GAYRİMEMNUN FRANSIZLAR NE İSTİYOR?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Gayrimemnun Fransızlar Ne İstiyor?
 
Onları örgütlü bir grupmuş gibi gösteren “Sarı Yelekliler” tabirini bir süreliğine kenara bırakalım ve şu soruyu soralım: Kim bu insanlar? Din, dil, mezhep, cinsiyet veya ikametinden bağımsız bir grup kızgın insan! Hareketin ilk başlarında tanımlama amaçlı Fransız taşrası, beyaz orta gelir grubu veya muhafazakâr milliyetçi gibi tabirler kullanılsa da zaman içerisinde toplumun farklı kesimlerinden katılım olduğu fark edildi. Belki de mevcut düzen ve gidişattan memnun olmayan anlamındaki “gayrimemnunlar”, tüm bu grubu tanımlamak için geniş ama en hatasız tabir. Asıl soru ise şu: Ne istiyor bu insanlar?


 
Sarı Yelekliler’in Talepleri
Sarı Yelekliler, yakın zamanda 42 maddelik uzun bir liste yayınlayıp taleplerini Fransa hükumetine iletti. Homojen bir grup olmadıkları için istekleri de homojen değil. Taleplerin sayısı çok, kimisi öncelikli olmayan ayrıntı denilebilecek düzeyde ve hatta kimi talepler birbiriyle çelişkili. Bu durum insanların ne istediklerini bilmediği göstermiyor; aksine ne istediklerini çok iyi biliyorlar. Son 40 yılda hayatlarında yaşadıkları tahribatın en azından bir derece telafi edilmesini ve bundan sonrasının da adaletsiz olmamasını istiyorlar. Kısacası sorun ne istediklerini bilememeleri değil; nasıl ifade edeceklerini bilememeleri. Çünkü bu hareketin bir önderi, öncü grubu veya ideolojisi yok.
 
Bu bağlıntıdan taleplerin tam listesini bulabilirsiniz. Kısaca özetleyelim:

  • Asgari ücret ve emekli maaşlarının artırılması
  • Ücretlerde ve emeklilik sisteminde standart oluşturulması
  • Üst düzey yöneticiler ve siyasetçilerin ücretlerine tavan konulması
  • KOBİ’lerin korunarak büyük ve uluslararası şirketlerle daha adil rekabet koşullarının yaratılması
  • Çocuk ve yaşlı bakımında devletin sorumluluğu artırılması
  • Özelleştirmelerin durdurulması ve mevcut özelleşmiş bazı kurumların kamulaştırılması
  • Kemer sıkma önlemlerinin kaldırılması; tüketim, gelir ve servet vergilerinin adil hale getirilip vergi kaçıran/ kaçınan varlıklı kesimin peşine düşülmesi
  • Fransız sanayinin güçlendirilmesi ve üretimin yurt dışına kaçışı engellenmesi
  • Sığınmacılara BM üzerinden destek olunması ve yeni göçlerde Fransızlık vurgusu yapılması

 
Bir önceki paragrafta belirttiğim gibi madde sayısı çok çünkü hastalığın nedenini çözmeyi amaçlayan tedaviler yerine; toplumun memnuniyetsizliği gösteren semptomlara karşı önlemler sıralanmış. Örneğin asgari ücretin artırılması ve daha çok iş imkanının yaratılması talep edilmiş ama mevcut düzende bu iki konuda neden sıkıntı yaşandığını belirten, bunun çözülmesini öneren bir talep yok. Kimi talepler ise çelişkili; örneğin sanayinin Fransa’da tutulmasının teşvik edilmesi isteniyor ancak servet vergisinin de yeniden yürürlüğe girmesi talep ediliyor. Mevcut neoliberal düzende bu ikisi eş zamanlı pek mümkün olmuyor. Kimi talep ise Fransa için belki özel anlam ifade etse bile oldukça ayrıntı; örneğin banka kartıyla yapılan ödemelerde esnafa ek vergi yansıtılmaması veya gemi yakıtlarına vergi uygulanması.
 
