ÇOCUKLARIN GELECEĞİ İÇİN SEFERBER OLMALIYIZ

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Gençliğimiz geleceğimiz olabilecek mi? Endişemiz var, endişelenenimiz var, boş ver diyenimiz var. Ben o endişelenenlerdenim. Çocuklarımız, okullarda aşağılanıyor, teneffüslerde Türkçe konuşmaları yasaklanıyor, barbar diye, çingene diye kendileriyle alay ediliyor, hakaretlere uğruyorlar.

Benim üzerinde durmak istediğim birilerinin çocuklarımızı aşağılaması, onu yargılaması değil. Benim derdim çocuklarımızın bu konularda muhataplarına verecekleri sağlam bilgilerinin olmamasıdır. Kendisinin barbar olmadığını muhataplarına anlatamamasıdır. Zavallı bilmiyor, tanımıyor ki kendisini. Bazıları kabulleniyor barbarlığı, demek ki öyleymişiz diyor. Bazıları da karşı koyuyor, kaba kuvvetle karşı koyuyor, ben öyle değilim diyor, hakaretleri kabullenemiyor. Ancak haklılığını bilgi ile destekleyemediği için haksız duruma düşüyor.

Çocuklarımızın geleceği için, topyekûn seferber olmalıyız. Başta anne ve babalara görev düşüyor. Sonra da sivil toplum örgütlerine. Kimse “beni sokmayan yılan bin yaşasın”dememelidir. Gençliğimizin geleceğimiz olmasını isteyenler ise hiç dememelidir. Türkçe, Türk tarihi, İslâm tarihi, Selçuklu tarihi, Osmanlı tarihi, kültürümüzün ayakta duran eserleri, folklorumuz, masallarımız, hikâyelerimiz, edebiyatımızın diğer örnekleri, gençlerimize bilgi olarak verilmelidir. Bilgi sunmak, eğitmek bedel ister. Bedelini ödemediğimiz hiçbir şey bizim değildir.

Bu bedeli, önce anneler ve babalar ödemelidir. Önümüze çıkan her fırsat çocuklarımızın geleceği için değerlendirilmelidir. Sahip olduğumuz gayrimenkuller, bankada duran milyonlarımız, sadece övünmemize yarayan varlıklarımız olmaktan öteye geçmiyorsa gençliğimiz geleceğimiz olamayacak demektir. Maddi varlıklar mutlaka aktif hale getirilmelidir.

İzin sezonu yaklaşıyor. Çoğumuz izine gideceğiz, iznimizi anavatanımızda geçireceğiz çoğumuz. Bu bir fırsattır, iyi değerlendirilmelidir. Çocuklarımızın geleceği açısından iyi değerlendirilmelidir. Köksüz ağaç olmaz. Köklerimizin derinlere doğru indiğini, uzandığını göstermeliyiz gençlerimize. Cennet vatanımızın her köşesi başka bir güzelliğe sahiptir. O güzellikleri görmelidir çocuklarımız.

Bazılarımız izinlerini sadece köylerinde geçirmeyi tercih ediyorlar, bazıları da yazlıklarında. Köyümüzü ve köyümüzdeki büyüklerimizi ve mezarlarımızı ziyaret edelim, onların gönüllerini alalım mutlaka. Yazlığımız var madem, oraya da gidelim. O yazlıklar niçin alındı onu anlamak mümkün değil ama yine de gidelim. En fazla bir ay kalabileceğimiz bir yazlık ev. Oraya yatırılan parayla ömür boyu değişik yerlerde izin yapmak mümkün iken, bir mekâna mahkûm olmak…

5 haftamız buralarda geçmesin. Her sene ayrı bir yerini gezelim memleketimizin. Doğusuyla, batısıyla, güneyiyle, kuzeyiyle bambaşkadır cennet vatanımız.

Avrupa’dan Türkiye’ye gidenler Anadolu’ya üç şehirden dağılıyorlar. Edirne, İstanbul ve Çanakkale. Edirne’den geçip de Edirne’yi, Çanakkale’den geçip de Çanakkale’yi, İstanbul’dan geçip de İstanbul’u tanımaya çalışan insanımızın sayısı kaç tanedir acaba. Gelin bu iznimizde çocuklarımıza zaman ayıralım. Cesaretlendirelim onları, özgüvenlerini artıralım onların. 1000 senelik tarihimizden arta kalan eserlerimizle tanıştıralım onları. İstanbul, Edirne, Konya, Bursa, Urfa, Antep, Nevşehir…

Avrupalılar bu şehirleri gezip görebilmek için servetler harcıyorlar, bizler her sene içinden geçiyoruz o şehirlerin, ama nedense bir günümüzü iki günümüzü o şehirleri gezip görmek için ayıramıyoruz. 24 saatte Türkiye’ye girdiğini, yolda hiç uyumadığını anlatan insanlarımız var bizim. Çok yanlış.

