BERLİN-DENİZLİ HATTI (2)

ABONE OL
15:01 - 14/08/2021 15:01
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Başçarşı Caddesinde’yiz. Sanki sel, katmış insanları önüne sürüklüyor. Biz de karşımızdan akan o insan kalabalığını yara yara yürüyoruz bütün gücümüzle. Bu arada sağımıza solumuza da bakınıyoruz etrafta ne var yok görmek için. Hemen solda Gazi Hüsrev Bey bedestenini görüyoruz. Girdik içeriye. Restore edilmiş besbelli. Bedestende Osmanlının izlerini kaybetmişler ama bedestenin içine sinen Osmanlı kokusunu yok edememişler.

Bedestene girmişken hediyelik bir şeyler alalım dedik. Saraybosna çarşısında olduğumuza göre, Bosna’yı hatırlatan bir şey olmalı alacaklarımız. Tişört, şapka, mıknatıs gibi. O dükkân senin bu dükkân benim aradık durduk ama aradığımız o eşyayı bulamadık. Tişörtlerin ve şapkaların üzerinde, N…, A…, N… gibi çok bilindik emperyalizmin ürünü olan markalar yazıyor. Saraybosna’nın sembolleri hediyelik eşyalarda kullanılmamış. Varsa bile çok az onu da biz göremedik, bulamadık. Neler olabilir düşününce aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim: Başçarşının girişindeki tarihi Sebil olabilir, Gazai Hüsrev Beyin yaptırdığı saat kulesi olabilir, Aliya’nın portresi olabilir, Şehitlik olabilir, savaş zamanında Sırplar tarafından 2 milyon cilt kitabın yakıldığı kütüphane olabilir, Saraybosna havaalanının altından 4 ay 4 günde kazılan böylece insanlara insani yardım ulaştırılabilen “umut” tüneli olabilir. Müslümanların soykırıma tabi tutulduğu Srebrenitsa olabilir, Sarı Saltuk türbesi olabilir, Mostar köprüsü v.b. olabilir. Bu sembollerle dünyaya mesaj verilir.

Daha dün savaştan çıktınız be kardeş, bu teslimiyet neyin nesidir. O baş tacı ettiğin markaların sahipleri olan ülkeler değil miydi seni mahkûm eden, hürriyetini elinden alan, Srebrenitsa’da 8 bin canını soy kırıma tabi tutan. A benim güzel kardeşim, ne çabuk unuttunuz o savaşı da yine kucağına düştünüz emperyalizmin?

Bedestenden çıktık, yürümeye devam ediyoruz. Gözümüz o hediyelik eşyalarda. Acaba gözümüze bir şeyler çarpar mı diye bakınıyoruz. Armin sıkıldığımızı anlamış olmalı ki, birden bire, “ben sizi öyle bir yere götüreceğim ki, orada içtiğiniz o kahvenin tadı hep damağınızda kalacak” dedi. Girdik salaş bir sokağa. Küçük bir kahve. Yapay şelalenin önünde 3 masa var. Oturduk oraya ve siparişlerimizi verdik. Biraz bekledikten sonra kahvelerimiz geldi… Armin az bile söylemiş. Mükemmel bir lezzet. Sırrını sorduk bu lezzetin kahveciye. “Kahvemiz, dibek kahvesidir, biraz da ustalık tabii ki” dedi.

Hemen yanında aradığımız sembolleri üzerinde taşıyan tişörtler gördük. Çaldık kapısını dükkânın. Bir hanımefendi çıktı karşımıza. Gayet nazik bir hanımefendi. Dükkânın sahibesi imiş. Kendisi çiziyormuş bütün sembolleri. Baskısını da kendisi yapıyormuş. Elinde sadece teşhir için birer örnek varmış. Sipariş usulü çalışıyormuş. Sipariş vermek için bizim vaktimiz yok. Örneklerden almak istedik ama bedenleri uymadı. Bedeni XXL olmasına rağmen bir tişört aldık. Maksat, bir hatıra kalsın elimizde. Hanımefendi de dertli, “Kimse bu gibi sembollere itibar etmiyor artık” diye söylenmeye başladı. Başımızı sallayarak tasdik ettik kendisini. Vedalaştık.

Karşısında bir de baklavacı var o hediyelik eşya dükkânının. Orada pişirilen baklavadan dünyada sadece 5 kişi yapıyormuş. Özelliği şu. Baklava yufkası açıldıktan sonra, yufka bir hafta dinlendiriliyormuş ve ondan sonra içine malzemesi konarak pişiriliyormuş, malzeme de çok özelmiş. Akşam için sipariş verdi Armin ve bize dönerek ekledi, “Bu baklavayı aldıktan sonra başka bir yere gideceğiz ve bu baklava gibi özel olan kahve ile birlikte yiyeceğiz.” Eyvallah dedik.

