylarla ortaya çıkmıştır. PKK terör örgütünün son zamanlarda yoğunlaşan saldırılarına karşın, ABD’nin ve bazı batılı ülkelerin Türkiye’nin bu örgütle masaya oturup siyasi çözüm araması gibi istekleri vardır. Yani PKK terör örgütünün silah zoruyla dayatarak, bazı tavizler almasını batılı devletler çözüm olarak savunmaktadır. Türkiye’nin terör konusunda en önemli beklentisinin ABD ile AB’nin terör örgütlerine karşı ayrım yapmadan mücadele anlayışının benimsenmesi olmalıdır. Tabii aynı durumu Türkiye’nin de, komşuları için yapması gerekmektedir.

Bu noktada, yaşadığımız bu terörün dışında ama ona paralel giden bir süreçten de söz etmemiz gerekir. 1 Mart 2003 tarihinde “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” TBMM’de reddedildi. Bu karar TBMM’nin tarihinde aldığı en önemli ve en haysiyetli kararlardan biridir.

Anayasanın 92. maddesi, sadece uluslararası hukukun meşru saydığı hallerde yabancı askerlerin Türkiye’de bulunmasına izin vermektedir. Oysa Irak’a yapılan hareketi meşru sayan bir Birleşmiş Milletler kararı yoktu. O nedenle yabancı askerlerin Türkiye’de bulundurulması ve Irak’a geçirilmesi, anayasamıza açıkça aykırıdır. Harekatın gerekçesi, Irak’ın elinde kitle tahrip silahlarının bulunduğu iddiasıydı. Oysa Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu yetkilileri, Irak’taki incelemelerinde, bu silahların varlığını tespit edememişlerdi. Buna karşılık ABD ve İngiltere, kendi istihbaratlarına dayanarak harekatı başlattılar. Türk Hükümeti de, onların istihbaratını doğru kabul ederek tezkereyi TBMM’ye göndermişti. Daha sonra Tony Blair ve Hillary Clinton gibi siyasetçiler, o istihbaratın yanlış olduğunu kabul ederek, halktan özür dilediler.

Tezkerenin hazırlanması aşamasında ABD’lilerle yapılan görüşmelerde Türkiye’ye Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütünü tasfiye hakkının tanındığı iddiası da doğru değildi. Irak’a geçecek ABD askerlerinin, PKK terör örgütüyle de mücadele edecekleri konusunda Türkiye’ye verilmiş bir söz de yoktu. ABD askerleri Irak’ta başka terör örgütleriyle savaşırken, PKK terör örgütüyle mücadeleye girmediler. Ama topluma dayatılan bu yalanlar bile, tezkerenin kabul edilmesini sağlayamadı. 

Bugün Türkiye’nin yurt dışında PKK terör örgütüyle mücadele etmesine karşı çıkarak, müzakerede bulunulmasını öneren yabancıların yaklaşımlarını yadırgıyoruz ve ülkemizde son zamanlarda yaşanan acılara karşın hala açılım sürecinin sürdürülmesini isteyen yabancı devletlerin tutumunu dikkatle not ediyoruz. İşte emperyalizm budur, kendi istekleri yerine getirilmezse, hemen başka çareler arar.

26 Mart 2003 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi, CİA Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Henri Baker, Utah Üniversitesi’nde verdiği konferansta şunları söylemişti: “Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla AKP lideriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafesledik.” Bu kafesleme sürecini, 4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde Türk Askeri’nin başına çuval geçirildiğinde anlamaya başladık. Çuval geçirme olayına tepki vermeyen sivil ve asker yöneticiler, Türk ordusunun itibarsızlaştırılmasının en önemli aktörleridir.

Türkiye – AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı İngiliz parlamenter Andrew Duff şöyle demişti: ”resmi dairelerden Atatürk’ün resimlerini kaldırın.” Avrupa Parlamentosu’nun Hollandalı Hıristiyan Demokrat parlamenteri Arie Oostlander de, “Kemalizm, Türkiye’nin Avrupa Birliği önündeki en büyük engeldir” diyebilmişti. İsveç’in İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson, 28 Eylül 2005 tarihinde İsveç Radyosunda, Kemalizm’in muhafazakarlık olduğunu söylemişti. 

