27 Haziran 2025 Cuma
Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Karalar ve Adıyaman Belediye Başkanı Tutdere gözaltına alındı
Sivas Madımak Şehitleri Hamburg’da Anıldı
İZMİR MERKEZLİ ORMAN YANGINLARINA MÜDAHALE VE ARAZİ POLİTİKALARI
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Son günlerde kadını, erkeği, çocuğuyla herkesin dilinde “Nefrrrrret ediyorum.” sözü var. Kişiler, bu sözü söylerken “nefret” sözcüğünün üstüne basarak ve uzatarak söylüyorlar ki sözcükteki anlam çoğalsın diye. Bu kişiler; ayrım yapmadan tanıdık, tanımadık insanlardan nefret ediyorlar. Kentlerden, yaşadıkları yerlerden, çalıştıkları işyerlerinden, kurttan kuştan, börtü böcekten, doğadan, hatta ülkelerinden nefret ettiklerini yüksek sesle dile getirirler. İçlerini dolduran nefret duygusu, eğinlerine sığmayıp taşıyor. Taştıkça da toplumdan uzaklaşmaktalar.
İçleri nefretle dolu kişiler, aslında kendilerinden nefret ediyorlar. Kendi dışındaki tüm varlıklardan nefret ederek aslında kendilerinden nefret ettiklerini açıkça söylemekte bu kişiler, doğaldır ki anlayana. Bu durum, çok derin özgüvensizlik sorunu. Ayrıca kendini sevmemenin getirdiği büyük bir açmaz. Bu insanların kendileriyle barışık olmadıklarını da söyleyebilirim.
Peki, bir insan kendini niye sevmez?
Kendini sevmeyen kişilerin bu sayrılığının nedenini yetiştiği ortama ve ailesiyle ilişkilerine bağlamak yanlış olmaz. Bu kişilerin ve içinde büyüdükleri evlere egemen olan olumsuz düşünme biçimidir. Bu kişilerin bakış açılarında, olumlu bakıp düşünme neredeyse hiç yok. Her düşünceye, olaya, kişiye olumsuz bakış açısı; özgüvensizliğin yanı sıra sevgisizliği de getirir. Sürekli kaygılıdır bu kişiler her şeye karşı. Kaygıları, olumsuz bakış açıları, onları kendisini sevmemeye yönlendirir. Bu kişiler, giderek kendilerini yaşamda yararsız olarak görürler. Bu de istenmeyen olaylarla sonuçlanır.
Bu kişiler “ya hep ya hiç” düşüncesiyle davranır. Bir şey ya dört dörtlük olmalı ya da hiç olmamalı. Olumluyla olumsuzun arası yoktur onlara göre. Düşünceleri hep uçlardadır. Onlar için düşünsel yolculukta ara duraklar olamaz. Mükemmeliyetçilik, en belirgin özellikleri. Bir düşüncenin, olayın, kişisel gelişimin, öğrenmenin bir süreç işi olduğunu, aşamalardan geçtiğini kabullenmezler. Her şeyin bir anda en mükemmel bir biçimde olup bitmesini isterler. Oysa bu bakış açısı doğal sürece, gelişime uygun değil. Bunu düşünmezler bile. Kişi, böylece beklentilerinin istediği gibi karşılanmadığını görünce kendinin toplumsal dışlanmışlığa uğradığını sanır. Bu, kişinin kendini sevmemesine yol açar.
Özgüveni olmayan, aşağılık kompleksi içindeki kişi kendini sevmez doğal olarak. Bu da onun çocuk yaşta yaşadıklarıyla ilgili. Evinde sürekli baskılanan, başarısız ve beceriksiz görülen, hatta şaka da olsa onun çirkin olduğu söylenen biri özgüvensiz olur. Bu kişiler, kendilerini sevmez. Bu da onların içinde nefret duygusunu köpürterek büyütür.
İnsanlar, doğru yaptıkları gibi yanlış da yapar. Ne yazık ki bazı kişiler, küçük de olsa yaptıkları yanlışları kabullenmez. Küçük de olsa yapılan yanlışları, kendileri için yıkım olarak görürler. Bu da yaşamın mantığını algılamamaktan kaynaklanır. Bu, onların gerçekçi bir bakış açılarına sahip olmadıklarının göstergesi. Oysa kişi, eleştirel bir bakış açısına sahip olmalı. Yeri geldiğinde hem eleştiri hem de özeleştiri yapmalı. Bu da onun kişisel gelişiminin doğru olmasını sağlar. Bu kişiler, böyle olumlu bir tutumu edinmek yerine, kendilerini haksız ve ölçüsüz bir biçimde aşağılarlar. Bu da kendilerinden nefret etmelerine yol açar.