Çıktık yine Başçarşı caddesine, yürüyoruz. Caddenin sonunda sağda Sinagog ve Katedral var. Katedralin hemen karşısında ise Ortodoks kilisesi.  Bosna’da yapılan minarelerin boyu o kilisenin kulesinin boyunu geçemezmiş. Bunun için çok mücadele edilmiş ama sonuç? Sonuçta kilise galip gelmiş.

Bosna’da üçlü bir yönetim biçimi varmış. Dünyada başka örneği olmayan bir yönetim biçimi. Karmaşık bir yapı. Dayton antlaşmasının mirası. Şu şekilde özetlemek mümkün bu karmaşık yapıyı. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yönetiyorlar devleti. Boşnaklar nüfusun %85ini oluşturuyormuş, Sırplar ile Hırvatlar % 15’şini. Kararlar demokrasinin(!) gereği olarak çoğunlukla alınıyormuş. Bu durumda çıkarılan kanunlar, alınan kararlar kimlerin lehine çıkar, varın siz karar verin. Azınlığın çoğunluğa galibiyeti. Demokrasi. Aman da aman, ne güzel şeymiş bu demokrasi(!)

Savaştan sonra %85 in %85 i travma geçirmiş, halâ kontrol altında yaşıyorlarmış. Armin’in ninesi kuşatma bitinceye kadar, aç susuz 3.5 yıl mahzende yaşamış Hırvat bir arkadaşıyla birlikte. Yiyecek içecek aramaya çıktığı bir gün keskin nişancı kendisini fark etmiş,  eceli keskin nişancının kurşunundan korumuş onmu, hemen yere yatmış, yatış o yatış kalkınca hedef olurum diye akşama kadar hareketsiz bir şekilde öylece kalmış…

Dönüşte, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kıldık ve biraz soluklandık. Sonrasında bir Bosnalı ağanın konağına gittik. Balkanlar Osmanlıdan koparılırken komitacılar o evde toplantılar yapmışlar. Tamamen ahşap. Çok amaçlı kullanılmış. Haremlik ve selamlığı bile var. Mimarisi ve ağaç işçiliği ne kadar görkemli olursa olsun, komitacılara hizmet ettiği için gözümüzden birden bire düşüverdi o güzelim eser. Eserin ne kabahati varsa…

Konaktan çıktıktan sonra Aliya İzzetbegoviç Müzesi ve Şehitlik vardı hedefimizde. Taksi ile gittik. Taksi, müzenin kapısında indirdi bizi ve gitti. Baktık, müze tadilatta. Taksici tadilatta olduğunu bize söylemedi,  bilmemesi mümkün değil. Savaşın vahametini ne de çabuk umutmuşlar…Oradan başka bir taksi ile hemen yanındaki şehitliğe geçtik. Bilge Kral diye bildiğimiz Aliya İzzetbegoviç’in mezarı başında dua ettik, onun ve bütün şehitlerin ruhuna. Hiç yoktan bir devlet var eden Aliya’yı rahmetle andık. Yaptıkları olağanüstü çalışmaları hatırladık. Bir tarafta Aliya ve şehitler, öbür tarafta emperyalizmin sömürü aracı olan ürünleri ve onlara gösterilen rağbet. Ne yaman bir çelişki… Allah rahmetiyle yarlığasın tüm Bosna şehitlerini.

Şu andaki yönetimden memnun olmayan Boşnaklar, sorumluluğu Aliya’ya yüklüyorlar. “O imzayı atmayacaktı” diyorlar. Anlaşılan başarılı olan Müslüman liderler dünyanın her yerinde itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu algıyı oluşturmak için her türlü aracı kullanıyorlar. Bütün ahlaki değerleri yok sayarak bunu yapıyorlar. Kullandıkları ortak kelime “Diktatör”.

Bir zaman sonra halk da algının kurbanları olmaya başlıyor.

Akşam yemeği için Bosna’ya hâkim başka bir tepeye çıktık. Bosna ayağımızın altında. Armin oranın kuzu çevirmesini (peçenye) çok övdü. Lezzetli idi ama beklentimizi karşılamadı. Peçenyenin Denizli’nin tandır kebabıyla boy ölçüşmesi ne mümkün.

Sonrasında aldığımız baklavaları yiyeceğimiz kahveye gittik. Müşterisiyle bu kadar yakın ilişki içine giren bir esnaf görmedim ben bu yaşıma kadar (69). Mekân sahibinin adı Hüseyin. Sipariş alırkenki nezaketi, servis yaparkenki kibarlığı mest etti bizi. Önce cezvenin içindeki bol köpüklü kahveyi koyuyor önünüze bakır tepsiyle, sonra o köpüğün bir kısmını ısıtılmış fincanın altına kaşıkla yerleştiriyor, sonra da cezve ile üzerine kahveyi ilave ediyor. Kahvenin köpüğü iki kez çoğalıyor ve size bol köpüklü o kahveyi içmek kalıyor. Yanında lokumu ve suyu da ihmal edilmiyor servis yapılırken. Baklavamız da yanımızda hazır vaziyette bekliyor olunca… Müthiş bir tat. Mübalağa olmasın ama gerçekten tadı damağımızda kaldı. 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de yok böyle bir servis, böyle bir ikram ve böyle bir tad.