Macron Yönetiminin Tepkisi
Bir de tüm bu taleplerin muhatabı olan Cumhurbaşkanı Macron’un tarafına bakalım. Macron belli ki 200 yıldan fazla süredir Fransa halkında bulunan protesto kültürü ve devrimciliği iyi bir şekilde etüt etmiş. İlk olarak Başbakan Philippe’yi göstericilerle görüştürmesi ve ardından ulusa sesleniş konuşması yaparak tansiyonu düşürmeyi denemesi ilk başta gafil avlanmış olsa bile kontrolü kaybetmediği izlenimini yaratıyor. Kendine güveninin altında ise Sarı Yelekliler’in örgütlü ve devrimci bir grup olmadığının farkına varması yatıyor.
 
Macron’un söylediklerini kısaca özetleyelim: “40 yıllık süre zarfında toplumun belli kesimlerinin özellikle iktisadi olarak geride kaldıklarının farkındayım, görevimin ilk 1 buçuk yıllık süresinde bu yaraları tedavi edebilecek bir başarı sergileyemedim. Sizi anlıyorum ve akaryakıt zammı gibi konularda geri adım atabilirim ancak servet vergisi gibi kırmızı çizgilerimden taviz vermeyeceğim.”.
 
Macron’un sözlerine biraz açıklık getirip iç sesini seslendirelim: “Beni gafil yakaladınız ama örgütlü olmadığınız için zaman içerisinde heyecanınızı kaybedeceğinizi biliyorum ve geri adım atmayacağım. Sembol hale gelmiş akaryakıt zammı gibi birkaç konuda geçici taviz vereceğim, fakat daha ötesini benden beklemeyin.”.
 
Macron’un iç sesini biraz daha yükseltelim: “Ben bu göreve sizlerin radikal sol ile faşizm arasında çaresiz kalmanız endişesiyle geldim ve mevcut düzenin küçük reformlar hariç aynen muhafaza edilmesi gibi bir misyonum var. Şu anda tehlikeli olduğunuzu biliyorum ancak heyecanınız zamanla dinecek. Fransa polis ve istihbaratını da kullanıp bu olayları ateşlendirenleri tespit edip gerekirse satın alarak veya tehdit ederek bu süreci sona erdireceğim. Medya ve sermaye benim arkamda; yaptığım her şey olduğundan masum ve haklı gösterilecek. Ben beni seçenlere değil, beni seçmeniz için vitrine koyanlara karşı sorumluyum. Fransa ve küresel seçkinlere karşı olan vazifemi yapmaya devam edeceğim.”.
 
Küresel Gidişat
Liberal demokrasiye inanan ve son yıllarda Fransa’da, Avrupa’da ve küresel ölçekte oluşan gelir ve servet adaletsizliklerini doğal karşılayan bir bakış açınız var ise Macron’un samimi iç sesini dile getirmeye çalıştığım son paragrafı demagoji olarak bulacaksınız. Görüşlerinizi beğenmesem de size saygım var ve bir iyi niyet göstergesi olarak yazının geri kalanını okuyarak vakit kaybetmemeniz gerektiğini söylemek isterim. Peki ya aslında sorunun düzenden kaynaklandığını bilen veya bilmese de düzenden memnun olmayıp gidişatın kendi kendine düzelmeyeceğini fark edenlere ne söylemek istiyorum?
 
Nasıl 1933-79 arasındaki dönemde dünya genelinde hâkim olan milliyetçi/ sosyal demokrat uzlaşı bir şekilde gücünü kaybedip yerini küresel/ neoliberal uzlaşıya bıraktıysa; 2020’ler de mevcut sistemin yerini yeni bir düzene bıraktığı dönem olacak. Her ülkedeki yerel etkenlerden ötürü birbirinin aynısı sistemler hâkim olmayacak, takvim her yerde eş zamanlı ilerlemeyecek; fakat nihayetinde küresel olarak yeni bir düzende yaşayacağız. Yaklaşmakta olan yeni bir küresel kriz ile birlikte bu durum kaçınılmaz olacak. Yeni düzen şu anda etkisi birçok ülkede görülebilen popülist milliyetçilik olabilir veya kendini belli etse de daha çok dip dalga olarak ilerleyen demokratik sosyalizm olabilir. Yeni bir küresel krizin yaşanacağı önümüzdeki 5 yıl belirleyici ve bir sonraki kuşakların hayatının akışını bu 5 yılda çizilmiş olacak.
 
