ATATÜRK, NİYE “EFENDİLER” DİYE SESLENİYOR?

ATATÜRK, NİYE “EFENDİLER” DİYE SESLENİYOR?

ABONE OL
23:29 - 22/03/2024 23:29
ATATÜRK, NİYE “EFENDİLER” DİYE SESLENİYOR?
2

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Atatürk, kadın ya da erkek olsun onu dinleyenlere “Efendiler!” diye seslenirdi. Niye mi? Bunu kendi sözleriyle anlatalım.

“Efendiler, affedersiniz, bir noktayı izah için biraz duracağım. ‘Efendiler’ dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylık için ve hanımlarla efendilerin tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Şube 2005, s. 69)” Atatürk, burada görüldüğü gibi yurttaşlarımız arasında cinsiyet ayrımı yapmıyor, kadını ve erkeği eşit görüyor. Kadınla erkeğin yan yana yürüdüğünü söylemekte. Onları eşdeğer bir seslenişle eşitlemekte. Kadına değer vermek, onu her alanda erkekle eşitlemekten geçer.

“Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinin tesiri altında yapmış olmakla ve böyle yapışların da mutlaka neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler. (Aynı yapıt, s.69)” Atatürk’e göre bizim gelişmemizi İslamiyet’in engellediğini kimler öne sürmekte? Batılılar… Yani emperyalistler, ulusumuzun ve yurdumuzun düşmanları… Bu görüşü savunanların emperyalizme hizmet ettiklerini açıkça söylersek yanlış olmaz sanırım. Burada görüldüğü gibi Atatürk batıcı değil; tersine batıyla sürekli savaşım içinde olan bir devrimci. Birçoklarının (Sahte Atatürkçülerin, liberallerin, ABD-İngiliz yapımı İslamcıların) sandığı gibi Atatürk, din karşıtı biri değil.

“Halbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah’ın emrettiği emri, Müslim ve Müslimenin -evli kadınlarda beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinin emrettiği budur. Yine hepimiz biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsan oraya gitmek, onu bulmak, almak, donanmak dini mecburiyetindeyiz. Daha evvel derim ki, Allah’ın emri, Müslimin ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her bakımdan olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerde ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dolayısıyla dinin böyle bir engellemesi yoktur. (Aynı yapıt, s. 69)” Gidilecek yer neresidir Atatürk’e göre? Bilimin olduğu her yer… Burada Atatürk, Hz. Muhammet’in “İlim Çin’de de olsa alınız.” sözüne atıfta bulunmakta. Din deyince öcü gömüş gibi davranan sözde Atatürkçülere, sahte solculara, düşüncesi batılı emperyalistlerce kodlanmış gösterişçi tutsak aydınlara Atatürk’ün bu sözleri ne denli etkili olur bilinmez.

“Sonra tarihin başından, din tarihimizin, milli tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını incelersek, görürüz ki, ne İslam ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için bin türlü kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu. Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken arz etmiştim ki, Türk toplumsal hayatında daima ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki, aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, beraber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar veyahut beraber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır. Bugün baştan nihayete kadar memleketi ve milleti inceleyelim. Nasıldır? Milli tarihimizin, dini hadiselerimizin ve ilahi emirlerin emrettiği, caiz gördüğü tarzda mıdır? Yoksa başka bir şekilde midir? Ben zannediyorum ki, bu genel manzara üzerinde gözlerimizi gezdirdiğimiz zaman açıkça görülen iki safha vardır. Birincisi, tarlalarda sabanına yapışmış olan kadınlar, çocuğunu merkebine bindirmiş arkasından takip eden ve pazara giden kadınlardır. Ve pazarda hepiniz ve ben de gözümle gördüm ki, kızı, anası, babası, çocuğu ve kocası oturmuştur, pazar meydanında terazi elinde olarak anasının, babasının getirdiği şeyi satar. Ve ben öylesine tesadüf ettim ki, kocasından daha güzel hesap yapar. Satıyor, aldığı parayı çocuğu ve babası hesap edemez de o köylü kadın parmağıyla o neticeyi daha güzel bulur. (Aynı yapıt, s. 69-70)”

Yukarıda da anlatıldığı gibi Türk kadını bilgisiz olmadı hiç. Kırsal kesimdeki kadın, üretime katıldı. Çoğu zaman sosyal ve ekonomik yaşamın yönlendiricisi oldu. Erkeğiyle yan yana yürüyen, omuz omuza çalışıp üreten, olumlu ya da olumsuz yazgıyı paylaşan, ürününü pazarlayıp satan Türk kadınını köle olarak görmek, onu ikinci sınıf saymaktır asıl bilgisizlik. Oysa üreten kişi, ürettikçe özgürleşir. Ne yazık ki sözde aydınlar kendi insanını, toprağını tanımıyor; kendi tarihini, kültürünü, geleneklerini bilmiyor. Bu bilgisizlik, onun içinde yaşadığı toplum hakkında uçuk kaçık çözümlemeler yapmasına neden olmakta.

Batıya hayran, kendi halkından tiksinen bir aydın zümresiyle karşı karşıyayız. Her fırsatta kendi halkını suçlayan, küçümseyen, hatta aşağılayan bir aydın sınıfının toplumumuza kazandıracağı hiçbir şey yok!

Balık, suda yaşar. Sudan çıkan balık ölür. Giderek çürür ölü balık. Bir aydının suyu, halkıdır. Halkından kopan, kendini ondan ayrıştıran, içinde yaşadığı topluma yabancılaşan aydın giderek çürür. Her çürüyen nesne de kokuşur. Bu çürüyüp kokuşmaya neden olan emperyalist batıya düşünsel olarak tutsak olmaktır.

Adil Hacıömeroğlu

Inal

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.