DOĞU ANADOLU GEZİSİ (X-10): EĞİN/KEMALİYE-ARAPGİR-APÇAĞA

ABONE OL
22:16 - 10/05/2023 22:16
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Eğin/Kemaliye

Saat 08 de Elâzığ (Harput) ile vedalaştık. Hedefimizde Eğin (Eğin) var. Önce Arapgir ve Apçağa. Arapgir Malatya’nın önemli bir ilçesi. Rehberimiz Cem Kaya, “Arapgir’ e gelinir de reyhan şerbeti içmeden gidilirse reyhan şerbetine saygısızlık olur” dedi. Biz de saygısızlık etmek istemedik. Zaten yöresel tatlar konusunda hassasiyetimiz de var. İndik araçtan. Güneş de onaylamış olmalı ki kararımızı, yüzünü gösterdi bize, selamlaştık. Ekim ayında güneş banyosu. D Vitamini sentezi.  Daha ne lazım. Türk Eğitim Derneğinin Kültür Gezisinin en güzel uygulamalarından birisi de istenilen yerde mola verebilmek. Grup üyeleri oldukça uyumlu.

Mekân sahipleri saygılı insanlar. “Hoş geldiniz” dediler, hürmet ettiler, yol gösterdiler. Biz o mekânda sadece reyhan şerbeti içmekle yetinmedik, tost da yedik. Tost yemek öğrenciliğimiz döneminden kalma bir alışkanlık. Öğrenciliğimizde yediğimiz tostun içinde biraz salça, biraz margarin, ince kıyılmış birkaç tane sucuk ve bir dilim salatalık turşusu olurdu. Zevkle yerdik. Pirzola yer gibi. Arapgir’de yediğimiz tost, tereyağı ve salça ile tatlandırılmış, bol sucuklu, üzerine de kaşar peyniri serpiştirilmiş, isteğe göre yumurtalısı da var. Üzerine bolca yeşillik konulmuş. Kocaman bir şey. İşte tost dediğin böyle olur. Tepside servis ediliyor. Yanında reyhan şerbetiyle. Hani yemede yanında yat derler ya işte o cinsten. Öğrencilik zamanında yediğimiz tost ile kıyas kabil değil. Biz misafir olduğumuz için mi böyle cömert davranıldı, yoksa herkese aynı tost mu hazırlanıyor onu bilme imkânımız yok.  Biz tostlarımızı yemekle meşgul olurken, rehberimiz Cem, “arkadaşlar bir dakikanızı alabilir miyim, sizi birisiyle tanıştıracağım” dedi. Sesin geldiği yere doğru yönümüzü döndürdük. Elimizde tost ve reyhan şerbetiyle. Bazılarımız lokmasını çiğnemekle meşgul.

“Arkadaşım, dostum, Arapgir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Mesut Kavas. Bize selam vermek ve tanışmak için burada.” Sayın Kavas, rehberimiz Cem Kaya’nın dostu imiş. Bizim mola vereceğimizi önceden haber vermiş kendisine. O da kalkmış gelmiş. Büyük incelik. Çok kibar bir kişiliği var. Uzun boylu zayıf ve esmer birisi. Şık giyimli. Tam bir beyefendi. Bütün arkadaşlarımızın ellerini teker teker sıktı ve hoş geldiniz dedi. Dedim ya; “Doğu Anadolu Kültür Gezisi” bizi şaşırtan bir gezi oldu. Bu gezi ile birlikte yıllardır kafamıza yerleştirilen negatif Doğu Anadolu imajı, yıkıldı gitti. Demek ki bilinçli bir algı oluşturulmuş. Bizler de bu algıyı gerçek olarak kabul etmişiz. Doğu insanının nezaketini başka bir yerde görmeniz mümkün değil. Türkiye’nin tüm bölgelerini gezmiş, insanlarıyla birebir temas kurmuş birisi olarak ben söylüyorum bunu.

Arapgir Kültür Müdürü Sayın Kavas, hal-hatır sorma faslından sonra kısaca Arapgir’i tanıttı bize:

“Arapgir Malatya’nın ilçesidir. Yüzölçümü 964 kilometrekare, toplam nüfusu 11 bin (2007 sayımı) dir. Malatya’ya uzaklığı 120 kilometredir. Eski adı Daskuza. M.Ö. 1200 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir. Asur, İran, Danişmentler, Anadolu Selçuklu, Moğol ve Karakoyunlular Beyliği egemenliğinde kalmıştır. 1515 Çaldıran Savaşının ardından da Osmanlı toprağı olmuştur. Kale surlarının harabeleri o devirlerin canlı şahitleridir. Kalenin surlarını yaz kış demeden o kadar uğraşmasına rağmen, asırlar yıpratamamıştır. Rakım 1250 dir.