Öyleyse Sarı Yelekliler’e dönelim; bu protestolarda eksik olan ne? Lider, öncü kadro ve ortak ideoloji. Hareketin daha geniş çevrelere yayılmasında bu 3 etkenin noksanlığı olumlu etkide bulunsa da nihai hedef olarak düzeni değiştirip ana hedefe ulaşmak bu eksikliklerle mümkün değil. Bir şekilde Fransa arzuladığı ülkeyi ifade eden bir lider ve kadroya sahip olmak zorunda; ideolojik ortaklık, eylem ve söz birliği sağlanıp yeni bir mücadeleye atılmak şart. Aksi takdirde Sarı Yelekliler hareketi Türkiye’deki Gezi Direnişi gibi nihai başarıya ulaşmaktan öte bir gövde gösterisi olarak kalacak ve ardından tekrarının önlenmesi amacıyla rejimin otokratikleştiği bir döneme kapı aralayacak.
 
Türkiye’nin Kaderi
Peki Türkiye tüm bunların neresinde? Tam ortasında! 2008-09 küresel krizi teğet geçmiş olmasa da Batı ülkeleri kadar şiddetli yaşamayan Türkiye, önümüzdeki 5 yılda hem gecikmeli olarak kendi yerel krizini hem de eş zamanlı gerçekleşecek yeni küresel krizi yaşayacak. Kriz öncesi dönemde bile geçim zorlukları yaşayan halk, bitmek bilmez kriz süreciyle birlikte çok daha fazla yıpranacak. Mart 2019 ile birlikte görünürde seçim bulunmaması ve iktidarın da kriz döneminde erken seçim istemeyecek olması nedeniyle benzer tepkilerin Türkiye’de de yaşanması mümkün. Başarılı olabilir mi?
 
Bu noktada örgütlenmeye; bir lider, kadro ve ortak ideoloji hareketinin oluşup oluşmayacağına bakmak gerekir. Türkiye’de son başarılı devrim Kemalistlerce gerçekleştirilmişti. Ortak düşman işgalci kuvvetlere karşı bağımsızlık kazanılırken; güçlü bir halk talebi olmaksızın süreç Mustafa Kemal’in tercihi ve öncülüğünde bir devrime dönüştürülmüş, saltanat lağvedilip Cumhuriyet kurulmuştu. Öyleyse esas soru şu: mevcut istibdada karşı örgütlenirken; bir lider, kadro ve ideoloji öncülüğünde özgürlük arayışı sosyal adalet ile birlikte harmanlanıp “Halkçı Cumhuriyet” hedeflenebilir mi?
 
 
 
 
 
 
 
 

Devamını Oku

KÜRESEL DİP DALGA: DEMOKRATİK SOSYALİZM

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sovyetler Birliği’nin tarih sayfalarındaki yerini almasının üzerinden 27 yıl geçti ve Çin küresel kapitalizmin en büyük ortaklarından biri oldu. Sosyalizm, acısıyla tatlısıyla yaşanmış artık yalnızca bir anı derken 2018 Ekim ayında ABD’de Beyaz Saray, “Sosyalizmin Fırsat Maliyeti” isimli bir rapor yayınladı. Raporun konusu: ABD’de sosyalizmin egemen olması halinde makroekonomik olarak yaratacağı hasar. Sermaye dostu sosyal demokrasi bile yitip gitmişken ve liberal demokrasinin insanlığın ulaşabileceği en yüksek mertebe olduğuna az çok herkes inandırılmışken sosyalizmin yeniden gündem olabilmesi şaşırtıcı, değil mi?
 
İlgilenenler İngilizce tam metne bu bağlantıdan ulaşabilirler. Panikle yazılmamış, belli bir bilimselliğe sahip olan bu raporun yayımlanma tarihi ise enteresan bir döneme denk geldi: ABD 2018 Kasım ara seçimlerinin hemen öncesi. Seçim sonuçları raporun yazılma amacını doğrular nitelikte. Temsilciler Meclisi seçiminde çalışan sınıfın yoğun bulunduğu New York’un bir bölgesinde demokratik sosyalist Alexandria Ocasio-Cortez seçildi ve ABD tarihinin en genç milletvekili oldu. 2016’daki son başkanlık seçiminde Demokrat Parti’nin adayı olabilmek için Hillary Clinton ile son ana kadar yarışan Bernie Sanders’ın da senatodaki görevine bir demokratik sosyalist olarak devam ettiğini belirtelim. Kısacası Beyaz Saray’ın endişesi yerinde; yavaş yavaş da olsa ABD’de demokratik sosyalizm yükseliyor.
 
