BAKLAN OVASI’NI KAVURAN KURAKLIK

ABONE OL
12:56 - 22/12/2020 12:56
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Baklan Ovası, bin bir bereketiyle birçok insanın ekmek teknesidir. Üzümü, buğdayı, arpası, haşhaşı ve türlü meyveleriyle insanların sofrasına ekmek, ürününe bereket, kesesine para katar. Ovanın bereketi, çevre köylerde yaşayanların mutlu bir yaşam sürmesini sağlar.

Çökelez Dağı, Baklan Ovası’nın koruyucusu gibidir. Bir kartal duruşuyla yukarıdan gözetler ovayı. Suları, selleri ovaya bereket getirir. Ağaçlarından düşen yapraklar, kuruyan otlar su ve rüzgârlarla sürüklenerek ovanın toprağına karışıp yeşil gübreye dönüşür.

Batı yandan Çökelez Dağı ovaya tüm heybetiyle bakarken doğu yanda ise Beşparmak Dağı, güneşin ovaya doğmasına yardım eder. Bu dağa Beşparmak denmesinin nedeni, karşıdan bakıldığında parmakları açık bir ele benzediğindendir. Baklan Ovası, iki dağın doğu ve batı yönünden koruması altında bir nazlı kız gibi uzanır. Aslında ovayı besleyen bu dağlardır. Bu dağlar sayesinde var olur ova. Toprakların verimini artıran bu dağlardır.

Çiftçiliğin eski zamanlardan kopup gelen bir sanata dönüştüğü yerdir Baklan Ovası. Ovanın altı, bilinmeyen zamanların uygarlık kalıntılarıyla doludur. Uygarlık kalıntıları toprak altında kalsa da ova köylerinde yaşayanlar, bu uygarlıkların ekinsel kalıtını taşıyıp korumaktalar.

Büyük Menderes, Baklan Ovası’nı adeta yalayarak nazlı bir gelin gibi akıp gider. Ovanın içine dalmaz ki toprağın bütünlüğü bozulmasın. Kıyıdan kıyıdan gider sessizce. Ovanın arpa ve buğdayı Menderes’in güçlü sularının döndürdüğü değirmenlerde una dönüşür. Bu değirmenler yüzyıllara meydan okuyarak insanların sofralarına lezzetli ekmekleri sundu. Burada doğanın vergisiyle insanın emeği birleşerek ekmeğe, aşa dönüşür. Ne yazık ki birçok yerde olduğu gibi burada da geleneksel değirmenler, değirmencilik ve ekmek yapımı anılarda yaşamakta artık. Son yıllarda Baklan Ovası köylerinin kendi ürettikleri buğdaylarını su değirmenlerinde öğüterek yaptıkları geleneksel ekmeklerin yerine, fırınlardan ekmek aldıklarını üzülerek gördüm.

Büyük Menderes, yalnızca Baklan Ovası’na değil, geçtiği tüm topraklara bereket getirir. Bu bereket, bin yıldır uygarlığa dönüştü. Burada oluşan birçok uygarlığın yaratıları, tüm dünya insanlığına yol gösterdi. Onların gelişmesini sağladı. İnsanlık tarihinin birçok ilkleri Menderes havzasında doğup yayıldı yeryüzüne. İlk devletlerin birçoğu burada kuruldu. Dünya ticaretinin, paranın merkezidir bu uygarlık toprakları. Büyük Menderes Nehri ve onu besleyen dağlar olmasaydı bu uygarlıklar olur muydu? Bu nehir olmasaydı ovalarından bal, dağlarından yağ akan yerler olur muydu? Büyük Menderes olmasaydı bin bir bereket fışkıran topraklar, çorak çöllere dönüşmez miydi?

Çiftçilerin gözü, dört mevsim ovanın üzerindedir. Ovadaki değişimler, yağışlar, seller, kuraklıklar gözlemlenir. Hasat zamanı gelmeden hesaplar yapılır elde edilecek ürünlerle ilgili. Çiftçinin yalnızca ailesi değil; ahırında beslediği hayvanlar, kümesinde baktığı tavukların da geçimi, yaşamda kalması ovadaki ürüne bakar. Ürün yoksa geçim ve yaşam da yok! Baklan Ovası, çiftçinin umudunu saklar toprağında. O umut ki insanı, yaşama ve toprağına bağlar.

Çiftçinin bir gözü toprağında, diğer gözü gökyüzündedir. Yağmur zamanında olmayan yağış, verimi düşürür; hatta yok eder. Sıcağın aşırı olması kuraklık, normal olması ise verim getirir.

1942 yazında aşırı sıcaklar görüldü Baklan Ovası’nda. Güneyden esen yel, havanın nemini alıp götürdü, toprağı kuruttu. Büyük bir kuraklığın habercisiydi bu durum.  Ovadaki yeşil yapraklar sararıp soldu. İnsanların umutları bir bir yok oldu. Toprak susuzluktan çatladı. Çatlaklar büyüdü, büyüdü kimi yerlerde hendeğe dönüştü. Bu durum karşısında yüzler gülmez oldu. Umutsuzluk, bir kara bulut gibi çöktü insanların omuzlarına. Tarla, bahçe ve bağlardaki ürünler kuruyup yandı. Harmanlar cılız tümseklere döndü. Ne saman çıktı yeterince ne de arpa, buğday. Asmalardaki üzümlerin suları çekildi. Asma kütükleri kuruyup çatırdamaya başladı kuraklıktan. Bağbozumu olmadı. Çünkü bozulacak bağ yoktu.