Şimdi biraz geriye bakalım: UNESCO, 1978 yılında üye 156 ülkenin oybirliğiyle aldığı kararla, 1981 yılını bütün dünyada ”Atatürk Yılı” ilan ederken, kararın gerekçesinde Atatürk şöyle tanımlanıyordu: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu….” Dış güçlerin nereden, nereye geldikleri bellidir ve amaçları ülkemizin bölünmesine aracılık etmektir. Bunları çok iyi tanımamız gerekmektedir.

CIA eski Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller’in 2008 yılında Türkçe’ye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında, ülkemize karşı yapılmak istenen emperyalist oyunlar açık açık yazılmıştır; “Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç, Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve tasfiye edilmeleri gerekir.”

Türk ordusunun kafeslenmesini, ulusalcı aydınların tasfiye edilmelerini Ergenekon, Balyoz gibi davalarda hep birlikte gördük, yaşadık. Habur sınır kapısından giriş yapan, ülkemizi bölmek isteyen teröristler serbest bırakılıp, demokrat sayılırken, teröristlerle gizli pazarlıklar yapılırken, ülkelerini seven, ulusalcı olan ve ne ile suçlandıkları belli olmayan Ergenekon, Balyoz ve benzeri sahte davalardan tutuklu olarak yargılananlar, toplumda derin yara açmıştır. İhanetin bedeli, ulusalcılara ödettirilmek istenmektedir. Bu davaların hepsinin düzmece olduğu kanıtlanmış, tutuklular salıverilmiştir. Ancak hayatlarını, sağlıklarını, mesleklerini ve en güzel günlerini yitirenlere söylenecek söz yoktur. Bu davalar için ülkeyi yönetenlerin “aldatıldık” açıklamaları ise, belleklerde aymazlık, sapkınlık ve belki de ihanet olarak yerini alacaktır, gereği yapılacaktır.

Emperyalist ABD’nin gerçekte büyük işgal planı olan ama adına Büyük Ortadoğu Projesi denilen projenin eş başkanı olmakla övünen yöneticiler ile ve laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla tescillenen bir siyasi partinin iktidarı ile ülkemiz emperyalizmin oyuncağı durumuna getirilmiştir. Böyle bir iktidarın ve yöneticilerin ülkenin çıkarları için yapacağı hiçbir şey yoktur, olamaz da… 

Büyük önder Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi, yerini komşularla sıfır sorun adını verdikleri, tüm komşularla kavgalı olma ve dünyada yalnızlaşma politikası haline getirilmiştir. Üstelik bu, başarı olarak topluma sunulmaktadır. Komşulara sıfır sorun iddiasıyla yürütülen dış politika, hedefine ulaşamadığı gibi, sorunlar büsbütün artmış ve ülkemizin güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri komşu ülkeler arasındaki çatışmalara karışmama, özellikle iç çatışmalara hiç karışmama politikasından uzaklaşılmıştır. Türkiye özellikle Suriye’de hükümeti devirmek için silahlı mücadele veren bazı gruplara açıkça destek vererek çatışmalara taraf olmuştur. Bugün Suriye’deki iç karışıklık için ülkemiz yöneticilerinin söylemleri ve eylemleri ortadadır. İslamcı terör örgütlerine silah ve para dahil her türlü yardımda bulunursanız, terörle mücadele konusunda inandırıcılığınız da kalmaz. 

Suriye’nin bölünmesine yol açabilecek planların, bölgede çok ciddi sorunların habercisi olacağını bilmeliyiz. Suriye’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün ortadan kaldırılmasına yol açacak gelişmelerin, bütün bölge için kalıcı bir istikrarsızlığa, ciddi sorunlara ve çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. Suriye’nin bölünmesi, Irak’ta bağımsız bir Kürdistan kurmak isteyen Barzani ve benzerlerinin de harekete geçmesine yol açabilir. Bu yüzden başka ülkelerin Suriye’yi bölmeyi amaçlayan politikalarına hiçbir zaman destek verilmemelidir.

O nedenle Türkiye’nin hedefi, terörizmden arındırılacak Suriye’nin, ülkesinin bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne sahip çıkmasına destek vermek olmalıdır. Bu, başta Irak olmak üzere bölgedeki diğer ülkeler için de geçerlidir. Türkiye’nin ulusal çıkarları da bunu gerektirmektedir.