Asıl soru ise şu: Kişi başı geliri 60 bin dolar olan bir ülkede sosyalizme neden ihtiyaç duyulsun ki? İşte bu basit ama yerinde sorunun cevabı hemen aşağıdaki görselde. ABD’de nüfusun en zengin %0,1’i tüm servetin %22’sine sahip. Diğer taraftan nüfusun düşük gelirli %90’ı da tüm servetin yine %22’sine sahip. Özetle Amerikan rüyası artık toplumun oldukça küçük bir kesimi için geçerli; biri yerken diğeri bakınca haliyle sosyalizm yeniden gündem oluyor.


 
Rapora geri dönelim ve nelerden bahsettiğine değinelim. Rapor bugünün sosyalizmi yerine geçmişin sosyalizmine vurgu yapan örneklerle başlıyor. Sosyalizmden öte otoriterlik örneği olan Mao döneminin Çin Halk Cumhuriyeti’nde kıtlıklarda hayatını kaybeden milyonlara vurgu yapılıyor, SSCB’nin verimsiz ekonomisinin sonucu olarak temel tüketim ürünlerinin yokluğuna dikkat çekiliyor, Küba gibi uluslararası camiada yalnız kalınabileceğine değinilip bugünün Venezüella’sı haline düşersiniz sonucuna varılıyor.
 
Geçmişin despotik değil de bugünün demokratik sosyalizminden bahsedenlere ise “İskandinav ülkelerindeki refah ve huzur sosyalizmin/sosyal demokrasinin değil, liberalizmin başarısıdır” şeklinde alışılmışın dışında bir cevap veriliyor. ABD’de kapitalizmin belki de en vahşi yüzü olan aşırı pahalı sağlık harcamalarının ücretsiz hale getirilmesi önerisi “Bütçenin yarısından fazlası tüketir, İskandinavya hayali kurmayın” denerek geçiştiriliyor. ABD’de 1,5 trilyon dolara ulaşmış öğrenim kredisi borçları, gençlerin geleceklerinin prangaya vurulması değil, kaliteli eğitimin doğal bedeli olarak açıklanıyor. Zaten İskandinavya’daki hayat standardı ABD’nin %15 altında gibi çılgın bir önermeyle, ABD’nin refah devletine dönüşmesi arzusunda olanlara bilimden uzak ideolojik bir cevap veriliyor. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse 1980’den önce sosyalizme ilişkin hangi itiraz varsa üstüne yenisini koymadan eleştiriler tekrar ediliyor; neoliberalizmin yaklaşan çöküşüne rağmen mevcut sistem tutarsız bir şekilde savunuluyor.
 
Öyleyse biz de 40 yıl önceye dönelim ve bugünlere nasıl geldiğimizi hikâyenin en başından itibaren ama hızlıca anlatalım. 1970’ler hem Dünya’da hem de Türkiye’de iktidarlar değişse bile “sosyal demokrat/ ulus devlet” uzlaşmasının hala güçlü olduğu; ancak bu sistemin refah yaratmakta zorlandığı yıllardı. Bunu fırsat bilen öncü neoliberaller 1929 Büyük Buhranı’ndan beri yüzüne bakılmayan liberal tezleri güncelleyerek yeniden dile getirmeye başlamıştı. Özelleştirme, kamu düzenlemelerin gevşetilmesi ve sermayenin serbest hareketi durgun ekonomiler için temel çözüm önerileriydi. 1979’da Britanya’da Thatcher, 1981’de ABD’de Reagan’ın hükümete gelmesiyle birlikte neoliberal ideoloji ilk büyük zaferlerini kazandı. 24 Ocak 1980 tarihli Demirel hükümetinin iktisadi kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi sonucunda neoliberalizm, Türkiye için de baskın olan ideoloji haline geldi. 2002 sonrasında ise Türk işi neoliberal düzen hayatımızın her alanına etki eden tek ideolojiydi.
 
