TARİHİMİZLE YÜZLEŞEBİLİRMİYİZ?

ABONE OL
18:59 - 01/10/2020 18:59
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Yukarıdaki başlık Hürriyet yazarı Fatih Çekirge’nin 9 Ekim 2010 tarihli yazısından esinlenerek alınmıştır. Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim; bu ve benzeri yazılar aslında Prof. Dr. Baskın Oran, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Dr. Cengiz Aktar ve gazeteci Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde Aralık 2008 de başlatılan özür kampanyasının devamıdır. Sadece hatırlatmak için kampanyanın özünü tekrarlıyorum: “1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını ve bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”

Fatih Çekirge, adı geçen yazısına ustaca ve duygusal bir şekilde Berlin’in geçmişine göz atarak başlıyor: „[…] İnsanlık tarihinin acıya, gözyaşına ve kana doğru arşivlendiği o mahcup başkentte. Bir milletin toplu intiharını, bir seri katile emanet ettiği o taş duvarlar, dev heykeller, mahrem şatolar, bıçaklanmış bir hatıra gibi duruyor. Meydanları kimi zaman alnından vurulmuş bir kartal gibi çırpınıyor. Kimi zaman cezasını çeken mahcup bir mahkûm. […]”
Ve devam ediyor: „[…] Şimdi bakıyorum. Sokaklarında yürüyorum. Ve görüyorum ki… Artık kurtulmuş o utançtan. Tüketmiş o ezikliği. O yıllanmış utanç, vicdanlarındaki yaralı mazgallardan akıp gitmiş. Şimdi sokaklarında özgürlük var. Mesela Bach yürüyor. Mozart bir köşe başından çıkmış yine. O kanlı örtü kalkınca Berlin’in üzerinden. […]”

Fatih Çekirge utanç, vicdan, eziklik, kurtuluş ve özgürlük kelimelerini bir nakış gibi işliyor. Utanç ile başlayan ve özgürlükle sona eren bir cümlede Berlin’in, yani Almanların kanlı ve karanlık tarihlerinin utancından kurtulmak üzere olduklarının altını çizdikten sonra bu değişimin nedenini soruyor. Sorunun cevabını ise ünlü rejisör Fatih Akın’a verdiriyor: “Evet kendi tarihleriyle yüzleştiler. Yahudi katliamlarını anlatan, kampları, gaz odalarını anlatan filmlere gittiler. Ve o sinemalara, bir kiliseye günah çıkartmak için gider gibi gittiler. Eğildiler kendi vicdanlarının önünde. Kaçmadılar, üstünü örtmediler. Mesela ben lisede günlerce o filmleri izledim. Okullarda izlettiler bize.” Her ne kadar Alman halkının utanç duygularından arınmış gibi görünse de bunun böyle olmadığını elbette sadece onlarla iç içe yaşayanlar bilir. Öyle olsaydı Decker ve ekibinin 2006 yılında yapmış olduğu bir araştırmaya göre Almanların yaklaşık yüzde 30’u hala daha Yahudilere karşı kısmen de olsa antipati duyar mıydı? Fakat varılmak istenen konu elbette bu değil, varılmak istenen nokta başka. Hedef okuyucuya Türk ve Alman tarihi arasındaki olası paralelliği göstermek.

Fatih Çekirge’nin Almanya ve Türkiye tarihleri arasında kurmuş olduğu paralellik insanın kanını donduracak şekilde basitleştirilmiş ve bunun da ötesinde saptırılmış. Bu şekliyle yazının aslında yukarıda bahsi geçen özür dileme kampanyasının bir parçası olduğunun kesin altı çiziliyor. Bakın ustaca kurgulanmış bu paralellik senaryosu nasıl kuruluyor. „[…] BİZE GELİNCE. “Mesela” dedim; “Bizim de korkularımız var. Tarihimize yönelik ağır suçlamalar var. Mesela Ermeni iddiaları. Tehcir var. Ermenilerin toplu sürgünü iddiaları var. Talat Paşa var. Elbette bir Yahudi soykırımıyla aynı kapsamda düşünülemez. […]”

Fatih Çekirge tarihimizle yüzleşmenin korkularından, tarihimize yönelik suçlamalardan, yani Ermeni iddialarından, tehcirden, sürgünden söz ediyor ve „elbette aynı kapsamda düşünülemez” demesine rağmen, aynı kapsamda düşünüyor. Fatih Çekirge bunun ya farkında değil, ya da kalemini büyük bir kurnazlıkla kullanarak okuru ustaca yönlendiriyor. Zira yazısının başında Berlin’in kanlı ve karanlık tarihinden bahsederken kafasındaki olgu Yahudi soykırımı idi ve Alman halkının bu soykırım suçluluğundan kurtulmasının suçu kabullenmeden geçtiğinin altını çizmişti. Ve „BİZE GELİNCE” diyerek Yahudi soykırımı ile Ermeni meselesini aynı kapsamda kullanıyordu. Sorusunun cevabını her ne kadar kendisi dolaylı bir şekilde vermiş olsa da doğrudan Fatih Akın’a söyletmekte: “Orada da çekinmeden sorgulayabilmeli toplum. Filmi yapılabilmeli. Üstelik her açıdan, her bakıştan yapılabilmeli o filmler. Kitapları yazılabilmeli. Kendisiyle, tarihiyle hesaplaşabilmeli, yüzleşebilmeli insanlar.” Ve akabinde Fatih Çekirge soruyor: „Yapabilir miyiz bunu?”

