VAHY-İ GAYRİ METLÜV (II)

ABONE OL
18:13 - 01/10/2020 18:13
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

VAHY-İ GAYRİ METLÜV (II)


PERDE GERİSİNDEN: 
Verâi’l-hicap gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.
Simsarın dili ilk burada ortaya çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini, kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.

Bunu anlamak için perde gerisine inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece kendini bağlar.
Aynı şekilde Allah ile perde gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz” denmiştir ki az sonra gelecek…

ELÇİ SEÇEREK: 
Vahiy birinci şıkta kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim) anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve düzenlemektir.
Demek ki bu derecede vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden “taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi “Rabbinin yollarında yürüyor.”

Şu halde Müslüman da tıpkı arı gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte (hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın, vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde, derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden insanlığa seslenişidir.
Bu durumda “Arı bal yaptı” dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek bir ve aynı şey olur. 
Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi. Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek, ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy, manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.
Bunlar arasında çelişki yoktur. Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade ediliş biçimidir.
Son günlerde Abdülkerim Suruş’un tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu gösterir…

Yeri gelmişken usule dair bir ara hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem, Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır. Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.


Örneğin “Vahiy peygambere mi aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları (Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?

Şu halde…


Allah insanla tarih boyunca konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi seçerek vahiy) ile açıklıyor.
Bunların hepsi Allah’ın insanla konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.
İnsanoğlu önce bir beşer olarak doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde gerilerine inip bunları inkişaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi, bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.


Ele aldığımız ayette, insanoğlu ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.

Bu süreçleri Hz. Peygamber’in hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini yaşamıştır.

0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına söylediklerinin tamamı Allah’tandı.

35-40 yaş arası beş yıllık dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir takım keşifler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş (müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.

40-63 yaşları arasındaki 23 yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.


İslam kültür muhitinde böyle öne çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu), Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk (Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.
Bunların hepsi dindarın dilinde anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi seçilmeyi) ifade eder.

Demek ki ayette, Allah’ın beşerle konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham (doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere mahsustur.
Bunların üçü de Allah’ın beşerle konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber “Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4; Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek, tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.

İnsanoğlu (beşer) bu şekilde iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair- aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…


Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.
Demek ki vahiy (ilahi fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!
Peygambere gelen vahiy, içerik bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur! Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez. Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir eder
Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.


Yani onun getirdiklerini, yine onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak, hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve eylemi ile başarılabilecek bir iştir…
Peygamberi söylemler ve eylemler, kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…

Dikkat ederseniz, her Âdem (beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu (ruh) her Âdeme hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Âdem’e ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Âdem, her halk da bir Âdem topluluğudur.

Keza her Meryem, rahminde (sevgi ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her doğan nasıl bir Âdem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her doğan çocuk (İsa) da Âdem gibidir.
Ve her insan, iç dünyasında iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.

Bütün bunlar dün oldu, bugün oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”
Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren (Muhyi) ve konuşan (Mütekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!
Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak insanlıkla birlikte yürüyemezler.

Oysa Allah insanoğlunun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38). Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.

Allah’ın kapıları her insana açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!”

BİTTİ

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.