Ekim ayı geldi çattı. Topraklar zor da olsa sürüldü. Sürülen toprak değil, sanki bir betondu. Toprağı sürerken öküzler, atlar zorlandı. Sabanlar toprağın böğrüne saplanamadı. Bazı öküzlerin, atların güçleri yetmeyince ayakları kayıp yere düştü. Kimi bilgisiz çiftçiler, bu durumdan çift hayvanlarını sorumlu tutup değnek ve kamçıyla vurdular onlara.  Yeterli beslenemeyen hayvanlar dayanamadı bu eziyete. Kimi tarlada öldü, kimi ahırda. Açlıktan ölen hayvanların leşleri kurda kuşa can oldu.

Tarlalar umutsuzca ekildi. Her şey toprağa düşecek tek damla suya kalmıştı. Gözler gökyüzüne çevrilmiş, eller duaya durmuştu.

Kasım ayında tek damla düşmedi ovaya. Derepınar’ın suyu iyice azaldı, azaldı ipliğe döndü. Toprak testiler, emzikliler, ibrikler, kovalar su dolmaz oldu. Çeşme yalaklarında bir damla suyu ara ki bulasın. Yalnız toprak değil, tüm canlılar susuzluktan kavrulmaya başladı. Umarsız kalan halk, ne yapacağını şaşırdı. Bir damla su için savaşmaktaydı herkes.   Halk, yağmur duası yapmaya karar verdi. İsabey’de herkes, çoluk çocuk demeden yağmur duasına çıktı. İlk dua için Türkmentepe’ye yüründü. En önde imamlarla güngörmüş yaşulular, arkalarında köyün eli saban, tırpan, orak tutan erkekleri, arkalarında kadınlar çocuklarıyla. En arkada ilkokul öğrencileri üçlü sıra olmuş öğretmenleriyle yürüdüler duaya. Türkmentepe’ye gelindiğinde erkekler halka oldular, dua başladı. Kadınlar ve çocuklar da ellerini açıp duaya durdular. Yazırlılar, ivecenlikle yetiştiler duaya. Mahmutgazililer son anda gelip duaya katıldı. Bilen, bildiği kadar dua okudu. Herkes okunan dualara içlerinden koparcasına “Amin!” dedi. Yinelenen “Amin!” sesleriyle her yan inledi. Öğrenciler, dualar bitince halkanın çevresinde dönerek “Tekneden hamur/ Tarlada çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur” tekerlemesini, gırtlakları yırtılırcasına bağırdılar. Önce öğrenciler, tekerlemeyi bağıra bağıra ayrıldılar Türkmentepe’den. Herkes yavaş yavaş, istemeyerek ve ayaklarını sürüyerek evlerinin yolunu tuttu.

Zaman geçip gidiyor, ama tek damla yere düşmedi. Ne kar ne yağmur… Kış geçip gitti. Umutlar bahara kaldı.

Dönem çok kötü… II. Dünya Savaşı yılları… Savaş kapıda, Türkiye tetikte… Zaten ekmek karneye bağlanmış. Ülke kaynakları kıt… Yeni kurulan bir devlet, tam da kendini toparlamaya çalışırken savaş tehditleriyle karşı karşıya… On yıl süren aralıksız savaşlarda genç nüfusumuzun çoğu kırılmış. Toprakta, fabrikada çalışacak insan yok! Yeni bir genç kuşak yetişmekte umut içinde. Bu nedenle savaştan uzak, tetikte beklemekteyiz. İnsanımızın kırılmaması için büyük bir çabamız var.

1943 baharında da yağmur yağmadı. Baharda Derepınar, Kavakpınarı, Türkmentepe ve birçok yerde yağmur duasına çıkıldı. Kurbanlar kesildi. Kavakpınar’da yapılan yağmur duasına neredeyse yatalaklar bile geldi. İki çoban, kendi sürüleriyle katıldı duaya. Kuzuları, koyunlardan ayırıp karşılıklı yerlere koydular. Kuzular, annelerine kavuşmak için durmadan meleşti. Koyunlar da yavruları için meleşip durdu. Bu meleşmeye, insan olanın yüreği dayanmadı. Gök de dayanmaz diye düşünüldü. Gök dayanmaz da iki damla gözyaşı döker diye umut edildi. Bu meleşme, toprağı çatlattı çatlatmasına, ama göğün umurunda olmadı.  Baklan Ovası’nın cümle köyleri duaya çıktı. Herkes, en içten dualarıyla el açtı Allah’ına. Aç bebelerin, dilsiz hayvanların, bin bir türde meyve veren ağaçların, canı az otların, yüklü kadınların aşkı için bir damla su için yalvardı diller. Yağmur yağmadı.