Özgüvenli, başarılı, kendisiyle ve toplumla barışık, çevresindekilerle uyumlu, eleştirel bakış açısı olan, yaşamın gerçeklerini kabullenen birinden nefret söylemleri işitmek olanaksız. Yaşamla bir türlü barışamayan, onun gerçeklerini içselleştiremeyen, toplumsal işlerliği algılamayan kişiler; her şeyden nefret ederler. Bunu da her fırsatta dile getirirler.
Nefret edenler, sürekli birileriyle yarış içindeler. Bu yarışı, hep yitirdiklerini düşünürüler. Yitiren kişi, kendi yetersizliklerini hep karşısındakine yükler. İğneyi kendine batırmaz. Bu kişiler, gizli ya da açık olarak karşısındakini kıskanır. Kıskançlık duygusu, kişiyi sevgisizliğe ve nefret bataklığına sürekler. Kıskançlığından kendi olumlu yanlarını, yaptığı güzel şeyleri görmez.
Aklı başında, amaçları ve ülküleri olan biri başkalarından nefret etmez. Çünkü o yaşamın kendisine sunduğu olumluluklara bakar. Küçük olumsuzluklara takılıp yaşamı hem kendine hem de çevresindekilere zehir etmez. Yaşam inişli çıkışlı, engelli bir yol… Küçük taşlara takılıp tökezlememeli. Küçük taşlar, uzun bir yaşam yolculuğunu, koşusunun engeli olmamalı.
Nefret, kişiyi içten içe kemiren bir kurt. Onun içimizi yiyip yaşamımızı tüketmesine izin vermeyelim.
Adil Hacıömeroğlu
Uzun süredir okullardan ayrıyım. Emekli olsa da öğretmen, öğretmendir. Okul önlerinden geçerken bir başka olurum. Yüreğimin çarpıntısının hızlandığını duyumsarım. Eğitim yuvalarının önlerinden geçerken adımlarım yavaşlar, ayak sürürüm. Okul bahçesinden gelen çocuk ya da gençlerin sesi bana kuş cıvıltısı gibi gelir. İnsanlığın geleceğini oluşturan çocukların gelişiminin doğal bir tansık olarak görürüm. Onların davranışlarını gözlemlemekten, sözlerini işitmekten çok mutlanırım.
Toplu taşım araçlarında, aşevlerinde, dinlençlerde (parklarda) çocuk sesinden rahatsız olmam. Çünkü onların seslerini, gürültü olarak algılamam. Ne yazık ki kimileri, onların oynarken ya da birileriyle konuşurken ivedilik ve heyecan dolu konuşmalarını gürültü olarak gördüklerinden rahatsız olur. Çoğu zaman da onların susması için sert, tehditkâr uyarılarda bulunur. Bu davranış, hoşuma gitmez.
Evimin karşısında bir ortaokul var. Az ilerimizde, deniz kıyısına giderken de bir lise… Evde işim bitip alışverişe ya da kıyıda yürümeye gitmek için dışarı çıktığımda ortaokulun dağılma anına denk gelirim. Çocukların arasına karışırım isteyerek. Konuşmalarını dinler, nelerle ilgilendiklerini, sosyal eğilimlerini, beğenilerini, önem verdikleri konularını anlamaya çalışırım. Ne yazık ki kız olsun erkek olsun ortaokul çocuklarının çoğu küfürlü konuşmakta. Neredeyse üç tümceden birinin küfürlü olduğunu işitince üzülürüm. Kimi zaman uyarmaya çalışsam da pek işe yaramadığını anlarım. Bu yaş ağaçların niye eğilmediklerini düşünmeye çalışırım.