Bilhassa izinlerini Türkiye’de geçirecek olanlar için, geçen haftaki yazımda İstanbul’un bazı tarihi mekânlarını tanıtım amaçlı olarak yazmıştım. Bu yazımı da yine “2010’nun Kültür Başkenti” İstanbul üzerine yazıyorum. İlk önce Yeni Cami.

Yeni Cami

Yeni cami hemen Mısır Çarşısı’nın yanında denize nazır muhteşem bir eser. Yeni Cami’nin ya da Valide Sultan Camisi’nin temeli, 1597 yılında Sultan III. Murat’ın eşi Safiye Sultan’ın emriyle atılmış, bazı nedenlerden dolayı 1663’te ancak ibadete açılabilmiş.
Cami ile ilgili gerekli bilgileri rehberimizden aldıktan sonra, Eminönü’ndeki balıkçılarda aldık soluğu. Hem yorulmuş ve hem de çok acıkmıştık. Ekmek arası istavrit ziyafeti çektik kendimize, yanında turşu da vardı. Gerçekten çok lezzetli, lezzetli mi yoksa aç olduğumuz için bize mi lezzetli geldi bilemiyorum. Balık teknelerde pişirilip servis ediliyor, teknelerin hemen yanında Galata Köprüsü’nün altında balık restoranları da var, ama o restoranları kimsenin gözü görmedi bile.
galata-kprs-ve-balikcile.jpg

Dedim ki Ali Aksoy’a, otuz sene önce burada yediğim ekmek arası balığın tadı hâlâ damağımdadır. Ali, “O zaman yeme hocam bu balığı” dedi. Neden yemeyeyim? Dedim. Ali, “Ne bu deniz o deniz, ne de bu balık o balık, ağzının tadını bozma” dedi. Ben yine de yedim ekmek arası istavriti, dinlemedim Ali’yi. Haklı çıkan Ali oldu.

Fatih Camii ve Külliyesi

Yemekten sonra Fatih Camii’ni ziyaret ettik. Tadilatta olduğu için caminin güzelliğini göremedik. Akşam namazını cem ederek cemaatle kıldık. Namazdan sonra arkadaşlarda bir telaştır başladı. Meğer Serkan Saral’ın ayakkabısı çalınmış. Caminin içinde bu tür olaylar yıllardan beri oluyormuş ama nedense hâlâ bir güvenlik görevlisi konulmamış camiye. Camide hırsızlığın olması kulağa hoş gelmiyor tabi. Hırsızlığı yapanın namaz kılan birisi olamayacağını düşünerek teselli oluyoruz.

Caminin içinde bir çeşme var. Rehberimiz şifalı sudur bu diye içti o çeşmenin suyundan. Raşit ve Fatih kardeşler de hemen yumuldular suya. Bu durumumuzu gören Fatih cemaatinin müdavimlerinden olduğunu sonradan anladığımız yaşlı bir adam:
-“Kardeşim bu sudan içmeyin” diye bağırmaya başladı.
-Neden içmeyelim?
-Yaşlı adam: “Bu su pistir. Ben kaç kere belediyeye şikâyette bulundum. Belediye cemaatten korktuğu için bir türlü bu suyu test ettiremiyor.”
-Peki, buraya yazsanıza bu su içilmez diye.
-“Yahu kardeşim yazdırmıyorlar ki.”
-Kimler yazdır mıyor?
-“Cemaatin ileri gelenleri. Sıkıysa yaz da görelim…”

Demek ki, bu su, gerçekten kutsalmış(!). Biz rehberimize baktık, o da omuzunu çekerek bize…
Serkan’a bir terlik bulduk camiden. Fatih Sultan Mehmet’in türbesini fazla geç olmadan ziyaret etmek için arka tarafa dolaştık. Fatih bütün ihtişamıyla, heybetiyle bizi ayakta karşıladı ve miras olarak bıraktığı bu şehrin bir daha el değiştirmemesini istedi bizden. “Ben bu şehri size emanet ettim, bu şehir bir daha el değiştirmesin, hurafe ve bid’atların şehri değil, ilmin ve irfanın şehri olsun” dedi. Dedi demesine de bizimkiler o kutsal(!) sudan çoktan içmişti bile…