Annelerin, ninelerin gözpınarları kurudu ağlamaktan. Kızların umutları söndü. Delikanlıların coşkuları duruldu. Çocukların neşeleri kaçtı, oyun oynayamaz oldular. Gelinler, gebe kalamadı. Kalanlar düşük yaptı.  Hayvanlara otlak bulunmadı. Çobanlar, en yanık ezgilerini söylediler dağ yamaçlarından.

Cılız başaklar, karamsarlığı körükledi. Yaz geldi. Zaten ekinden, üzümden umut yok! Bir sabah uyanınca İsabeyliler ve cümle Çal köyleri ikinci bir afetle karşılaştı. O da ne? Kuş desek kuş değil, böcek desek böcek değil, acayip bir yaratık sürü sürü abandı bağa, bahçeye, tarlaya. Bu çekirge sürüsü, bugüne dek görülmemiş bir şeydi. Serçe büyüklüğündeki çekirgeler, cılız ekinleri hızla tüketmeye başladı. Bağlarda yaprak koymadılar, yiyip bitirdiler. Halk eline geçirdiyse kürek, kepçe, yaba, file ve benzeri araçlarla çekirgeleri kuyulara, hendeklere sürüp atmak için didinip durdu.

Yiyecek bir şey kalmayınca semiren çekirgeler, ovayı terk etti. Bu terk edişten sonra sanki kuraklık daha da arttı ve toprak iyice kurudu. Toprak çoraklaştı. Çöl çekirgeleri gitmesine gitti de ne ekin bıraktı ne de meyve. Yaz ve sonbaharda doğru düzgün harman olmadı. Çiftçilerin çoğunun elinde tohum için bile bir avuç ekin yoktu! Varsıl komşular, yoksulların imdadına yetişti. Ekmekler, aşlar bölüşüldü.

Ekim ayı gelip çattı. Çoğu kişinin toprağa ekecek bir avuç tohumu yok. Devlet adamları gelip hesap kitap yaptılar. Köylüye tohum yardımı yapıldı. Tohum verilmiş verilmesine de ekecek tarla yok! Ekim başında başlayan yağmurlar dur durak bilmedi. Ova suyla dolup kocaman bir göl oldu. Gölleşen toprağı sürmek ne mümkün! Kuraklıktan yakınan çiftçi, şimdi de suyun bastığı tarlalarına girememenin umarsızlığıyla ne yapacağını bilememiş. Herkes, herkesten görüş sormuş, ancak umut verici bir yanıt, düşünce çıkmamış ortaya. Kasım ayı geçmiş, göl çekilmemiş, yağmur dinmemiş.

Dedem, yaşlı ve iki gözü kör amcasına gidip durumu anlatmış. Yardım niyetine verilen tohumlar ve göllenen ova konusunda görüş istemiş ondan. O, yüzünü görmeyip sesini işittiği yeğenini dinlemiş sonuna dek. Avucunu, avucuna alıp demiş ki: “Bak Mustafa’m, ben gençken böyle bir afet yaşanmıştık. Ova suyla dolmuştu. Ne yapacağımızı bilememiştik. Bahar geldiğinde su çekilip gitti. Tohumları ektik ve o yıl ki verim rekor kırdı. Ekinlerimizi koyacak ambar bulamadık. Tohum işine gelince… Devletin verdiği tohumla elindeki tohumu karıştırarak ek ki işi garantiye al. Biri olmazsa diğeri olur.” demiş. Dedem de amcasının değini yapmış. Tohumları karıştırıp suyun çekilmesini beklemiş komşuları gibi.

1944 Mart’ı gelince su çekilmiş. Susamış toprak suyu içmiş, içine sindirmiş. Çiftçiler, atları ve öküzleriyle çift sürmeye koşmuşlar. Çiftler sürülmüş, tohumlar ekilmiş. Herkes beklemeye başlamış, ne olacak diye. Yaz gelmeden ekinler öyle boy atmış ki kimse gözlerine inanamamış. Başaklar alışılanın dışında olağanüstüymüş. Harmanlar olmuş. Arpalar, buğdaylar ambarlara sığmamış; samanları samanlıklar almamış. Meyveler, dallarının ağırlığına dayanamamış. Bu yıl doğan çocuklar gürbüzleşmiş kısa zamanda. Ahırda, ağılda, kümeste hayvanlar çoğalmış. Bereket taşmış bağlardan, bahçelerden, tarlalardan.

Annem, 1944 Mart’ında doğdu. Bu nedenle dedem, annemi severken “Sen, bereketinle geldin, kıtlığı bitirdin. Ovamıza can getirdin kızım. İyi ki doğdun sen.” derdi.

Doğa ana, kuraklık ve ardından gelen ardı kesilmeyen yağmurlarla kendini yeniledi. Yavrularını aç açık bırakmadı. Malın masadın rızkını koydu önüne. Büyük Menderes eski neşesini buldu. Kurdun kuşun karnı doydu. Doğa dengesini buldu.

Doğayı kendi haline bırakmalı. O ne yapacağını bilir, yavrularını aç bırakmaz. Yeter ki ona saygı duyalım, onu koruyalım.

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.