Güneşli, hafif poyrazın serinlettiği, deli ve coşkun baharın insanın içine ferahlık, yaşama coşkusu verdiği bir gün evimden çıktım deniz kıyısında yürümek için. Yakınımızdaki lise dağılmış. Yanımdan beş kız öğrenci yürümekte. Dillerinde yakası açılmadık küfürler var hem de en sinkaflısından. Biri, diğerinin yaptığı sövgünün daha şiddetlisi yapmakta. Yanlış anlaşılmasın aralarında kavga etmiyorlar. Birbirlerine bir şey anlatıyorlar kendilerince olağan bir biçimde. Demek ki arkadaşlar arası günlük konuşmaları böyle… Bunu da en işlek caddeden yürüyerek yapıyorlar. Her iki yanlarından yüzlerce kişinin geçtiği bir anda sövdüklerine göre bunu ayıp olarak görmüyorlar. Onlar için günlük, olağan bir dil bu…
Kızların konuşmalarını işitince üzülüp rahatsız oldum. Onlara dönüp: “Merhaba Çocuklar… (Gençler yerine özellikle çocuklar dedim. Onların daha küçük olduklarını, öğrenmeye çok gereksinim duyduklarını vurgulamak için.)” dedim. Onlar da: “Merhaba Amca!” diye karşılık verdiler bana. Sözümü eğip bükmeden doğrudan söze girdim terslenmem olasılığına göze alarak. “Az önce ister istemez konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Sözlerinizi, sövgülerinizi pek beğenmedim. Beğenmedim dediysem sizin gibi güzel ve zeki çocuklara yakıştıramadım bu sövgüleri.” Hepsi kızarıp bozardı. Bir şeyler söylemeye çalıştılar, ancak söyleyemediler. “Bu sövgülerin kadınları, dolayısıyla sizleri aşağıladığını biliyor musunuz?” diye sürdürdüm sözlerimi. Onlar, şaşkınlar, ancak uzaklaşmıyorlar benden.
Yürüdük biraz. Önümüze iki tane oturak çıktı. Oturma önerisinde bulundum. Küfrün ne denli aşağılık bir şey olduğunu, insan onurunu nasıl zedelediğini, insan ağzının güzel şeyler söylemesi gerekirken bu tür sözlerin güzel olması gereken ağızları, çöp kutusundan beter bir duruma getirdiğini anlattım. “Bakın…” deyip sürdürdüm sözlerimi. “Size çok kızmadım, bunu çocukluğunuza verdim. Bu anlattıklarımdan sonra bu sövgüleri sizden işitirsem o zaman çok kızarım ve sizi ayıplarım.” Kızlar susuyor, sustukça ve ben anlattıkça yüzleri pembeleşiyor, gözleri utangaç bir biçimde, biraz da suçluluk duygusuyla yerde. Cinselliğin sövgüye dönüşmesinin ne denli kötü ve aşağılayıcı olduğunu anlattım. “Cinsellik sövgü olsaydı, sizin gibi güzel kızlar, dünyaya gelir miydi?” dedim. Gülümsediler hınzırca.
Liselilere, kitap okuyup okumadıklarını sordum. Ne yazık ki kitaplarla araları iyi değil. Düşküleri, ülküleri, geleceğe yönelik bir amaçları yok! Aileleriyle sağlıklı ilişki oluşmamış. Okul, onları yönlendirme, bilinçlendirme okuma alışkanlığı verme, araştırıcı olma konusunda iyi çalışmamış. Ne yazık ki bilgiye susamışlıklarının olmadığını söyleyebilirim. Kültürel olarak beslendikleri alan, sokak ve sosyal medya… Ne yazık ki bu da onların ilgisini çekip kolaycılığa sürüklemekte. Bu, onların bilinçlerini, dillerini tekdüzeliğe tutsak etmekte. Üretkenliklerinin, yaratıcılıklarının, gençlik coşkularının tükendiğini üzülerek gördüm. Sözcük dağarcıklarının darlığı bir başka olumsuzluk…
Çocuklar ve gençler, toplumumuzun geleceği, umudu, büyük varlığı, en değerli hazinesi… Nedense gençlerimizi, sövgünün çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna terk ediyoruz. Sövmeyi; bıçkınlık, delikanlılık, üstün olmak ve büyümek olarak algılamaktalar nedense. Kitap okumanın uzun yıllar yasaklandığı, son dönemlerde ise gereksiz görüldüğü bir zamandan geçmekteyiz. Yetkin, çağcıl, ideolojik saplantıları olmayan yazarlar yerine; yazınsal değeri olmayan yazıcıların kitapları öneriliyor siyasal amaçlar nedeniyle. Bu, çocukları ve gençleri okumaktan soğutuyor. Okullar, öncelikle kitap okuma alışkanlığını vermeli çocuklara. Bunu yapamayan bir eğitim sistemi, ülkemize doğru bir biçimde hizmet edemez. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği çağımızda kitap okuma alışkanlığı olmayan toplumların ileri gidip ayakları üstünde durması olanaksız. Toplumlar küfürle değil; bilim, kültür, sanatla kalkınıp ileri gider. Bu nedenle çocuklara sahip çıkmak başta ülkemiz yöneticileri olmak üzere yurttaşlarımızın tümünün görevi. Bu yurt görevinden kaçılır mı hiç?