Fatih Çekirge tarihimizle yüzleşmenin nasıl olabileceğini bize şu şekilde sıralıyor. „[…] Mesela Talat Paşa’nın, Enver Paşa’nın Osmanlı devletini son dönem Alman imparatorluğunun eksenine oturttuğunu söylesek. Sonra Ermenileri böyle bir Alman çözümüyle tehcire uğrattılar desek. Yani ithal bir çözümle. Osmanlı ordusunun modernizasyonunu Almanlara veren Talat Paşa bu formülü neden almasın? […]” İşte burada, yukarıda da belirttiğim gibi, insanın kanını donduracak şekilde, tarihi olayların kronolojisini takip etmeden kurulan bir paralellik sırıtıyor. Zira köşe yazarı olmak başka, tarihi yorumlamak veya sorgulamak başka bir şey olduğu bir daha ortaya çıkıyor. Elbette çok iyi bir yazar olabilirsiniz, fakat yazar olmak tarihçi olmakla eşdeğer değil. Zira köşe yazısı gibi tarih yazılmaz ki. Tarihi olayları birbirine karıştırırsanız yapmış olduğunuz, tarihçi olmadığınız durumda cahillikten, tarihçi iseniz sahtekârlıktan ibarettir. Elbette farklı dönemlerdeki tarihi olaylar ve gelişmeler birbirleriyle karşılaştırılabilinir. Fakat olayların kronolojisi de takip edilmesi gerekli değil midir? Örneğin ikinci dünya savaşının çıkış nedenlerini birinci dünya savaşının nedenleriyle karıştırırsanız, her ne kadar iyi bir yazar olsanız da, bu sizin tarihi olayları benimsemeden ezberlediğinizi gösterir ve bu sebeple de ilk ezberlediğinizi bir sonraki ezberlemiş olduğunuz olaylarla karıştırmanız doğaldır. Bu, beynin insanoğluna oynadığı bir oyundur. Zira beyin ezberlediği fakat özümsemediği bir takım verileri, kronolojiyi takip etmeden, papağan misali tekrar dışa yansıtabilir. Başka bir örnek vermek gerekirse, anlamadan ezberlediğimiz Arapça namaz sureleriyle verilebilinir. Ezberlemiş olduğunuz herhangi bir namaz suresini herhangi bir yerinden başlayabilir misiniz? İnsanların büyük bir çoğunluğu için bu mümkün değil. Mutlaka baştan başlamanız gerekiyor ki beynin ezber mekanizması, Almanların deyimiyle (aus dem Stammhirn erledigen) düşünmeden beyin sapından işlesin.

Fatih Çekirge’nin Yahudi soykırımı ile Ermeni meselesini aynı anda anması ve sonrakinin öncekinden esinlenme olduğunu söylemesi, ya hesaplıdır (bu durumda hainliktir) veyahut da beyninin azizliğine uğramıştır (bu durumda ise ahmaklıktır). Oysa az çok tarih bilinci olan bir insan Yahudi soykırımının 1930’ların sonuna doğru ikinci dünya savaşının öncesinde, yani Nazi döneminde başladığını, Ermeni meselesinin ise 1910’larda, yani birinci dünya savaşı esnasında başladığını çok iyi bilmektedir. Bu durumda nasıl oluyor da şu sonuca varılabiliniyor? „[…] Sonra Ermenileri böyle bir Alman çözümüyle tehcire uğrattılar desek. Yani ithal bir çözümle. Osmanlı ordusunun modernizasyonunu Almanlara veren Talat Paşa bu formülü neden almasın? […]”

Fatih Çekirge, nasıl oluyor da Osmanlı devleti Ermeni meselesinde yaklaşık 20 sene sonra gerçekleşmiş Yahudi soykırımındaki Alman çözümünü örnek alabiliyor? Nasıl oluyor da henüz üretilmemiş, hatta icat edilmemiş bir şey ithal edilebiliniyor? Bu cahillik değilse de, nasıl bir ahmaklıdır? Yoksa hesap başka mı? Fatih Çekirge’nin hedefi de, özür diliyorum kampanyasını yürütenlerin hedeflerinde olduğu gibi, tarihi geçmişinden yoksun bırakılmış gençler mi? Bunun için mi Türk Tarih Kurumu eski başkanı Prof. Dr. Halaçoğlu görevinden alındı? Onun için mi üniversitelerden İnkılâp Tarihi ve Türk Dili ders programlarının kaldırılması gündemde? Türk genci tarihini öğrenmeden tarihiyle daha iyi yüzleşebilmesi için mi?