Yeni dönem ilk zamanlar birçoklarının yüzünü güldürmüştü. Ekonomik aktivitede canlanma yaşanmış, tüm dünyada artan krediler ile tüketim sarhoşluğu başlamıştı. Eş zamanlı özgürlükler alanında büyük ilerlemeler yaşanmış; cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi insanlık ayıplarında muhafazakâr toplum yapısı sarsılmış ve birçok ülkede azınlık hakları güçlenmişti. İmalat sanayinin gelişmekte olan ülkelere kaymasıyla birlikte uluslararası gelir adaletsizliklerinde de ciddi düzelmeler yaşanmıştı. İlk yıllar adeta rüya gibiydi. Öyle ki 1980’ler ile birlikte dünya çok sayıda finans ve bilişim sektörlerinden türemiş dolar milyarderleriyle tanışırken sahip oldukları devasa servetler kimsenin gözüne batmıyordu. Ne de olsa zenginler ve servetleri magazin dünyasının sevimli bir parçası olmuştular ve yaratılan zenginliklerden toplumun düşük gelirli kesimlerine az da olsa pay ayrılması kredi-tüketim çılgınlığındaki kitleler için fazlasıyla yeterliydi.
 
Elbette bu mekanizmanın zayıf karnı da vardı, finansal serbestleşme neticesinde dünya tarihinde görülmemiş bir kredi patlaması yaşanıyordu. Bu patlama üst üste krizlere neden olurken, uluslararası finansın gelişimiyle birlikte krizler bulaşıcı hastalık gibi ülkeden ülkeye sıçrıyordu. Diğer taraftan 1997 Asya, 1998 Rusya ve 2000 Dot-com krizleri şiddetli olmalarına rağmen küçümseniyor ve refah ile özgürlüklerdeki artışın kabul edilebilir bir bedeli olarak değerlendiriliyordu. Ta ki 2007’de ABD’de konut kredisi piyasasındaki balonun patlamasına kadar. 1929’dan beri yaşanmış en büyük krizle birlikte krediye dayalı masalın sürdürülebilirliğinin olmadığı anlaşılmıştı. Üstelik yalnızca ekonomik büyümede süreklilik zorlaşmıyor aynı zamanda gelir/ servet adaletinin hiç olmadığı kadar bozulmaya başladığı gözlemleniyordu.
 
Peki sonrasında Dünya dersini aldı mı? Küresel krizin patlak vermesinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen bugün Batı’da yeniden sosyalizm konuşabiliyorsa dersin alınmadığı sonucuna varmak kolayca mümkün. Ancak biz yine de kolaya kaçmayalım ve kısaca bu süreçte yaşananları anlatalım.
 
2008 küresel finansal krizi mevcut sistemin birçok yerden yanlış olduğunu ortaya koymuştu ama geri adım da atılamazdı; bu nedenle sisteme uygun ancak daha önce pek denenmemiş olağanüstü politikalar izlendi. Batık bankalar ve hatta şirketler kamu fonları ile yüzdürüldü (bailout). Üstüne kamu harcamaları kısılarak kemer sıkma (austerity) politikası uygulanmaya başlandı. Son olarak insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş düşük faiz ve parasal genişleme (quantitative easing) politikalarıyla likidite bolluğu yaratıldı.
 
Sonuç ne mi oldu? Yıllarca hissedarlarına milyarlarca dolar temettü, tepe yöneticilerine prim dağıtan dev şirketlerin borçları kamuya yıkıldı. Kemer sıkma önlemleri iş dünyasına verilen teşviklere değil temel sosyal devlet harcamalarına yapılınca eğitim ve sağlık temel insan hakkından öte bir lükse dönüştü. Parasal genişlemenin sonucu ise en aşikâr olanıydı; emlak, hisse senedi ve tahvil piyasalarında fiyatlar enflasyonun çok üstünde artış gösterdi ve bugün hala devam eden büyük balonlar oluştu.
 