Arapgir ismi, M.Ö. 712 senesinde Asur Kralı Sargon’un, Güney Mezopotamya’dan esir olarak getirip buraya yerleştirdiği Araplardan gelir.

Selçuklular buraya medeniyeti getirdiler. Çok büyük yatırımlar yaptılar; hamamlar, hanlar yaptılar. Şehir hareketlendi. Arapgir, Suriye- Trabzon ticaretinin transit yolu haline geldi.

Osmanlılar devrinde ticaret canlandı. Arapgir halkı, eski sanatları olan dokumacılığı yeniden canlandırdılar. Dolayısıyla Arapgir, on binlerce tezgâhın işlediği, sermayesi yüksek, yüzlerce toptancı tüccarın iş yaptığı, sanayi ve ticaret merkezi haline geldi. Arapgir o zaman 50 bine yakın nüfusu ile Doğu ve hatta İç Anadolu´nun en kalabalık şehirlerinden biri değil, birincisi oldu.”

Bir taraftan tost ve Reyhan şerbeti öbür taraftan şehir ile ilgili tarihi malumat geziye anlam kattı. Sağolasın sayın Kavas, bellimi olur belki bir gün teklifin gerçekleşir misafiriniz de oluruz… 

Apçağa Köyü 

Apçağa Köyü, Eğin ilçesinin hemen yanında. 6 km mesafede. Yol üzerinde. Önce o köye uğradık. Bu köyün yetiştirdiği iki önemli isimden bahsetti rehberimiz. Ahmet Kutsi Tecer ve Doğu Perinçek.  Doğu Perinçek siyasi parti lideri. Bizim gençliğimizde Maocuydu. Şimdilerde ulusalcı takılıyor. Ahmet Kutsi Tecer, Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere sahiptir. Biz onu, ‘Orda bir köy var uzakta’ isimli şiiriyle tanıyoruz.

Orda Bir Köy Var Uzakta

“Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var, uzakta
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.

Orda bir ses var, uzakta
O ses bizim sesimizdir.
Duymasak da tınmasak da
O ses bizim sesimizdir.

Orda bir dağ var, uzakta
O dağ bizim dağımızdır.
İnmesek de çıkmasak da
O dağ bizim dağımızdır.

Orda bir yol var, uzakta
O yol bizim yolumuzdur.
Dönmesek de varmasak da
O yol bizim yolumuzdur.”

Hemen köyün meydanında Ahmet K. Tecer Kültür Evi var. Müze olarak hizmet veriyormuş. Ahmet Kutsi Tecer Müzesi.  Müzede sergilenen eserler arasında Ahmet Kutsi Tecer’in özel eşyalarının yanı sıra döneme ait çeşitli kitaplar, yöresel kıyafetler, eşyalar ve silahlar bulunmaktaymış. Müze açık değildi, içeriye giremedik. Biraz yukarıda bir de cami var. Tarihi bir cami. Ahşaptan yapılmış. Evler de ahşap. Cem kardeşimizin anlattığına göre buradan itibaren ahşap evler görmeye başlayacakmışız. Eğin’de de bu evlerden çok varmış.

Apçağa’nın ekmeği de meşhurmuş. Farklı bir ekmek pişirme tarzı varmış Apçağalıların.   Konya’dan özel olarak getirilen unlardan yapılırmış ekmek. Bildiğimiz lavaşa benziyor ama çok daha uzun, bizim lavaşın üç misli gibi düşünün o kadar uzun ve daha pişkin. Öyle güzel kokuyor ki, almamak mümkün değil. Biz de aldık zaten ve de otobüste elden ele bölerek üleştik ekmeği ve bitiverdi. Sonra da neden fazla almadık diye pişman olduk. Neyseki Eğin’de de aynı ekmek servise konarmış.

Anlatılanlara göre ekmek müzik eşliğinde pişirilirmiş Apçağa’da. Bazen klarnet ve davul eşliğinde canlı müzik bile yapılırmış fırında. Ekmeğin lezzeti buradan gelirmiş.