Bu caminin tuvaletinde de tuvalet kâğıdı yok. 50 kuruşa bir tane peçete uygulaması burada da devam ediyor. Demek ki camilerde, hijyene dikkat edilmiyor. Müslümanların, mensubu oldukları dinin buyruklarıyla tezat içerisinde olmaları, insanı üzüyor. O caminin hocalarının kürsülerde temizlikten söz etmemeleri mümkün değil. “Yapmadığınız şeyi niçin başkalarına yapın diye söylersiniz?”
Yazık hem de çok yazık. İstanbul gibi bir dünya şehri ve o şehrin ibadethanelerinin tuvaletleri… Müftüler, temizliği önemsemiyor diyelim; peki belediyeler de mi önemsemiyor, sağlıkçılar da mı önemsemiyor temiz olmayı, temizliği?

Cami Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış külliyenin bir parçasıdır. Bu külliyede, 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi), imarethane (aşevi), kütüphane ve hamam bulunmaktadır. Cami 1766 depreminde yıkıldıktan sonra onarılarak 1771’de bugünkü halini almış. 1999 Gölcük depreminde zemininde kaymalar tespit edilen camide 2008 yılından beri tadilat çalışması devam etmekteymiş.
Yapımına 1462 yılında başlanan cami, 1470 yılında tamamlanmış. Mimarı, Sinaüddin Yusuf bin Abdullah’tır. 29 Ocak 1932’de, ezan Türkçe olarak ilk defa bu camide okunmuş.
Emanetine sahip çıkamadığımız için Fatih’ten eman diledik. Saygı ile önünde eğildik, hatalarımızın telafi edileceğinin sözünü vererek müsaadelerini istedik.

Sanki kirlerimizden arınmak istercesine, doğru Sofular hamamında aldık soluğu(Aksaray). Arındık, yunduk ve otelimize döndük. Sabah hedefimizde Adalar ve Beylerbeyi Sarayı var.

Ortaköy Camii

İlk önce Beylerbeyi Sarayı’na ve oradan da Adalar’a geçeceğiz. Cuma namazını Adalar’da kılacağız. Rehberimiz Kaya Işın yol boyunca İstanbul’u bize tanıtmaya özen gösterdi. Denize sıfır bir cami. Ne güzel de duruyor orada. Ortaköy Camisiymiş adı. Köprünün hemen ayağının altında. Osmanlı’nın son dönemlerinde yapılan camilerdenmiş. Asıl adı, Büyük Mecidiye Camisiymiş. Halk arasında Ortaköy Camii olarak anılırmış.
Cami, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmış. Bütün selâtin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkâr bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşuyormuş. Oluşuyormuş diyorum: Çünkü rehberimiz bu bilgileri bize otobüste verdi. Camiyi ziyaret etmek mümkün olmadı.
ortaky-camii_a.jpg

Rehberimizin anlattığına göre, burada Cami, Havra ve Kilise üçü de yan yanaymış.
Ne de güzel, herkes birbirine saygılı. Görülmeye değer bir fotoğraf bu. Yıllarca devam eden din savaşları, Haçlı savaşları, Çanakkale savaşı, Kurtuluş savaşı ve bezer diğer savaşlar bir bakıma din öğesinin ön planda olduğu savaşlar değil miydi?
Oysa Allah Kitabı’nda, Hıristiyan ve Yahudilere, Ehl-i Kitap diyerek, hoş görüye davet ediyor tüm inananları: “İster Hiristiyan ol, ister Yahudi, ister Sabii ve istersen Müslüman. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsan ve insanlığın barışı için gayret sarf ediyorsan, bir şeyler üretiyorsan, ben sana kurtuluş vaat ediyorum” demiyor mu Sahibimiz.(Bakara 62)

Bilhassa dünyanın küçük bir köy halini aldığı günümüzde, bu çağrıya kulak verilmeli ve konu ile ilgili ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Fatih’in torunlarına yakışan da budur.