Sıradan vatandaş düşen reel ücretlere ek olarak kamu hizmetlerinden de gittikçe faydalanamaz oldu. Ya resmin diğer tarafı?  Servet sahipleri şirketlerinin borcunu devlete aktarırken, kişisel birikimlerini misliyle katladılar. Aşağıdaki listede dünyadaki dolar milyarderi sayısı ve toplam servetleri bulunuyor. Milyarderler krizden hemen sonra servetlerinde bir miktar kayıp yaşamış sonrasındaki diğer 9 yılda sayılarını ve toplam servetlerini ikiye katlamışlar.


 
Sakın ola bu durumun ABD’ye özel olduğunu düşünmeyin, aşağıdaki görselde ülkelere göre dolar milyarderi sayısı bulunuyor. Meğerse sözde komünist Çin’de de 319 dolar milyarderi varmış. Çin yılların sömürgecisi Britanya, Fransa ve Almanya’yı sayıca 3’e 4’e katlamış durumda. 1991’de dolar milyoneri dahi olmayan Rusya’da 96; kişi başı geliri yalnızca 1964 dolar olan Hindistan’da ise 101 dolar milyarderi var. Japonya’da 33 dolar milyarderi varken Türkiye’de de 36 tane olduğunu belirtelim. Bu görseldeki 29 milyardere ek olarak son bir yılda 7 kişi daha milyarder olmuş. Kısacası adaletsizlik yalnızca ABD’de değil, diğer gelişmiş ülkeler ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ölçüsüz düzeyde.


 
Üstelik bu adaletsizliğin birkaç girişimci dehanın başarısı olarak görülüp meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz.  Apple, Amazon, Google, Microsoft ve Facebook’un ürettikleri içerik ve teknoloji ile birer dev olduklarını zannedip tekelleşmenin en büyük zenginlik kaynağı olduğunu göz ardı ediyoruz. Kendi hayal kırıklıklarımızın nedenini kendi yetersizliklerimizde arayıp tekel gücüyle haksız zenginleşmiş olanları yüceleştiriyoruz. Otomasyon, robot teknolojisi ve yapay zekanın gittikçe artan etkisine karşı bu teknolojilerin yarı tekel mülkiyetini sorgulamak yerine; bireyci çözümlerle daha çok emek verip nitelikli hale gelerek kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz.
 
Neoliberalizmin tüm bu kültürel hegemonyasına rağmen, ABD gibi küresel sermayenin merkez ülkesinde bile demokratik sosyalizm gündeme gelebiliyor. Peki diğer gelişmiş ülkelerde durum acaba nasıl? Neoliberal dönemde ABD’den sonra en çok hasar gören gelişmiş ülke Britanya olsa gerek. 2017 seçimlerinde tarihinde ilk kez sosyalist bir parti lideriyle seçimlere giren İşçi Partisi’nin oy patlaması yaşaması bu alanda Britanya’nın ABD’den daha önde ilerlediğini gösteriyor. Krizden görece az etkilenmiş Fransa muhtemelen son bir kez daha liberal demokrasiye şans tanımış durumda. Son yıllardaki ekonomik dinamizmini yavaş yavaş kaybeden Almanya’nın da Fransa’yı olayların seyrinde biraz geriden de olsa takip etmesi olası.
 
Ya Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler? Bu derece büyük servetlerin iki temel kaynağı bulunuyor; ilki miras kapitalizmi (patrimonial capitalism), ikincisiyse yandaş kapitalizmi (crony capitalism). Gelişmiş ülkeler ilkinden bizim gibi gelişmekte olan ülkeler ise her ikisinden birden dolar milyarderi yaratıyor. Tek tek isim vermeye gerek yok aşağıdaki 2018 yılı Türkiye dolar milyarderi listesine bakıp servetlerin zenginlik kaynağını tahmin edebilirsiniz.


 
Yandaş kapitalizme bağlı orantısız zenginleşmenin doğal sonucu ise vatandaşın tek suçlu olarak hükumetleri görmesi. Basın özgürlüğü ve demokrasi seviyesine göre Türkiye gibi ülkelerde sınırlı da olsa hükumetler eleştirilebiliyor. Ancak çoğunlukla suçun hükumetler üstü olduğu unutuluyor, esas nedenin neoliberal sistemden kaynaklandığı atlanıyor. Yine de küresel trendler geç de olsa bu ülkelere de uğruyor. Dünya 68 kuşağını yaşarken Türkiye’nin 10 yıl sonra 1978’de kitlesel devrimci hareketleri yaşaması; gelişmiş ülkeler neoliberalizmin altın günlerini 1990’larda yaşarken Türkiye’nin 2000’lerde gecikmeli o günlere ulaşması gibi.
 