Bütün bunları bize emekli bir öğretmen tanıttı. Uzun boylu babayiğit bir köylü. Elindeki bastonu ona ayrı bir heybet veriyor. Ayaküstü bize birkaç tane de şiir okudu. Hızını alamamış olmalı ki, otobüsün içine kadar geldi. İki şiir daha okudu. Alkışlarımızla vedalaştık onunla. Biz onu çok sevdik…

Eğin/Kemaliye 

Kemaliye bir ilçe. Erzincan’a bağlı bir ilçe. Eski ismi Eğin. Eğin ve çevresinde ilk önce yerleşenler Kafkasya üzerinden Anadolu’ya inen Orta Asya Türkleriymiş. Türk boylarının Anadolu topraklarına ilk akınları 1015-1016 yıllarına rastlarmış. Fırat bölgesine yürümeleri, Malatya, Harput gibi önem arz eden kentleri zapt etmeleri de 1058 yıllarına rastlarmış. 1421 yılında da Osmanlı topraklarına katılan bölgeye Yavuz Sultan Selim, Kafkasya’dan göç ettirdiği aileleri yerleştirmiş.

Eğin’e geldiğimizde güneş batmıştı. Acele etmemiz gerekiyordu. Yemekten sonra sıra gecesine gidecektik. Yerimiz önceden ayrılmıştı. Otele yerleşmek için 30 dakika verildi. Sonrasında yemek salonunda buluşacağız. Yemeklerimiz geldi. Yöresel yemek tercihimizi önemsemediler. Menüde ne varsa onu yiyeceksiniz dediler. Garsonlar ya çok yorgun ya da eğitimsiz olmalı. Yüzleri asık. Hoşgeldiniz falan gibi bir cümle de kurmuyorlar. Tabakları masaya koyup gidiyorlar. Menü dışında bir istekte bulunamıyorsunuz, “o ayrıca ücrete tabi” diyorlar. Ücretten ziyade garsonun söyleyiş şekli can sıkıyor. Tur süresince başımıza böyle bir şey gelmiş değildi. Bir yerde istenmiyorsanız siz oraya ait değilsinizdir. Zaman aleyhimize işlemeye başladı. Tatsızlık çıkmasın anlayışıyla önümüze konulanı yedik ve ayrıldık yemek salonundan.   

Sıra Gecesi

Sıra gecesindeyiz. Bize özel bir gece hazırlanmış. Başka kimse alınmamış içeriye. Rica ettiler, 2 kişi daha varmış, kaymakam ve eşi, uzaklardan gelmişler, kabul edersek onları da içeriye alacaklarmış. Elbette kabul ederiz, buyursunlar…

Saz ve söz ekibi hepsi 3 kişi. Hem çalıyorlar hem de söylüyorlar. Sanat musikisinden eserler okuyorlar. Zaman zaman onlara eşlik ettik. Oynayanlarımız oynuyorlar, sadece dinlemek isteyenler de sandalyesine yaslanmış sessizce dinliyorlar. İkramlar reyhan şerbeti ile birlikte geldi. İşte budur dedik. Bizim olan bize ait olan varken ne diye, yabancı markalı içecekler soframıza getiriliyor?

Sıra gecesi ekibinden aldığımız bilgiye göre, Eğin’de küçük yaştan itibaren müzik eğitimi verilirmiş. Dolayısıyla herkes enstrüman çalarmış ve şarkı söylermiş. Seviyeli bir sıra gecesi yaşadık. Sanat Musikisinin ağırlığını hissettik. Öyle Kars’taki gibi ikide bir önümüze şapka da getirmediler.

Kemaliye İsmini Halk Onaylamamış

Dikkatimizi çeken bir şeyi nakledeyim; sokak isimlerinden işyeri isimlerine, meydan isimlerine, hediyelik eşya isimlerine varıncaya kadar Eğin ismi kullanılıyor her yerde. Anlaşılan Kemaliye ismine fazla itibar edilmiyor.  Halka da sorduk bu neden böyledir diye, cevap; “burası Eğin’dir” dediler. Demek ki; zorlayarak yapılan şeyler kabul görmüyor. Oysa rehberimiz bize bu değişimi çok masum bir istek olarak şöyle anlatmıştı: Savaştan sonra Eğin halkının gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Mustafa Kemal halka teklif eder,” ne isterseniz isteyin benden onu vereceğim.” Cevaben halk, “Paşam bir tek isteğimiz var sizden; Eğin ismini değiştirin o bize yeter, başka bir isteğimiz yoktur.” Demişler. Eğin olmuş böylece Kemaliye. Rehberimizin anlattığı mı doğrudur, yoksa bugünkü halkın ‘buranın ismi Eğin’dir derken yaptıkları ima mı? Varın siz karar verin. Biz bu arada odalarımıza çekilelim. Yarın yoğun bir gezi programı bizi bekliyormuş.