Türkiye’den, Ege Denizi üzerinden Yunan Adalarına giderken hayatını kaybeden Suriyeli göçmenlerin sayısı hızla artmaktadır ve büyük bir insanlık dramı yaşanmaktadır. İki milyonun üstündeki Suriyeli, Türkiye’ye gelmiştir ve bu göç devam etmektedir. Batılı ülkeler, sığınmacılar konusunda Türkiye’nin yükünü hafifletecek girişimlere kayıtsızdır. Verecekleri maddi katkı ile sorunu çözümlemek isteyen batılı güçler, sığınmacıların ülkemizde kalmasını talep etmektedirler. Bu durumun ülkemiz için maddi ve manevi büyük kayıplara neden olacağı açıktır.

Önceleri İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yaparak Ortadoğu barışına katkıda bulunmaya çalışan Türkiye, daha sonra izlediği politikalarla her iki ülkeyi de karşısına almış ve bu görevi sürdürme fırsatını yitirmiştir. Aynı şekilde, Mısır’daki gelişmelerde, Müslüman Kardeşlerin savunuculuğunu üstlenerek taraf haline gelmiş ve Mısır Hükümeti ile dostluk ve işbirliğini sürdürme fırsatını kaçırmıştır. Irak’a yönelik politikamızda da zorluklar ve gerginlikler yaşanmış, bu ülkede üslenen PKK terör örgütünün Irak topraklarından çıkartılması sağlanamamıştır. İran’la ilişkilerimiz son zamanların en düşük düzeyine inmiştir. Bir yandan Malatya Kürecik’e yerleştirilen radar sistemi, diğer yandan da Türkiye’nin izlediği Suriye politikası, İran’la ilişkilerimizi büyük ölçüde zedelemiştir. 

Rusya ile Türkiye arasında hiç gereği yokken yaratılan uçak krizi olumsuz sonuç vermeye devam etmektedir. Bu sorunun çözümü için Türkiye ile Rusya arasında mutlaka bir eşgüdüm sağlanması gerekmektedir. Hava sahası ihlali yapan uçakların düşürülmesi akla en son gelecek seçenektir. Aksi takdirde, Rus uçağının düşürülmesine benzer olayların Ege’de sınırlarımızı sık sık ihlal eden Yunan uçaklarına da uygulanması gerekirdi. Üstelik Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki 152 adamızı işgal etmesine sessiz kalanların, hava sahamızı ihlal etti diye Rus uçağını düşürmesi inandırıcı olmadığı gibi, çok olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Yunanistan ve Kıbrıs konusundaki sorunlar da artarak devam etmektedir.

Türkiye’nin güvenlik çıkarlarının, dış politikasının ve terörle mücadelesinin Kıbrıs’la ilgili boyutunu da göz ardı etmememiz gerekir. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatına tepki olarak ABD Kongresi, Türkiye’ye üç yıldan fazla süren bir silah ambargosu uygulamıştır. Harekattan hemen sonra EOKA silahlı örgütüne bağlı olarak kurulan EKAS isimli bir Kıbrıs Rum terör örgütünün Türkiye’yi, dünyadaki hedeflerini vurmakla tehdit ettiği ve ardından ASALA adlı Ermeni terör örgütünün çok sayıda Türk diplomatını öldürdüğünü de unutmamalıyız. ASALA – PKK ve Kıbrıs Rum terör örgütleri arasındaki yakın ilişkiler ve işbirlikleri ortaya çıkartılarak, Yunanistan’ın Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden PKK terör örgütüne yardım ettiği belirlenmiştir. PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın, Yunanistan’ın Nairobi Büyükelçiliğinde yakalandığı zaman, cebinde Kıbrıslı bir Rum’un adına düzenlenmiş pasaport bulunduğunu unutmamak gerekir.

Barış harekatı sırasında, Magosa’nın yakınındaki Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde yaşayan bütün Türklerin, Rum çeteleri tarafından katledildiğini de bugünkü gençlere öğretmek zorunluluğu vardır. Bu katliamı yapan Rumlardan hiçbiri bugüne kadar ne yakalanmış, ne yargılanmış, ne de cezalandırılmıştır. 