Adil Hacıömeroğlu
Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Ankara’da Azerbaycan Elçisi Abilof’un söylevine verdiği yanıtta şunları söylüyor: “(…) Anadolu bu vaziyetiyle bütün zulümlere, hücumlara, taarruzlara maruz bulunuyor. Anadolu yıkılmak, çiğnenmek, parçalanmak isteniliyor; fakat efendiler, bu hücumlara Anadolu’yla kısıtlı ve sınırlı değildir. Bu hücumların genel hedefi bütün Doğu’dur.
Anadolu her türlü tasallutlara, taarruzlara karşı bütün mevcudiyetiyle nefsi müdafaa etmektedir ve bundan muvaffak olacağından emindir. Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yapmıyor, belki bütün Doğu’ya yönelik hücumlara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte ancak o zaman Batı’da, bütün cihanda hakiki sükûn, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir. (Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, 1. Basım, Nisan 2018, s. 166)” Görüldüğü gibi Atatürk, büyük bir öngörüyle Anadolu’da emperyalizme başkaldırının bütün Doğu’yu (Asya’yı) kurtuluşa götürecek bir savaşım olduğunu vurgulamakta. Onun için baş düşman, kapitalizm ve onun bağrından çıkan emperyalizmdir ona göre.
Atatürk, mazlum milletlerin emperyalizme, yani zalimlere karşı yaptıkları savaşların insanlığın kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu mazlum milletlerin dünya görüşlerine, toplumsal düzenlerine, dinsel inançlarına, etnik kökenlerine bakmıyor Büyük Önder. Onu ilgilendiren yalnızca o milletin mazlum oluşu ve zalimlerce ezilmesi.
İsrail, İran’a saldırıyor ABD emperyalizmi adına. Atatürkçü geçinen kimileri: “İran’ın başında mollalar var.” diyerek içten içe ABD-İsrail’in zulmüne alkış tutmaktalar ne yazık ki. Yani mazluma karşı zalimin (emperyalizmin) safında yer alıyorlar. Bu, emperyalizme işbirlikçilik değil de nedir?
Atatürk, 18 Nisan 1920’de Hâkimiyeti Milliye gazetesindeki başyazısında şunları yazıyor: “Emperyalizm aleyhine mücahede ilan etmek, vicdanı olan bütün insanlara bir vazifedir. Herkes kendi mesleğinde çalışmakla beraber, milletlerarası bir işbirliği ile bu maksadı temin eylemelidir. Lakin dünyayı istila etmek isteyen genişleme ve istila taraftarlarının azgın tehdidinden dünyayı kurtarmak ancak kapitalizmin kaldırılmasıyla mümkün olur. (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, s.136)” Bu sözleriyle Atatürk, günümüzde zalimin zulmü karşısında ne yapmamız gerektiğini açıkça anlatarak bizlere yol gösteriyor.
Emperyalizme karşı ırk, dil, din, mezhep, siyasal görüş, yaşam biçimi ayrımı yapmadan herkesin yanında olmak gerektiğini vurgulamakta Atatürk yukarıdaki sözleriyle. Asıl düşmanın da kapitalizm olduğunu vurgulamakta. Yani asıl savaşın kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olacağını anlatıyor yoruma gerek kalmadan.
Atatürk, yukarıdaki iki ayrı açıklamasıyla kapitalizm ve emperyalizme karşı durmanın bir vicdan, insanlık savaşı olduğunu belirtiyor. Yüreğindeki insanlık duygusunu yitirmemiş, vicdanı kararmamış herkesin emperyalizmin ve onun piyonu olan İsrail’in saldırısı altında olan İran halkının yanında olması, insanlık ve vicdan savaşıdır.