Sabah kahvaltıdan sonra (9:30) başladık Eğin sokaklarını arşınlamaya. Yaya olarak dolaşacağız Eğin sokaklarını. Rehberimiz önden biz arkadan. Oğlum Zülfikar bu gezide bizimle. Bizimle birlikte yürüme imkânı yok ama Emin her yerde ona bir imkân hazırlıyor. Eğin’de de safari arabasıyla Kadiri de yanına alarak bizden önce turlamışlar Eğin sokaklarını. Sağolasın Emin.

Lökhane

Daracık sokaklardan o ahşap evlerin arasından, yeşillikler içerisinden yukarıya doğru tırmanıyoruz. İlk durağımız Lökhane. Lök tatlısının yapıldığı yere Lökhane deniliyor. Lök tatlısı dut ile ceviz karışımından yapılmaktaymış. Aslında yerel bir tatlı olan lök tatlısı önceleri evlerde yapılırken bugün sadece Eğin içinde olan Lökhane’de yapılmaktaymış. Lök tatlısı kuru dut ve cevizin üç saat kadar dövülerek karıştırılması ve macun haline getirilmesi ile tüketime hazır hale gelmekteymiş. Lökhane sahibi usta anlattı bunları.  Lökhanenin içinde Lök tatlısı ile birlikte yöresel diğer tatları da bulmak mümkün. Aldık Lök tatlısından. Hem de fazla fazla aldık. Nede olsa macun. Macun ama enerji veriyor. Ancak dut ile ceviz karışınca verilen enerjiyi sarfetebilmek de lazım…

Mâni Yolu 

Yokuş yukarı yürümeye devam ediyoruz hedefte ‘Mâni Yolu’ var. Kadınların özlem ve hasretini dile getirdiği manilerin direklere asıldığı yol. Eğin manileri ilçenin tarihsel geçmişi içinde önemli bir yer tutarmış. İlçenin kadınlarının, ekmek parası kazanmak için gurbete giden kocalarına, nişanlılarına ya da sevgililerine olan özlemlerinin sesiymiş maniler. İlçenin erkeklerinin büyük bir bölümünün gurbete gitmesi, kadınların dilini çözmüş. Özlemle yazılmış, hasretle yazılmış o maniler. Kolay değil gurbetçi yolu beklemek. O maniler bugün, Eğin Belediyesi tarafından “Mâni Yolu” ile yaşatılıyormuş. Ne de güzel ve anlamlı bir icraat. Maniler, direklere özenle asılarak nesillere aktarılmaya çalışılıyormuş. Geçmişle olan bağın kopmaması için özel bir gayret sarfediliyor demekki.

Düzce’de aşçılık meşhur olduğu gibi Eğin’de de kasaplık meşhurmuş. Ruhsatlı kasapmış Eğin kasapları. Eğinli kasaplar ülkenin her tarafından ve bilhassa İstanbul’dan davet alırlarmış. Onlar da ekmek parası için, yavuklularını, çocuklarını, annelerini, nişanlılarını bırakıp giderlermiş gurbet ellere. Uzun soluklu gidişlerinin ardından köylerinde yalnız kalan kadınlar da arkalarından su dökerek, maniler yazıp yollarlarmış gurbet ellere erlerini. Bizim Almanya’ya gelişimiz gibi. Erkek ekmek parası için gurbete yelken açıyor eşi veya yavuklusu hasretini manilerle dile getiriyor. Ne güzel duygular bunlar. İçinde hüzün barındıran duygular.

“Ağam gönderdiğin yazmayı yaktım,

Çürüttüm ömrümü yoluna baktım

Ela gözlerini sevdiğim ağam

Ya senin tecellin ya benim bahtım…”

“Yârim kemer takmış ince beline
Gurbetin yolunu almış eline
Yazık şu EĞİN‘in gelinlerine
Bakarlar gençlikte gurbet yoluna”

Mâni yolunu boydan boya geçtik. Maniler belirli aralıklarla direklere asılmış ve numaralandırılmış. Herkes bir numara tutuyor aklından, numaranın asılı olduğu direğin yanına geldiğinde o maniyi eşi için okuyor. Zevkle okuyor ve sonra sarılıyorlar birbirlerine, sanki kendisine yazılmış gibi, gülüşüyorlar, sonra başka bir maninin peşine koşuyorlar.  Ne kadar hoş bir şey insanları mutlu etmek böyle.