Trump, Brexit, Avrupa’da sağ partilerin yükselişi ve gelişmekte olan ülkelerde despotik liderlerin iktidara gelmeleri gibi herkesin bildiği gündemleri geride bırakıp daha derinlere baktığınızda görünen demokratik sosyalizmin dip dalgası. 2011’de Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street) eylemleriyle kriz sonrası ilk kez kitlesel biçimde gözüken bu dip dalgası yavaş yavaş güçleniyor. 2020’li yıllarda yaşanacak yeni bir küresel krizle birlikte liberal demokrasilerin bir alternatif olmaktan çıkacağı fark edildikçe; şimdiden sahnede yerini almış popülist milliyetçi sağın karşısında demokratik sosyalizm olacak. Elbette ülkeden ülkeye içeriği ve önderliğinin değişip yerelleşmiş farklı versiyonlarından biri de Türkiye’de olacak. Bugünün muhalefetine bakıp bunun imkânsız mı olduğunu düşünüyorsunuz? Hemen aşağıdaki görsele bakmakta fayda var.


 
Bu görselde Türkiye’de 2007’den beri gelir adaletinde ciddi bir bozulma yaşandığı rahatça gözükebiliyor. Üstelik Cumhuriyet tarihinin en şiddetli ve uzun krizinin henüz en başlarındayız. Krizin içine girdikçe çalışanların bir kısmı işsiz kalacak, diğerlerinin ise ücret zamları krizden çıkış reçetesi olarak enflasyonun altında tutulacak. Kamunun sunduğu sağlık, eğitim ve çocuk-yaşlı bakımı gibi hizmetlerde kemer sıkma bahanesiyle kapsam ve kalite azalacak. Diğer taraftan banka hesaplarında en az 1 milyon TL tutan yaklaşık 166 bin kişi ise dolar kurundaki artıştan veya yüksek TL mevduat faizinden faydalanarak servetlerini artırmaya devam edecek.
 
Sömüren artık basitçe başta ABD ve diğer gelişmiş Batı ülkeleri değil, milliyetten bağımsız servet sahipleri. Yalnızca Afrikalı, Asyalı, Doğu Avrupalı ve Latin Amerikalılar değil; New York, Londra, Moskova ve Pekin’in kenar mahallelerinde yaşayanlar da sömürülüyor ve mutsuzlar. Yaşadığımız çağ neoliberalizm, emperyalizmin en son aşaması. Klasik emperyalizmde olduğu gibi bedeniniz değil; neo-liberalizmde ruhunuz teslim alınıyor. Mutlulukların tüketmek üzere kurulu olduğu ve kontrolün bizde değil bize kısıtlı alternatifleri sunan elitlerde olduğu bir hayat yaşıyoruz.
 
İşte bu nedenle emperyalizmle olan mücadeleye kapitalizmi dahil etmediğinizde kazanılan zafer kalıcı olamıyor. 1920’lerde Batı emperyalizmini deviren Kemalizmin kurduğu şanlı Cumhuriyet bir referandum oldu bittisiyle kolayca yıkılabiliyor. Çünkü kapitalizmin önce köylerde sonra şehirlerde yoksul bıraktığı milyonlar çareyi cemaatlerde veya popülist sağ siyasetçilerde buluyor. Kısacası solun bulunmadığı Cumhuriyet ayakta kalmakta zorlanıyor; “Cumhuriyet’in bilhassa kimsesizlerin kimsesi olması” vaadi inandırıcılığını kaybediyor. Küresel kötü gidişata karşı dünyada dip dalgası olarak demokratik sosyalizm yükselirken; Türkiye hala emperyalizm ve kapitalizm arasındaki bağı kuramamış bir şekilde, defalarca başarısız olmuş yöntemlerle mücadele etmekte ısrar ederek uçuruma doğru sürükleniyor.

Devamını Oku