Türlü gerekçelerle emperyalist saldırıları haklı göstermek; saldırgana, sömürücüye ve insanlık düşmanlarına hizmettir. Böyle bir durumda “Armudun sapı, üzümün çöpü var.” demek emperyalizme hizmetin örtülmesi değil de nedir?
Emperyalizm ve kapitalizmin insanlığı tutsaklaştırıp yok etmek için ördüğü duvardan bir tuğla düşürenlere selam olsun. Her tuğla düştüğünde mazlum milletler daha çok soluklanıp özgürleşecek. Bundan kimler rahatsız olur ki?
Adil Hacıömeroğlu
İsrail, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteğinde gemi azıya aldı. İnsan öldürmekte ve ülkeleri yakıp yıkmakta sınır tanımıyor. Filistinliler, tüm dünyanın gözü önünde dünyanın bugüne dek görmediği en acımasız soykırıma uğratılıyor Siyonistlerce. Uygar denen Batı, yalnızca izliyor. İzlemekle de kalmıyor, İsrail’e yeryüzünün en öldürücü silahlarını veriyorlar. Uygarlık, çoluk çocuk günahsız insanları öldürmekse ben uygar değilim.
İsrail, 13 Haziran 2025 Cuma günü sabaha karşı İran’a çok sayıda uçakla saldırdı. Birçok yeri yakıp yıktı. Onlarca kişiyi öldürdü. Öncelikle şunu söylemeliyim ki ABD’nin desteği olmadan İsrail, bu saldırıları ve Filistinlere soykırımı yapamaz. Çünkü İsrail, Batı Asya’da ABD çıkarlarını korumak için var olan bir devlet. Bu kirli savaşta kullandığı silah, teçhizat ve mühimmatlar başta ABD olmak üzere diğer batılı emperyalistlerce sağlanmakta.
İsrail saldırısında, başta genelkurmay başkanı olmak üzere İranlı bazı üst düzey devlet yöneticileri öldürüldü. Ülkemizdeki ABD kuyrukçusu bazıları ile İsrail severler koro halinde Tel Aviv yönetimine övgüler düzmeye başladılar. İçlerinde İran’a karşı kin, İsrail’e sevgi var nedense. Bu kişiler, İran’ın ne denli geri bir ülke olduğunu, İsrail’in ise ne denli usçu davrandığını söylediler televizyonlarda ve sosyal medyada. Peki, neden?
Ülkemiz, 1945’ten başlayarak Atlantik sisteminin etkisine girdi. Ne yazık ki sağcısıyla solcusuyla birçok kişi, emperyalist aldatmacalara kapılarak ABD ve Avrupa’ya hayran oldu. ABD, bu süreçte ülkemizde kendi çıkarlarını savunacak siyasal partilere ve terör örgütlerine destek verdi. Yıllardır içimizde ABD çıkarları için Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden ulus devletimizle kavga edenler var. ABD’ye göbeğinden bağlı FETÖ ve PKK, her fırsatta batı övgücülüğü, mazlum ulus sövgücülüğünü güçlendirmek için bazı siyasal parti tabalarını oymaktalar. Ne yazık ki medyanın önemli bir bölümüne egemen olanlar, Atlantik sürecinde ABD’nin sesi olarak görev yaptılar. Nedense bugün de içlerindeki ABD sevgisi, mazlum sövgüsü zaman zaman ortaya çıkmakta.
“Ahirette, Cennet’e giden yol İran’ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı, derim.” Bu sözler, Fetullah Gülen’e ait. Şaşırdık mı bu sözlere? Asla! ABD’nin devşirerek besleyip büyüttüğü birinin bu sözleri söylemesi çok olağan. Çünkü sahibinin sesi… ABD’ye tapınanın, ondan beslenenin İran’a düşman olması kadar doğal ne var?
“İran’da güneş doğsa şemsiyenin altına saklanın, radyasyonludur.” diyor bazı siyasetçilerin üstat(!) dediği ve sıkıştığında İngiltere’ye sığınan Kadir Mısıroğlu. Emperyalizmin değirmenine su taşımanın en kestirme yolu, mezhepçilik üzerinden komşuya düşmanlık yapmak. Ayrıca dünyada, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Atatürk’e de savaş açar bu meczuplar, efendileri adına.