Onların o mutluluklarını görünce, kendime pay çıkarıyorum, çok güzel bir iş yapıyorum ben. Gururlanıyorum. Gurbette çalışan, memleket özlemiyle yanıp tutuşan insanlara ülkelerini tanıtıyorum. Kendilerinde olanları gösteriyorum onlara. İnsanların o mutluluğunda benim payım var. Gerçekten ben mutluluğu hakkediyorum. Ben bu gezileri düzenlemeseydim bu insanlar nereden gelip te buralara, bu güzellikleri yaşayacaklardı. Paralarının olmasıyla falan izah edilebilecek bir mutluluk değil bunlar. Nice parası olan insanlar var, sıkıntı içinde yaşıyorlar. Mutluğun tadına varamadan terki diyar ediyorlar bu alemden… Bu yapılanların kıymetini bilenler ve takdir edenler vardır elbet.

Bana mâni okuyacak birisi olmasa da ben orada benim için okunan bir maninin olduğunu hissettim. Ve ben de öbür aleme uğurladığım sevgilim için bir numara tuttum ve onun için mâni okudum:

“Fidan diktim söküldü

Yaprakları döküldü

Ellerin yâri geldi

Benim boynum büküldü.”

Maniler kısa özlü söz öbekleridir. Mâni yakmak, mâni söylemek kolay bir şey değildir. Bazı sakız firmaları bile sakız ambalajlarının içine maniler koyar. Bu maniler daha çok aşk ve sevgi içeriklidir. Belki birileri alıp okur da etkilenir, neden olmasın.

İnsanlar mâni söylerler ya da yakarlar. Bir anda gelir akla o maniler. Ama zamanla o an söylenen maniler tarihe geçer toplumların hafızalarında söylene söylene yaşamaya devam eder. Belki biraz şekil değiştirir, söylendikçe yeni içerikler kazanır ama özü hiç değişmez.

Günümüzün erkek- kadın ilişkisini düşündüğümüz de geçmişin Eğinli erkeklerinin oldukça şanslı olduğu görülüyor. Eğinli kadınların özlemini, hasretini ve aşkını dile getiriyor Mâni Yolu’ndaki maniler. O erkekler ne kadar da şanslıymış.

Mâni yolunu baştan başa geçtik. Yolun sonunda sağa dönüyoruz ve patika bir yoldan aşağıya doğru dikkatlice iniyoruz. Düşme ihtimalimiz oldukça fazla. Orada görmemiz gereken örnek bir ev varmış. Kapının tokmağını çaldık. Ancak, sahibi evde yoktu. Dolayısıyla o evi göremedik.

Otelden beri yanımızda bizimle gelen bir otel çalışanı patika yoldan inerken bir taş yuvarlamış aşağıya. Şımarık bir delikanlı. Aşağıda bahçe sulayan bir bayan varmış. Neredeyse bayanı ezecekmiş o taş. Ancak arığa düşünce daha fazla yuvarlanamamış. Fakat su arıktan taşmaya başlayınca ve de kadın taşı arıktan çıkaramayınca telaşlanmış. Başlıyor bağırmaya. Ses bize kadar geldi. “Yardım edin, yardım edin…” Baktık kadın dizlerine vuruyor ve olduğu yerde dönüp duruyor. Su hızlı akıyor, kadının ayakları suyun içinde kalmış.

Cengiz kardeşim gitti oraya, önce kadını sakinleştirdi. Sonra paçalarını sıvadı, girdi arığın içine ve o taşı tek başına güç- bela çıkarabildi arıktan. Alkışlar Eğinin semasında yükseliyordu. Kadının duası ise işin cabası.

Rehberimiz taşın kim tarafından yuvarlandığını araştırmaya başladı ve sonunda buldu…Buldu bulmasına da yapacak bir şey yoktu. Sadece kızdı…

Yelda hanım da bu olayın üzerinden daha çok geçmemişti ki; sahibi evde olmayan o evin merdivenine oturmuş arada bir kapının tokmağını çalıyor. Bir kalın ses çıkaran tokmağı bir de ince ses çıkaran tokmağı çalıyor. Evde de insan olmadığı için rahat rahat tecrübe yapıyor. Anladığımız kadarıyla biraz da hava yumuşasın istiyor, amacına da ulaştı. Arkadaşları güldürmeyi başardı. Sonraki evlerin önünden geçerken Yelda şunu da çalsana şeklinde şakaların bile yapılmasına sebep oldu. İlahi Yelda…

Eğin Evleri 

Cem Kaya anlatıyor; “Eğin, kuruluşundan bu yana, çeşitli kültürlerin yaşandığı bir yerdir.

Bu ortak kültürün izleri ayrıntılara da yansır. Dut, ceviz, çınar, kavak ağaçlarının oluşturduğu, yeşilin binbir tonu arasında yer alan evler, doğal çevre ile mimari arasındaki uyumun en güzel örneklerini sunar.