Fatih Çekirge yazısına son verirken bakın nasıl temenniler getiriyor. „[…] Bir sabah bir Alman denizaltısıyla İstanbul’dan Almanya’ya kaçan Talat Paşa, Berlin’de bir sokak arasında bir Ermeni tarafından nasıl vurulmuştu? İşte yine kendi tarihimizin peşinden koşarken Berlin sokaklarına çıkıyoruz. Hangi filmin son karesi olabilirdi acaba bu? Bir gün bir yönetmen çıkıp bu son kareyle bitirebilir mi filmini? Yüzleştirebilir mi bizi? […]” Pekâlâ, Talat Paşa neden kaçmıştır? Ermeni meselesinden dolayı mı? Fatih Çekirge’nin söylemine bakılacak olursa, sözde Ermeni soykırımından dolayı. Zira tarihimizle yüzleşebilmek için Fatih Çekirge adaşı Fatih Akın’a ima yoluyla temennide bulunuyor; konuyla ilgili bir film çekmesini ve bu filmin de son karesinin Talat Paşa’nın ölümünün teşkil etmesi. „Öçün alındığı ve tarihi hesaplaşmanın yapıldığı mutlu son”. Talat Paşa’nın ölümüyle „mutlu bir son ile” bizi tarihimizle yüzleştirmeye hazır mısın Fatih Akın? Talat Paşa’nın katledilmesiyle başlayan ve onlarca Türkiye Cumhuriyeti dışişleri mensubunun aynı kaderi paylaşmalarıyla devam eden, Ermeni diasporası tarafından kasıtlı bir tarih çarpıtılmasından değil de, onun ölümüyle başlayan bir yüzleşme… Dedim ya, insanın kanını donduracak bir yaklaşım. Göreceksiniz, çarpıtılmış tarihimizle yüzleşme süreci devam ederken eşzamanlı olarak tarihimiz unutturulmaya çalışılmaktadır. Zira ancak tarih bilinci gelişen bir milletin tarihiyle yüzleşme imkânı olur.

Ben dahil Türk insanının büyük bir bölümü tarih bilincinden yoksundur. Öyle olmasaydı AKP’li Ümraniye Belediyesi’nin Çanakkale Savaşı’nı çocuklara öğretmek amacıyla hazırlattığı “Tarihe Sığmayan Destan; Çanakkale Geçilmez” isimli çizgi filmde, savaşın „bazı üstün güçlerin varlığıyla” kazanıldığı anlatılır mıydı? Belediye yetkilileri, film için Marmara üniversitesi Fen-Edebiyat fakültesi tarih bölümü öğretim görevlileri Prof. Dr. Cevdet Küçük ve Prof. Dr. Zekeriya Kurşun tarafından “Filmi izledik ve kurgusunun tarihi gerçeklere uygun olduğunu onaylarız” belgesi alındığını açıklıyor. Yetmiş beş dakikalık filmin temasını üç ana hikâye oluşturuyor. Birincisi, komutanlardan Cevat Paşa’yla ilgili. Buna göre, Cevat Paşa rüyasında ebcet hesabında Kef harflerini görüyor. (Ebced: Arap alfabesinin kolayca hatırlanması için kullanılan harf dizisi.) Rüyasında, ne anlama geldiğini düşünürken, eli sopalı, sakallı “ruhani bir kişi” bu harflerin 26 olduğunu, depodaki 26 mayının çift sıra halinde denize döşenmesi gerektiğini söylüyor. Düşman donanmasını boğazın derinliklerine gömerek tarihe geçen Nusret mayın gemisinin kullanılma nedeni bu şekilde açıklanıyor. (http://www.milliyet.com.tr/2005/11/20/siyaset/asiy.html). Diğer hikâyelerde benzer şekilde savaşın ruhani güçlerin öncülüğünde kazanıldığını vurgulamaktalar.

Bakın film için Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay ne diyor: “Hepsi palavradan ibaret”. O dönemdeki (2005) Türk Tarih Kurumu Başkanı (TTK) Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da anlatılanların tarihsel gerçekliği olmadığını söylüyor: “Tarihsel gerçeklik olarak anlatılıyorsa yanlıştır. Bu tür anlatımlar, halkın kendi içinde yakıştırdığı, kulaktan naklettiği şeylerdir.” Yapmış olduğu bu açıklamadan dolayı olmasa da, Ermeni Diaspora’sının tezlerini bilimsel verilerle çürütmeye gayret eden Prof. Dr. Halaçoğlu bu çalışmalarının ödülünü Temmuz 2008 tarihinde görevinden alınarak alıyor.
Sahi Türk tarih Kurumu’nun şu anki başkanı hangi çalışmalara imza atıyor?
İşte, Türk halkı tarihiyle bu şekilde yüzleştirilmek istenmekte.

Dr. Ali Sak

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.