Ekranlarda AKP’yi savunan Selman Öğüt, sosyal medya hesabında: “İran’dan İsrail’e şöyle bir misilleme yapıldı: Kahrol düşman al sana bir bomba!” diyerek kendince İran’la dalga geçip İsrail’i övmekte.
Ekran ekran dolaşıp AKP propagandası yapan ve her fırsatta İran’ı eleştiren Gazeteci Taha Hüseyin Karagöz, sosyal medya hesabından İran’ı küçümseyerek İsrail’e güç atfetmekte, neden? Gerçi İran’ın İsrail’e yaptığı saldırılar karşısında sözünden dönse de hızla ve dairesel döndüğünden yeniden aynı yere, yani İran karşıtı ve İsrail yandaşı konumuna geldi.
“Yine İsrail ve İran danışıklı dövüş yapıyor. Fotoğraflardan çok açık bir şekilde belli oluyor bombalar nokta atışı belirli hedeflere atılıyor. İran muhalifleri Siyonistlere temizletiyor sanırım. Siyon ACEM OYUNU… Allah samimi Müslümanları korusun. (Yazım ve noktalama yanlışlarını düzelttim.)” Paylaşıma bakın, nasıl da İran düşmanlığı içeriyor. İran’a düşmanlık, emperyalizme dostluk değil de nedir? Bu paylaşım, Mehmet Ardıç adlı sosyal medya kullanıcısından. Esin kaynağı, İngiliz dostu ve Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu. Yani kılavuzu karga…
Sosyal medyada Sağcı Gazete diye bir hesap: “İran, İsrail’e animasyonlar ile karşılık vermeye başladı.” diyerek kendince İran’la dalga geçiyor. Dalga geçerken de İsrail’in gücüne tapınarak Siyonizm yandaşı olduğunu açık ediyor. Sağcı Gazete’nin de kılavuzu, İngiliz sever Mısıroğlu.
“İsrail’den Azerbaycan’a dost ateşi!
İsrail, İran’ın kuzeybatısında yer alan Tebriz kentinde, dost ülke olarak tanıdığı Azerbaycan vatandaşlarının yaşadığı Doğu Azerbaycan Eyaleti’nde 10 farklı noktayı hedef aldı.” Bu tümce de Sağcı Gazete’den. Tebriz’de yaşayanlar Azerbaycan yurttaşı mı, yoksa Azeri kökenli İranlılar mı? Ne yazık ki ABD ve İsrail’in İran’ı bölme amacına hizmet etmekte sözde AKP yandaşı bu sosyal medya hesabı. İsrail’in 13 Haziran’da başlayan saldırısından sonra Netanyahu’nun ilk açıklaması, İran’ın bölünmesi yolundaki açıklaması değil miydi?
“İsrail’in İran’a ve Güney Azerbaycan’a yönelik saldırılarına herhangi karşı hareket göstermeyen İran, yeni bir animasyon videosu yayımladı.” Bu paylaşım da kendince Türkçü bir görüşü savunduğunu sanan TÜRK’ÜN SESİ adlı sosyal medya kullanıcısından. Güney Azerbaycan bir devlet mi? ABD’nin İran’ı bölme kervanının gönüllü NATOTürkçüsü.
“İran İslam ve Animasyon Cumhuriyeti yeni bir animasyon filmi yayınlayarak (yayımlayarak olmalı) dosta korku, düşmana huzur ve güven verdi.” Bu da kendini milliyetçi olan gören Volkan Giritli adlı İran düşmanı, ABD-İsrail dostu bir sosyal medya kullanıcısından. Bu doğrultuda onlarca ileti paylaşmış.
“İran’ın İsrail’e ciddi bir yanıt verme imkânı bulunmuyor.
Gelen görüntü ve bilgilerden anladığımız İsrail’in İran’da neredeyse vurmadığı askeri stratejik nokta kalmamış. İsrail’in hedef aldığı bütün noktalar İran’ı avucunun içi gibi öğrendiğini gösteriyor. (…)” Nevşin Mengü’nün bu paylaşımına hiç şaşırmadım. Çünkü o, emperyalist çizgide yayın yapmasa şaşırırdım.