Beylerbeyi Sarayı

Beylerbeyi Sarayı, denize sıfır. Bu saray Osmanlı mimarisinden izler taşıyor, avizeleri hariç. Hoşumuza gitti. Saray yazlık olarak kullanılıyormuş. Manzara büyüleyici. Saraya bir tünelden giriliyormuş o zamanlar, uzunca bir tünel. Gelen elçiler ve devlet adamları içeriye bu tünelden alınırmış. Maksat huzura çıkmadan önce kalplere korku salmakmış.
Kral Faysal’ın Türkiye ziyaretinde kalacağı mekân da bu saraymış, ama ömrü vefa etmemiş. Kalması için hazırlanan odası öylece duruyor.

Saray, 1861-1865 yıllarında, İstanbul’un Beylerbeyi semtinde Sultan Abdülaziz tarafından Sarkis Balyan’a yaptırılmış. İnşası 4 yıl sürmüş ve yapımında 5.000 kişi çalışmış. Yapımı sırasında çalışan işçilere moral ve şevk vermek amacıyla müzisyenler sürekli müzik çalarlarmış.
Denize düşkünlüğüyle bilinen Sultan Abdülaziz tavanları bol miktarda deniz ve gemi tabloları ile döşetmiş. İki katlı olan saray, haremlik ve selamlık bölümlerini ihtiva eden 26 oda 6 salon ve 6 banyodan ibaret. Otantik mobilyalar, halılar, perdeler ve diğer eşya olduğu gibi korunmuş. Denize bakan cephe süsleri, bakımlı bahçe ve orta bölümdeki havuzlu salon ile spiral merdivenler dikkat çeken yerlerdir. Yazlık bir saray olarak yapıldığından ısıtma donanımı yok. Rehberimizin anlattığına göre, serinlik vermesi ve yapılan konuşmaların duyulmaması için sarayın içine havuz yaptırılmış.

Tahttan indirilince Selanik’e gönderilen II. Abdülhamit, Balkan Savaşı patlak verince Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiş ve 1918’de burada vefat etmiş. Allah rahmet eylesin.

Adalar

Bostancı’ya kadar yola otobüsle devam ettik. Oradan Büyük Ada’ya vapurla geçtik. Vapurda Kanlıca yoğurdu yiyenler oldu. Yoğurdun üzerine pudra şekeri koyarak servis ediyorlar. Ben de yedim ama yoğurt lezzetini alamadım. Şeker yoğurdun tadını bozmuş. Anadolu kavağına giderken, bu sefer şekersiz olarak yedim Kanlıca yoğurdunu, işte yoğurt bu. Bildiğimiz yoğurt, ben bizim yoğurtla bu yoğurt arasındaki farkı fark edemedim. Farkı marka olması herhalde.

Büyük Ada, oksijeni bol olan bir yer. Petrol ile çalışan bir aracın Ada’ya girmesi yasak. Cuma namazını Hamidiye Camii’nde kıldık, tepede küçük ama hoş bir cami, tadilatı yapılıyor. Namazdan hemen sonra Rizeli bir hemşerimizin restoranında aldık soluğu, bu sefer levrek yedik, deniz levreği değilmiş ama yine de lezzetliydi. İlgi ve alaka güzeldi. Müşteriden daha ziyade arkadaş gibi dost gibi davrandılar bize.

Yemekten sonra Faytonlarla ada turuna çıktık. Zirveye çıkınca mola verdik ve çay içtik. Arkadaşlar arasında çay parasını ödeme çekişmesi oldu. İhale Hikmet Yılmaz’da kaldı. “Parayı ben ödeyeceğim, yok ben ödeyeceğim, yok sen değil, ben…” ne güzel bir çekişme. Kendinde olanı arkadaşlarla paylaşmak, ikramda bulunmak… Ne güzel bir adet.
cay-icerken_a.jpg

Büyükada, yabancılar tarafından Prens Adaları olarak da bilinen İstanbul açıklarındaki adaların en büyüğüymüş. Eski Yunanca adı Prinkipos’muş. Prinkipos Yunanca’da Prens anlamına gelmekteymiş.
Diğer Prens Adaları gibi Büyükada da Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmış. Bu Adalar, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden bir ay önce Osmanlı topraklarına katılmış.
Adanın en yüksek tepesinde Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Yorgi Manastırı bulunmaktadır. Buradaki ilk yapı, M.S. 6. yüzyılda inşa edilmiş. Bu mevkide, birçok kilise ve manastırın kalıntıları da var. Bunlardan bazıları günümüze kadar ulaşmış, bazıları yıkıntı olarak kalmış.
Ada, tarihi ve doğal güzellikleriyle yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktalarından birisi. Motorlu taşıtların yasak olduğu (resmi araçlar hariç) adada ulaşım bisiklet ve faytonlarla sağlanıyor.
Lev Troçki’nin, Gürcü asıllı Sovyet lideri Stalin tarafından sürgün edildikten sonra 1929-1933 yılları arasında yaşadığı Nizam Mahallesi’ndeki evi ve ünlü yazar Reşat Nuri Güntekin’in Maden Mahallesi’ndeki evi adayı ziyaret edenlerin ilgi odağı.