Eğin evleri, topografya yapısına uygun olarak konumlanmıştır. Araziyi ekonomik kullanma zorunluluğu nedeniyle, evler kademeli olarak şekillenmiş, yatay değil, düşey olarak düşünülmüş ve tek katlı evler yerine iki, üç ya da dört katlı evler tercih edilmiştir. Evlerin birçoğu eğimli araziye yaslanır. Dolayısıyla, Eğin Evleri’nin her katından açılan kapılardan ya bir sokağa ya da bir bahçeye çıkılır.

Eğin evlerinde servis mekanları adı altında mutfaklar; selamlık odasına hizmet veren kahve ocağı, depolama işlevli kiler, soğukluk ve mağaralar, mevsimlik yiyeceklerin kurutulmasına yönelik dam, ailenin ihtiyacı olan hayvanları barındıran ahır, samanlık ve hela birimleri; evin mekânsal örgütlenme ilkeleri doğrultusunda yapı bütünü içinde katlara dağıtılarak çözümlenmiştir.

Mutfak

Eğin evlerinin günlük kullanıma ayrılan hazırlama ve pişirme mekanları olan mutfaklar, çoğunlukla ana katta sofaya bitişik ve evin manzara yönüyle ters konumdaki arka kesiminde yer alır. Model olarak odalarla uyum gösterir. Mutfağın en önemli özelliklerinden bir tanesi, kapısının diğer kapılara göre küçük olmasıdır. İçeri giren kişinin başını eğmek zorunda kalması, “nimete saygının” ifadesidir. Eğin evlerinde selamlık odasına hizmet olarak tasarlanan kahve ocağı, bu mekanla doğrudan ilişkili küçük bir ofis niteliğindedir. Çoğunlukla evin arka kesiminde konumlanmış olması nedeniyle dış duvarları taş olup, pencere yüzeyleri de servis mekanının penceresi niteliğindedir. Eğin evlerinde tüm oturma mekanları Fırat’a bakar.

Evlerin yapımında taş ve ahşap malzeme kullanılmıştır. “Hımış” adı verilen, arası kerpiç dolgulu ahşap dikmelerin üzeri çam tahtaları ile kaplıdır.Ahşap cephe yüzeyini üstte saçak, yöreye özgü adı ile “süvüng” sınırlar. Bu saçak, aynı zamanda bir balkon korkuluğudur. Çünkü evin “rıhtım” adı verilen dere taşı kaplı düz damı, diğer adıyla “yetme”, üzerinde gezilen bir üretim alanıdır. Pestil, tarhana, dut, elma, reyhan evin en üst kısmında kurutulur. Aynı katta depolama ve yazın oturma işlevli kapalı mekanlarda bulunur ki buraya “kaçak ” denir.

Kapı Tokmakları

Eğin evlerinde dikkate değer bir cephe elemanı da kapı tokmaklarıdır. Bu tokmaklar iki türlüdür. Biri erkekler içindir ve vurulduğunda kalın ses çıkarır. İnce ses verenini ise kadınlar kullanır.

Mutlaka görülmesi gereken bu sivil mimari örnekleri, bütün özellikleri ile geçmişin parlak sayfalarını anımsatan, Anadolu kültürünün gözler önüne serildiği en açık örneklerdendir. Tarihi kapı tokmaklarının özellikleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Her tokmak değişik şekiller ve figürler barındırmaktadır. Örneğin tokmakların üzerinde kuş motifi var ise ev sahibinin gurbette yakını olduğu anlaşılmaktadır. Sağa sola ayrılan kuş kafası şekilleri var ise ev Müslüman bir aileye aittir. Öküz motifi var ise ailenin bir arada olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca yılan ve akrep motifleri de bu tarihi tokmaklarda kullanılmıştır ve bu motiflerin şaman kültüründen kaldığı bilinmektedir.”

Oldukça yorulduk. Ama tatlı bir yorgunluktu bu. Öğle yemeği için otele dönüyoruz. Yol üzerinde hediyelik eşyalar satan dükkanlara uğrayıp uğrayıp geçiyoruz. Bir şey almak için zaman yok. Yemekten sonra Karanlık kanyona gideceğiz.  Acele etmemiz gerekiyor. Cem bey emridir.

Garsonlar bugün nazikler. Aynı garsonlar ama daha nazikler. Yüzler gülüyor “nasıl beğendiniz mi Eğin’i” falan…Yorgunlukları mı geçti yoksa birileri bir şey mi söyledi bilmiyorum. Hem uzun çalıştırılıyorlarsa ve hem de az para kazanıyorlarsa; garsonlar ne yapsın. Onlar da insan.