Neyse uzatmayalım. 13 Haziran günü İsrail’i yüceltip ona tapınan, İran’a söven binlerce sosyal medya paylaşımı var. Üstüne üstlük bir de yandaş ve candaş televizyon kanallarında boy gösteren İsrail sevicileri gördük. Sağdan soldan bu kişileri birleştiren ortak payda İran düşmanlığı, İsrail dostluğu.
Kimi Yeşil Kuşak İslamcılarını, sözde milliyetçileri, bölücüleri, batıcılığı Atatürkçülük sanan aymazları birleştiriyor İran düşmanlığı. Aklını etnik köken milliyetçiliğiyle, mezhepçilikle, laikçilikle bozmuş cümle ABD muhipleri, batı emperyalizminin gönüllü askerleri; ABD ve İsrail’in yanında saf tutuyorlar İran’a karşı. Rastlantı mı bu? Hayır, dünde Atatürk’e karşı İngilizlerin yanında kol kolaydılar. Anlaşılacağı üzere durum da onların mevzileri de pek değişmedi.
Adil Hacıömeroğlu
Devrimci düşünceyle çok küçük yaşta tanıştım. Babam köy enstitülü bir öğretmen olarak okuma alışkanlığı olan biriydi. Her gün evimize birden çok gazete girerdi. Ayrıca aylık dergilerden bazılarının da sürdürümcüsüydük. Bunların yanı sıra kısıtlı bütçemizin bir kısmı da kitap alımı için ayrılırdı. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap, dergi ve gazetelerin olduğu bir evde doğup büyüdüm. Böyle olunca da ülkemizin ve dünyanın birçok yazarıyla erkenden tanışma fırsatı buldum.
Ortaokulda devrimci düşüncelerle az da olsa bir tanışıklığım oldu. 1973-74 Öğretim Yılında Of Şehit Ahmet Türkkan (Kore savaşında şehit olan komşu köyümüzden bir subay) Lisesi’ne kaydoldum. Liseye başladığımda bu tanışıklığım, serpilip gelişti. Dünya görüşüm biçimlenmeye başladı bu yıllarda. Zaten 1968’de başlayan devrimci rüzgâr, büyüyerek sürüyordu. Özellikle de gençliği etkiliyordu. Dünyada da devrimci eğilim, o dönemde güçlüydü. Dünya, emperyalizme karşı savaşımın yükseldiği ve ezilen ulusların sömürüden, baskıdan kurtulma yoluna girmişti. Devrimci yükselişler, kültür, sanat alanında da etkili olur. Bu etkiyle toplumcu-gerçekçi bir sanatın, kültürün gelişmesi de olağan.
Liseye başladığımda okuduğum kitapların içerikleri değişmeye başladı. Ayrıca Anadolu gerçeklerini anlatan öykü ve romanlar da başköşedeydi. Yanı sıra bilimsel, düşünsel içerikli kitapları da okuyorduk. Bu yıllarda dünya edebiyatıyla da tanıştık. Okuduğumuz kitapları, arkadaşlarımızla tartışırdık. Okuduklarımızı, arkadaşlarımıza verirdik onlar okusun diye. Halkevinde seminerler düzenlerdik. Bu seminerler, düşünsel eğitim kazandırdığı gibi demokratik olgunluk da oluşturuyordu bizlerde. Ayrıca bu toplantılar, aktöresel bir gelişimi de sağlıyordu.
Nazım Hikmet’in şiirleri elimizden de dilimizden de düşmezdi lise yıllarımızda. Onun şiirleri, yaşadığımız Doğu Karadeniz Bölgesi’nin dereleri gibiydi. Dört mevsim suyu kesilmez gürül gürül akardı belleğimizde. Derelerimizin temiz sularının kayalara çarparak gelen çağlayanları gibi çağlardı yüreğimizde. Onun “Kuvayı Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitapları elimizden düşmezdi. Hem kendimiz okur hem de arkadaşlarımıza okurduk. Anlaşılacağı üzere Okur, okur, okurduk.