Bütün bu gerçekler ortadayken, bugün Kıbrıs Rum Kesimiyle yürütülmekte olan görüşmelerden çıkabilecek sonucun, Kıbrıs Türklerinin güvenliğini etkili biçimde korumasına özen gösterilmesi sağlanmalıdır. Bunun için Türkiye’nin garantörlüğünün mutlaka korunması gerekmektedir. Türkiye’yi ve Kıbrıslı soydaşlarımızı, büyük devletlerin ve Rumların beklentileri doğrultusunda, Türk tarafı için zararlı sonuçlar verebilecek, bir anlaşmaya razı etmek için yoğun bir çaba sürdürülmekte ve algı yönetimi yürütülmektedir. Ciddi sakıncalar doğurabilecek bir anlaşmanın bile Kıbrıslı Türklerin menfaatine olacağı anlayışının kabul ettirilmesine çalışılmaktadır. Bu oyunlara gelmemek gerekir. Bu gerçeklerin ışığında yapılması gereken, varılacak anlaşmanın, Türk tarafının yıllarca savunduğu egemen eşitlik esasına dayandırılmasıdır. Yani Türk tarafı kendi bölgesindeki haklarını ve güvenliğini egemen biçimde koruyabilmelidir.

Rum tarafı, Türklerin onayını almadan ve hukuku göz ardı ederek Kıbrıs Adası yakınlarındaki denizlerde bulunan doğalgaz yataklarının işletilmesi için uluslararası bir ihale açmıştır. Kıbrıs Türklerinin haklarını göz ardı eden ve ciddi sonuçlar doğurabilecek olan bu ihaleye karşı Kıbrıs Türk tarafının tepkisi sınırlı kalmış, Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nın tepkisinde de, somut tedbirler alınacağının işareti yeterince verilmemiştir. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, kazanılan savaşlardan sonra verilen siyasi tavizlerin örnekleri çoktur. Bunlardan biri 1897 Türk – Yunan savaşını kazanan Türklerin, yabancı ülkelerin baskısı sonucunda Girit’i Yunanistan’a terk etmeleridir. Bütün bu görüşmelerin sonunda varılacak anlaşma gelecek kuşaklara her şeyden önce güvenlik ve özgürlük getirmeli, bugünleri aratmamalıdır. KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın dediği gibi, sonunda Kıbrıs, Girit olmamalıdır.

Bütün bu gerçekler ortadayken TBMM’de temsil edilen siyasi partilerin Kıbrıs’taki gelişmelere karşı daha büyük bir duyarlılık içinde olmaları, gerek Türkiye’nin, gerek Kıbrıslı Türklerin başta güvenlik olmak üzere, hak ve çıkarlarını korumak için daha kararlı bir tavır sergilemeleri gerekmektedir. Kıbrıs ulusal davamızdır ve Kıbrıs sorunu partiler üstü bir anlayışla yürütülmelidir. Bu konuda bir anlaşmaya varılacaksa da bu bütün partilerin onayıyla gerçekleştirilmelidir.

Terör örgütleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaması ve hiçbir terör örgütünün doğrudan veya dolaylı bir biçimde desteklenmemesi ve bütün terör örgütleri ile mücadele edilmesi esas olmalıdır. “Silahlı muhalif güçlerin” desteklenerek komşu bir ülkenin iktidarının devrilmesine yardımcı olmaya çalışılması bizim Cumhuriyet döneminde izlediğimiz dış politika ilkelerine uygun değildir. Bazı büyük devletlerin kendi siyasi çıkarları için zaman zaman buna benzer silahlı grupları, hatta terör örgütlerini desteklediklerinin örnekleri vardır. Ancak, bu yaklaşımlar çoğu zaman başarısız olmuş ve acı sonuçlar doğurmuştur.

Teröre karşı uluslararası alanda mücadele başlatmak yerine terör örgütlerinin çok tehlikeli, az tehlikeli, hatta kendilerinden yararlanılabilecek örgütler şeklinde sınıflandırılması, bazı ülkelerin kendileri için doğrudan tehdit oluşturmadıkça bu terör örgütlerine karşı etkili bir mücadele yoluna gitmemeleri, Türkiye’de ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. Kendileri terör örgütleriyle müzakere etmeyen ülkelerin, Türkiye’yi müzakereye zorlamaları düşündürücüdür. Türkiye, silahı bırakmayan ve silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan terör örgütleri ile müzakere edilmez, mücadele edilir anlayışını her ortamda kararlı biçimde savunmalıdır.