Heybeli adayı ve Kınalı adayı bir dahaki gezimizde ziyaret etmek için sıraya aldık.
Oksijeni bol, gürültü yok, eksoz gazı dersen zaten yok. Buralara kur merkezleri kurulmalı. Ne kadarda müsait yerler. Türkiye maalesef bu konuda çok ihmalkâr. Yağ var, şeker var, un var. Ama helvacı yok… Ne kadar acı bir gerçek.

Yaya olarak dört saat…

İstanbul’a dönüşte Bağdat Caddesi’nden geçelim istedik, istemez olaydık! Ben böyle bir trafik görmedim dersem yalan olmaz. Bir saatte ancak geçebildik caddeyi. Raşit ve ekibi Taksim’de indiler, biz doğru otele gittik. Hava yağmurluydu. Otele geldiğimizde Mustafa Ekşi karşıladı bizi, sabah gelmiş İstanbul’a. Birer kahve içtikten sonra profiterol yemek için İstiklal Caddesi’ni seçtik. Karaköy’e kadar tramvayla geldik. Oradan yaya olarak Bankalar Caddesi’ni kullanarak Galata yokuşuna vurduk, o daracık sokaklarda seyyar satıcılar nar şurubu satıyorlar. Birer bardak içtik, içimizi serinletti.

Galata yokuşunun sonuna doğru Alman Lisesi’sinin tabelasını gördük, önünde fotoğraf çektirdik. Aynı günlerde Almanya’da Türk Lise’si tartışmaları tüm hararetiyle gündemi meşgul ediyordu biz gelirken. Herhalde Almanlar, burada bir liselerinin olduğunu unutmuş(!) olmalılar diye düşündük yüksek sesle.

İstiklal Caddesi çok kalabalıktı. Biz İnci Pastanesini arıyoruz, orada profiterol tatlısı yiyeceğiz. İşte, ha şurada, orada değilmiş, yok biraz ötede herhalde… Derken profiteroldan ümidimizi kestik, bulamadık İnci Pastanesi’ni. Biraz ilerde yan sokağa saptık ve Tarlabaşı’nda yorgunluk çayı içtik.
Tekrar İstiklal Caddesi’ne döndük çaydan sonra. Meşhur çiçek pasajını da gösterdi Mustafa bize. Daracık bir pasaj. Anlattıklarına göre çok hareketliymiş burası.
Taksim’e gelmişiz bile, oradan Harbiye, Nişantaşı, Osman Bey, Şişli derken ver elini Beşiktaş, hâlâ inci pastanesini arıyoruz… Caddeler travesti kaynıyor. Polisler arkadan kovalıyor onlar önlerinden kaçıyorlar. Sonunda maratonu travestiler kazanıyor…

Hüseyin ile bende hal kalmadı ve profiterol tatlısını yiyemeden – bu gecenin hesabını Mustafa’dan daha sonra sormak üzere- taksi ile otele döndük. Mustafa, Tanrıverdi kardeşlerle birlikte, Bebek’e nargile içmeye gittiler gecenin o saatinde.

Anadolu Kavağı
Anadolu Kavağı, Beykoz ilçesinin mahallelerinden biridir. Turistik bir balıkçı kasabası olmasıyla öne çıkmaktadır.
Mahallenin tepesinde, Marmara Denizi ile Karadeniz’in bağlantı noktasına hakim bir noktada bulunan, Doğu Roma döneminden kalma Ceneviz kalesi, mahallenin gelir kaynağı. Bir diğer turistik öğe de mahallenin balıkçı restoranları. Bunlar sayesinde mahalle, yaz aylarında oldukça fazla turist çekebilmekteymiş. Yerli turistler Anadolu Kavağı’na daha çok karayoluyla gitmeyi tercih ederken, yabancı turistler şehir hatlarının gezi vapuruyla gitmeyi tercih ediyorlarmış.
anadolu-kavagi_a.jpg