Karanlık Kanyon

Safari arabaları hazır bizi bekliyormuş. Acele etmemiz söylendi. Zülfikar ve Kadir yerlerini çoktan almışlar. Yoldayız. Kanyon yolu, 25 km uzunluğundaymış taşlı yol. Yol çok tehlikeli, virajlı ve dar, üstelik taşlı. Şoförler sanki otoyolda gidiyorlar gibi basıyorlar gaza, o daracık taşlı yolda. Akıllı insan işi değil bu yapılan. Karşıdan birisi gelse öyle kenardan geçip gidemez. Durarak birbirlerine yol vermeleri gerekir. Veya birisinin uygun bir yere çekilip beklemesi gerekir ki; öbürü geçsin. Aşağıya uçsak kemiklerimizi bile bulamazlar. Korkuluklara sıkı sıkı tutunuyoruz ama o da bir yere kadar, sonrasında ellerimizin canı da kalmıyor.

Müziğin volümü sonuna kadar açılmış. Bazı arkadaşlar da ellerini yanlara açarak kartal gibi yüzmeyi deniyorlar, ayaktalar, avaz avaz bağırıyorlar, gençlik böyle bir şey. Anlaşılan onlar olan bitenden keyif almaya başladılar, korkuları çoktan geçmiş. Şoförlerden farkları yok. Adrenalin. Yufiiiii….

Karanlık Kanyon, ismi gibi karanlık, doğa harikası bir kanyon ama çok tehlikeli. Kanyon’un yapımına 1949 yılında kazma kürekle başlanmış, bir bölümü tamamlanıp devam edilemeyince durdurulmuş, 1993 yılında tekrar yapımına başlanıp ve 2002 yılı sonunda devlet katkısı ile tamamlanmış. Bu konuda en büyük katkıyı, Vali Recep Yazıcıoğlu sağlamış. Herkes Valinin önünde şapka çıkarıyor, delikanlı bir valiydi diyorlar…

Karanlık Kanyon’un yapılma amacı Eğin ilçesinin diğer büyük yerleşim yerlerine ulaşımını kolaylaştırmakmış. Başarılmış da. 45 yıl sürmüş ama başarılmış. Demek ki her ile bir Recep Yazıcıoğlu gerekiyor…

 Tekne Turu

Adrenalin düşkünlerinin aradığı bir yolculuk yaptık. İki çılgın şoförün elindeydi canımız. Ne var ki tekne turu yapacağımız yere geldik ve bir oh çektik. Fırat’a nazır bir tepede dinlenme tesisi var, kulübe gibi. Tost ve içecek satıyorlar. Canımız çekti. Fiyat sormadan sipariş verdik. Sıra para ödemeye gelince fiyatı dilimizi uçuklattı. Neden bu kadar pahalı olduğunu sorduk, “bu yerde bunu bulduğunuza şükredin” dediler. Nezaketleri olmadığı gibi eyvallahları da yok. Yemek zorunda da değildik aslında. Türkiyelilerin bir hastalığı bu. Yüksek fiyat uyguluyorlar turistlere. Ses eden de yok anlaşılan. Söylene söylene çıktık mekândan.

Zipline 

Bazı arkadaşlar Fırat’ı yukarıdan ip ile (Zipline) geçmek istediler. Adrenalin tutkunları bunlar, sıraya girdiler. Korkmuyorlar da. Tam ortadayken tel bir kopsa ne olacak, düşünmek bile istemiyorum.

Zipline olarak da bilinen ipte kayma işi, yüksek bir noktadan daha alçak bir noktaya gerilen çelik halat ya da iplerle yapılıyor. Tekerlekli makaralara bağlanan çelik halatlar kaygan yapıları ile sporcuların aşağıya doğru kaymasına yardımcı oluyormuş. Sporcuyu kayışa hazırlayan ve inişin kontrollü olması için orada bekleyen görevliler var.

Biz Kadir ile birlikte Zülfikar’ı da yanımıza alarak o dik yamaçtan aşağıya inmek için önceden çıktık yola, tekneye doğru gidiyoruz. Uyduruk merdivenlerden iniyoruz aşağıya. O kadar para alıyorsunuz, merdivenleri bari düzgün yapın. Rıhtımı da düzgün yapın. Bu tür yerlerde engellileri zaten hiç düşünmüyorlar. Sanki gezmek ve dünyadan zevk almak sadece sağlıklı insanların hakkıymış gibi.