Gerçekten yorulduk. Sıcak canımıza okuyor. Bosna’ya gelmişseniz sadece Saraybosna için bir haftanızı ayırmanız gerekiyor. Biz iki günde ancak bu kadar gezebildik. Bir başka sefere diğer yerlere gideceğiz nasip olursa. Mostar, Travnik, Srebrenitsa, Sarı Saltuk Tekkesi ve Osmanlı köyü misafirlerinin kendilerine gelmesini bekliyor.

Kahve içerken tanıştığımız Sancaklı bir çift, Türkiye’nin PCR testi olmadan kimseyi içeriye almadığını söyledi. “Yeni bilgi” dedi. İşkillendik bu durumdan. Bizim ADAC den aldığımız bilgi ile çelişse de içimize bir kurt düştü. Sabah hastaneye test yaptırmak için gittik. Saat 16:00 da almaya gelin dediler. 80 Euro’da orada ödedik. Telefon uygulaması yok onlarda. Böylece bir gün Hırvatistan’da bir gün de Saraybosna’da kaybetmiş olduk. Toplamda iki günümüz bir hiç uğruna elimizin altından kayıp gitti.

Elveda Saraybosna

Bosna’dan ayrılıyoruz. Saat 17:00. Navigasyon Saraybosna’dan Türkiye’yi 1270 km.olarak hesapladı. Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden. 14 saatte varırız İstanbul’a diye düşündük. Yol gelişli gidişli olunca hesap tutmadı. 10 km. yolu tam 3 saatte aldık. Önümüzde seyreden arabaları geçmek mümkün olmayınca ortalama 30 km. hız yapabildik. Saat 05:00 te Edirne’deydik. Kapıkule’de. Önümüzde araç yok. Hemen şartele yaklaştık. Beyaz önlüklü ve yakasında ismi yazılı bir görevli nazik bir şekilde bize yaklaştı,

“Hoş geldiniz beyefendi” dedi ve ilave etti,

“Aşı defterlerinizi görebilir miyim.”  Gösterdik.

“Yolunuz açık olsun.” Dedi ve ayrıldı yanımızdan.

 

Şimdi Saraybosna’da o 80 Euro’yu neden verdik. Toplamda 170 Euro. Kaybedilen o iki gün ne olacak.

“Türkiye aşı defteri olsa da yine test istiyor” algısı var ya, işte o algının kurbanı olduk. Ya doğruysa endişesi… Başınıza Türkiye kadar taş düşsün de altında ezilesiniz emi… Bu, beddua bilinçli olarak algıyı oluşturanlar içindir…

Kapıkule’de, şartellerin hemen önünde kurulmuş COVİD-19 çadırları var. Aşınız yoksa orada hemen test yapıp sizi 15 dakika içinde yolculuyorlar, yolunuzdan alıkoymuyorlar. Sürekli tenkid edilen ve insanlara korku pompalanan hakkında algı oluşturulan bir ülkedeyiz. Türkiye’de. Birkaç gün öncesi yaşadıklarımızla Türkiye’de yaşadıklarımızı kıyaslarsak Türkiye o ülkelere fark atar.  Covid 19 konusunda çağ atlayan bir Türkiye ile karşılaştık. Bakalım başka nelere şahit olacağız.

Geç kalabiliriz endişesiyle, test süresini geçirme korkusundan yolda konaklamak mümkün olmadı. Edirne’de otel aradık. Hepsi dolu. Benim sünnetime uygun olmayan bir yolculuk yapıyorum ilk defa. Yola devam ettik ve saat 10:00’da İstanbul’a bayrağı diktik. Ümraniye’deyiz. İlahiyat Fakültesi’nin hemen yanında. Orada konaklayacağız.

Tuğrul kardeşimiz bize evini açtı.  Tuğrul Hureyre’nin arkadaşı. Goethe Üniversitesi’nde doktorasını yapıyor. Kendisi Gebze’ye gitmiş. Evi boş. Anahtarı komşusundan aldık ve istirahate çekildik. Bir zaman sonra Tuğrul geldi İstanbul’a. Dinler tarihi okumuş bir akademisyen. İstanbul mihmandarımız Tuğrul oldu.

Önce, Marmaray ile Sirkeci’ye geçtik. Marmaray; ilk olarak Abdulmecid tarafından planlanmış, sonra II. Abdulhamid tarafından yeniden ele alınmış ve tekrar planlanmış. Planı gerçekleştirmek Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuş. Belgeleri Marmaray’ın duvarına asılmış. Marmaray’la Üsküdar Sirkeci arası 5 dakikaya düşmüş…

Devam edecek

 

 

 

 

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.