Lise birinci sınıfta Hilmi Saral’la aynı sınıftaydık. Nerdeyse okulun ilk gününde arkadaş olduk. Okul içinde dışında neredeyse her gün buluşur söyleşirdik saatlerce onunla. Başka arkadaşlarımız da zaman zaman katılırdı bize. Lise 2’ye geçmiştik. Biraz daha bilinçlenmiştik. İkimiz de ulusal bayramlarda şiir okurduk. Şiirlerimizi, okulumuzun edebiyat öğretmeni seçerdi. Lise birinci sınıfın yarısında okul müdürümüz değişti. Yeni müdürümüz Metin Doğu, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgideydi. Doğaldır ki Soğuk Savaş döneminin biçimlendirdiği düşünsel ortamda o zamanın milliyetçileri, Nazım Hikmet’e şiddetle karşıydılar. 29 Ekim 1974 günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı hazırlıkları başlamıştı okulumuzda. Müdürümüz, edebiyat öğretmenimizin seçtiği şiirleri denetliyordu kendince. İstemediklerinin okunmasına izin vermiyordu. Hilmi, elinde bir gazete ya da dergi kesiğinde yer alan bir şiir getirdi. Bunu okumak istediğini söyledi. Müdürümüz ve Edebiyat Öğretmenimiz Raif Özben’in karşısında şiiri okudu. Müdürümüz, çok beğendi şiiri. Şiiri nereden bulduğunu, kime ait olduğunu sordu. Hilmi: “Yazarını bilmiyorum, yırtık bir gazetede gördüm, hoşuma gitti.” dedi. Hilmi, şiiri çok güzel okumuştu. Onun bu şiiri okuması için izin çıktı.
Hilmi’nin okuduğu şiir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu” dizesiyle başlıyordu. Okuyacağı şiirden önceden haberim vardı. Okumaya başladığında Raif Bey’in cam şişenin dibine benzeyen kalın camlı gözlüklerinin arkasından gözleri parladı ve müdürümüze baktı yan gözle. Metin Bey, kendini şiiri kaptırmıştı. Dinledikçe hoşlandığı belliydi. “Sarışın bir kurda benziyordu” dizesi okunduğunda müdürümüzün yüzündeki mutluluk arttı. Ne de olsa düşüncelerinin simgesi kurt vardı şiirde.
Şiirin Nazım’a ait olduğunu bilen birkaç kişiyiz. İçten içe seviniyoruz. “Dörtnala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim” dizeleriyle sona doğru yaklaşırken şiir, müdürümüz iyice keyiflenmişti. Atalarımızın kopup geldiği toprakları vurgulayan dizeler onu milliyetçi, tarihsel düşlere daldırmıştı. Şiirin okunması bitti. Müdür Bey, onayını verdi.
29 Ekim günü geldi kaşla göz arasında. Of Meydanı’nda bayram kutlaması başladı. Konuşmalar yapıldı, Sıra şiirlere geldi. Sırayla okuyoruz şiirlerimizi. Derken sıra Hilmi’ye geldi. Başladı okumaya. Okulumuzun ve diğer okulların öğretmenleriyle adli, idari ve mülkü erkân can kulağıyla dinliyor onu. Şiir okundukça gülümsemeler başladı içten içe. Yüzlerde memleketimizin bin bir renkli kır çiçekleri açmaya başladı. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar… Şiir bitti. Bayramımızı dünyaca ünlü ozanımız Nazım Hikmet’le kutladık böylece.
Törenden sonra Metin Bey de öğrendi şiirin ozanını. Ancak iş işten geçmişti. Çünkü şiirin okunmasına onay veren kendisiydi. Suç varsa o da kendisinindi. Eğer soruşturma açsaydı kendi bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Bir şiirini bile okumadığı dünyaca ünlü bir ozanı, yaftalayarak ona düşman olmanın bilgisizliği.
Ne yazık ki toplumuzda yıllarca benzer durum ve olayları yaşadık. Soğuk Savaş dönemi milliyetçileri ve İslamcıları, ABD’nin yönlendirmesiyle yurt içinde dost ve düşmanlarını seçiyorlardı. Bir kez ABD, Nazım’a “komünist” demişti. Ülkemizi yönetenler de NATO’ya bağlılıkları nedeniyle ABD’nin verdiği yargıya uyarak çocuk ve gençlerimizi, hatta büyüklerimizi Nazım Hikmet’ten korumak için seferber olmuşlardı. İçlerinden biri de çıkıp: “Bu Nazım ne yazmış?” diye merak etmemişti. Bu nedenle okumadıkları şiirlere, tanımadıkları Nazım’a düşman olmuşlardı ne adına, kimler adına?
Adil Hacıömeroğlu