Türkiye’nin, bütün bu konularda, bir yandan hak ve çıkarlarını kararlılıkla koruyan, bir yandan da başka ülkeler ve gruplar arasındaki çatışmalara taraf olmayan bir politika izlemesi çok daha isabetli olurdu. İzlenecek bu politika, Türkiye’nin bugün karşılaştığı bazı sorunların içine sürüklenmesine de olanak vermezdi.

Türkiye, başta Suriye olmak üzere bölgeye yönelik politikalarını gözden geçirmeli, ülkemizin güvenlik çıkarlarına zarar verebilecek çatışmalara sürüklenmekten kaçınmalı, din ve mezhep eksenli dış politika beklentilerini bırakmalı, bütün bölge ülkeleriyle karşılıklı bir güvene dayalı dostluk ve işbirliği politikasını sürdürmeye çalışmalıdır.

Ülkeyi ortaçağ karanlığına sokmak için, Atatürk’ten miras ne varsa, hepsi birer birer yok edilmektedir. Yoksulluk ve yolsuzluk sarmalındaki ülkemizde, ekonomik kriz işsizliği çok yüksek boyutlara çıkarmıştır. Talan ve vurgun her yerde yaşanmaktadır. Demokrasi ve insan hakları sürekli yara almaktadır. Hukuksuzluk diz boyudur, laik eğitim, yerini medrese eğitimine bırakmıştır. Emperyalist ABD ve AB’nin istekleri koşulsuz yerine getirilmektedir. Bugün Türkiye’de insan hakları ve özgürlükler konusunda batılı devletlerden gelen eleştiriler çok yoğundur. Biz ülke olarak demokrasimizi, insan haklarını ve özgürlükleri batının isteklerine göre değil, kendi irademizle belirlemek durumundayız.

Şimdi büyük önderimiz Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 6 Mart 1922 tarihinde yaptığı konuşmadan bir alıntı yapmak zorunluluğu doğmuştur: “Hangi istiklal vardır ki yabancıların önerileriyle, yabancıların planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.” Atamızın 94 yıl önce söyledikleri, günümüzle de uyuşmaktadır.

Hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken bir olgu vardır: bu topraklardan Mustafa Kemal Atatürk’ün geçtiğini unutmamalıyız. Bütün bu olumsuzlukları nasıl iyileştireceğimizi biliyoruz. Çözüm yolu sadece Kemalizm’in Altı Oku’dur. 1923 ile 1938 yılları arasında kalkınan, gelişen genç Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist ilke ve devrimlerle bunu başarmıştı. Bizde bu güce sahibiz ve yeniden başaracağız, başarmak zorundayız.

20. yüzyılın başında Türkiye’de ulusalcılık (ulusçuluk, milliyetçilik) kavramı çok yeni bir olguydu. Kemalist Devrimin ulusalcılık anlayışı, geleneksel Türk toplumunun ümmet olarak yaşama inancını kabul etmez. Kemalist Devrimin ulusalcılık anlayışı, çağdaşlaşmanın en önemli öğeleri olan ulus ve yurttaş olarak yaşama gereğini ve gerçeğini amaç edinmiştir. Atatürk ulusalcılığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını korumayı ve toplumun çağdaşlaştırılmasını benimsemiştir.

Kemalizm’in altı ilkesinden biri olan ulusalcılık, etnik kökene dayanmayan bir yurtseverliktir. Bu ulusalcılık barışçıdır, emperyalizm karşıtıdır; kalkınmayı ve çağdaşlaşmayı kendi insanına dayatır. Atatürk,  “Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkiye halkıdır” diyerek, ulusu belirli bir coğrafya üzerinde oturan halkın bütünü olarak kucaklamaktadır. 