Teknedeyiz. Tekne 25 kişilikmiş. Biz de tam o kadarız zaten. Fırat nehrinin üzerindeyiz. Daha ilkokulda iken Fırat nehrini okuturlardı bize. Nasıl bir nehirdir diye merak ederdik. Bu geziyle merakımız giderildi. Nehrin iki tarafında yükselen dik kayalar var. Bir tanesi düşse …Allah göstermesin. Başımızı kaldırarak ancak kayaların bittiği yeri görebiliyoruz. O kadar yüksek. 500 metre olduğunu söyledi rehberimiz. Sanki bulutlarla dans ediyorlar. Sarmaş dolaş olmuşlar.

Arkadaşlar da eşlik ettiler bu seremoniye, başladılar teknede halay çekmeye. Tekne devrilebilir gibi bir ihtimali düşünmüyorlar bile.  Fırat’ın o berrak sularını yara yara gidiyoruz. Nerede duracağız, o tarafımızdan belli değil. Derken kaptan yanaştı rıhtıma(!). Rıhtım dediysem, nehrin biraz daraldığı yerde kaya birikintileri var, işte oraya. İnenler indi tekneden. Kayaların üzerinde sekmeye başladılar. Bir taraftan da çığlık atıyorlar. Düşmemek için birbirlerine sarılanlar da var. Fotoğraf çekmek için fevkalade bir mekân. Sanki podyum. Herkes poz verme derdinde…Bir de böyle çek, beni de çek… vb.

Bu podyumu en iyi Hureyre ile, Zelifa kullandılar. Ne de olsa yeni nişanlılar. Berlin’e dönünce 15 gün sonra düğünleri olacak. Hureyre benim oğlum iki numara. Annesi 3 sene önce Hakka yürüdü. 46 yıllık beraberlik sona erdi. Çocukların evlilikleri ile ilgi bütün yük benim sırtımda. Ne yapacağım ne edeceğim bilmiyorum. Evin hem kadını hem de erkeği olmak o kadar zor ki…Düğün işi tamamen ayrı bir iş. Berlin’de teyzeler halalar yok. Akraba var ama onlar da kendi derdinde. Kızım Dilruba ile işin içinden çıkmaya çalışıyoruz, çıkarız inşallah.

Bir ara hayallere dalmışım o taşların üstünde. Geçmişe gitmişim. Zaman tünelindeydim. 46 yıllık geçmişi dolaşıp gelmek biraz zaman almış olmalı ki Eminin düdüğüyle ayıldım.  Fotoğraf için verilen süre çoktan bitmiş, tekneden bağırıyorlar koro halinde, Hocam seni bekliyoruz…

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Tekrar oteldeyiz, akşam yemeğine kadar biraz vaktimiz var. Bazı arkadaşlar odalarına çekildiler, istirahat etmek için. Ben de berber aradım. Açık iki berber var dediler. Birisinde sıra çokmuş. Bana 2 saat sonra ancak sıra gelecekmiş. İkincisine gittim. Onda da sıra yok. Onlar da “bir saat beklemen lazım.” Dediler. Ancak “Bir çay ikram edelim, buyurun oturun.” Dediler. Güleç yüzlü insanlar. Çay bahanesiyle oturdum. Yabancı olduğum belli oluyor demek ki, “nereden gelip nereye gidiyorsunuz” sorusuna muhatap oldum. Muhabbet açıldı gitti. İster istemez bir yerden siyasete kapı açıldı.  Girdim ben de o açılan kapıdan. Pahalılıktan bahsedildi. “Almanya’da üç aylık maaşla araba alınıyormuş, teyzemin oğlu söyledi. Biz burada değil üç aylık üç senelik maaşımızla bile bir araba alamayız.” Gibi aslı astarı olmayan cümleler kuruldu. Gelirlerini sordum. Sıkıntı yok. Müşteri yoğunluğundan belli sıkıntının olmadığı ama, sıkıntı var. Bu sıkıntı siyasi sıkıntı. Algı oluşmuş. Türkiye pahalı bir ülke diyorlar… Yazık hem de çok yazık. Türkiye gibi bir ülkenin, sıkıntılı insanları bunlar. Ne söylesem hemen öbür taraftan negatif bir cümle kuruluyor. Aslında benim anlattıklarımı dinlemiyorlar. Hemen sözümü kesiyorlar. Kafalarındaki oluşan algıyı tasdik ettirme derdindeler. Zaten yorgunum. Bir de önyargılı insanları dinlemek sıkıcı geldi.

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.