Ulusalcılık, ulusun tüm bireyleriyle amaçta, inançta, dilde, kültürde ulusal kimlik bilincine varmaktır. Kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde olanakların dağılımında birleşebilmenin mutluluğuna ulaşmaktır. Ülke ve ulus bütünlüğü için, devletin ve ulusun geleceği için birlikte çalışmaktır. Yönetimde, ekonomide, siyasette, eğitimde, sanatta, kültürde, tam bağımsızlık doğrultusunda gelişmeye, çağdaşlaşmaya katkıda bulunmaktır. Tüm bunlar için eyleme geçebilme özverisini ve erdemini göstermektir. Ulus olarak yaşamak, çağdaş topluma dönüşmenin en önemli ve zorunlu bir gereğidir.

Son yıllarda ulusalcılık kavramının içi boşaltılarak, anlamı bilinçli olarak saptırılmıştır; ırkçılık, şovenlik, kafatasçılık ile bir tutulmuştur. Darbe yapmakla, faşistlikle eş tutulmuştur. Çünkü ulusalcılık mandacılığın, işbirlikçiliğin, hainliğin, emperyalizmin karşısındaki kavramdır. İşte bu yüzden ulusalcılık, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” sloganının tek sözcükle ifadesidir. İnsanların, yaşanan olaylardan çıkardıkları dersler sonucunda bilinçlenerek, ülkelerine sahip çıkmaları ve ulusalcılığın dalga dalga yayılması, emperyalist güçleri ve yerli işbirlikçilerini korkutmaktadır. 

Şimdi konuşmanın son bölümünde ulusalcılık temelinde gelecekteki siyasetimizi şekillendirmek için neler yapmamız gerektiği üzerinde durabiliriz. Kamu kaynaklarının sektörel ve bölgeler arası dağılımının dengeli olarak düzenlendiği, kaynak kullanımının iyileştirilmesinin sağlandığı planlı ekonomi ile kalkınmanın başarılacağına inanmalıyız ki, bu önceden de denenmiş ve başarıya ulaşmıştır.

Sosyal devlet ilkesi yeniden benimsenerek, sağlık ve eğitim hizmetlerinin ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine sağlanması gerekmektedir. Özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkılmalıdır. Toplum olarak küreselleşmeyi ve sadece varlıklı kesimlerin çıkarına uygun olan yenidünya düzenini reddetmek gerekmektedir. 

Gelir dağılımının düzeltilmesi, dengeli ve adaletli bir gelir bölüşümünün sağlanması gerekmektedir. Tarımın, hayvancılığın ve sanayinin gelişmesi savunulmalı, çokuluslu şirketler karşısında ezilmesine karşı çıkılmalıdır. Ülkemizdeki yeraltı ve yerüstü zenginlikler, ülkemizin gelişimi için ve gerekirse yeni teknolojiler üretilerek, değerlendirilmelidir.

Ülkenin dış dünya ile siyasal, ekonomik ve teknolojik ilişkilerinin, karşılıklı çıkar dengeleri üzerine oturtulması gerekmektedir. Ülkemizin Dünya Bankası, İMF ve çok uluslu şirketler gibi kuruluşlara teslim edilmelerine karşı çıkılmalıdır. Ülkemizin, ABD ve AB ile her seviyedeki ilişkide başı dik ve bağımsız olmasının sağlanması gerekir. Ulus devlet, tam bağımsızlık, eşit paylaşım, ulusal eğitim, ulusal sanat, çağdaş hukukun egemenliği, insan hakları gibi değerlerin savunulması zorunludur. Kültürde ve dilde ulusal kimliğin korunması savunulmalıdır. 

Siyaset, halkı kandırmak için değil, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması ve toplumun refahı için yapılmalıdır. Kişisel değil, toplumsal mücadele ile başarıya ulaşılacağının bilinmesi gerekmektedir. Ülkemizin aydınlık geleceği yurdunu, ulusunu büyük bir tutku ile seven ve bu uğurda özveride bulunan insanların eseri olacaktır. Vatanseverler, yurtseverler bu mücadeleyi tekrar kazanacaktır, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Büyük Atatürk’ün aydınlık yolu, bize güzel günleri gösterecektir. Hepinizi saygıyla selamlıyorum..

Suay Karaman

(*) : 9 Nisan 2016 tarihinde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Maltepe Şubesi’nin düzenlediği “Geleceğe Bakış” Semineri konuşması.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.