Yolculuğumuz Eminönü’nden başladı, aman ne kalabalık. Oturacak yer bulmak mümkün değil. Dönüşte aynı şey başımıza gelmesin diye erkenden bindik vapura ama yine de olmadı, yer bulamadık. Anadolu Kavağı’ndaki yediğimiz ekmek arası istavrit gerçekten lezzetliydi. Vaktimiz olsaydı bir ekmek arası daha yiyebilirdim. Ceneviz Kalesi Karadeniz ve Marmara Denizi’ne hakim bir tepede yapılmış, maalesef hava sisli olduğu için denizlerin güzelliğini seyredemedik. Claudia Roth da vardı gelirken vapurda, biraz sohbet ettik, Rumeli Kavağı’nda indi. Kendisinden, Berlin’e döndüğümüzde Mocca dergisinde yayımlanmak üzere röportaj için söz aldık.

Alman Çeşmesi

Saat dokuzda Rehberimizle Alman Çeşmesi’nin önünde buluştuk. Alman Çeşmesi; İstanbul’da Sultanahmet Meydanı`nda, Sultan I. Ahmed Türbesi`nin karşısında yer alan tarihi çeşmedir. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Sultan’a ve İstanbul’a hediyesiymiş bu çeşme. Almanya’da yapılıp 1901’de şu andaki yerine monte edilmiş.
almance_a.jpg

Bu tarihi çeşme, Türkiye’ye üç kez gelen imparatorun 1898’de İstanbul’a ikinci kez gelişinin anısına ithaf edilmiş. İlk gelişinde 1889 Osmanlı ordusuna Alman tüfeklerinin satışını sağlayan II. Wilhelm, ikinci İstanbul ziyaretinde İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun Alman firmalarına verilmesi vaadini almış. Bu ziyaretin anısına Alman hükümeti tarafından yaptırılmış çeşme. Biraz rüşvet kokusu var gibi çeşmenin hediye edilişinde.
Ramazan aylarında kurnalarından bal şerbeti akarmış o zamanlar. Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye başkanı olduğunda aynı geleneği tekrar başlatmış, Ramazan aylarında halen bu gelenek devam etmekteymiş.

Yerebatan Sarnıcı

Yere Batan Sarnıcı Bizanslılar tarafından yapılmış. Su kemerleriyle dışarıdan getirilen su, bu sarnıçlarda depolanıyormuş. Yerebatan Sarnıcı sarayın altı aylık su ihtiyacını karşılıyormuş ve bu sarnıçlardan o zamanlar İstanbul’da 12 kadar varmış.
Yerebatan Sarnıcı İstanbul’daki en büyük kapalı sarnıçmış. Civardaki saraylara su sağlamak için I. Justinyen (527-565) devrinde yapılmış. Sarnıç, 143 metre uzunluk ve 65 metre genişliğiyle toplam 9.800 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır. 28 x 12 sıralı sütunların toplamı 336 adetmiş. Sarnıç, 4 metre kalınlıkta, pişmiş tuğladan yapılan duvarla çevrelenmiş ve su yalıtımı amacıyla özel bir harçla sıvanmış.

Sarnıcın su gereksinimi, şehrin 19 km. kuzeyindeki Belgrad Ormanları’ndan imparator Jüstinyen (Justinianus) tarafından yaptırılan su kemerleriyle karşılanırmış.
Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı Roma çağı heykeltıraşlık sanatının örneklerindenmiş. 4. yüzyıla ait bu taşların hangi yapıdan alınarak buraya getirildiği konusunda kesin bir bilgi yokmuş ama, Roma Çağı’na ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği konusunda söylentiler varmış. Başka bir görüşe göre de Medusa başlarının birinin yan birinin ise ters çevrilmiş olmasının sebebi, çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçiş dönemini anlatmaktaymış.

Topkapı Sarayı

İstanbul Sarayburnu’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı Padişahlarının yaşadığı saraydır. Topkapı Sarayı, Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi ve Osmanlı sultanlarının ikametgâh yeridir. Devletin idari işlerinin görüldüğü, yönetim kararlarının alındığı ve yüzlerce insanın sosyal ihtiyaçlarının karşılandığı Topkapı Sarayı’nda ayrıca ülkenin en büyük eğitim fakültesi olan Enderun bulunmaktadır.
6 asır dünyayı yöneten bir devletin yaklaşık 4,5 asrında gözlerin çevrili olduğu bu mekânı Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden sonra inşa ettirmiş.
Topkapı Sarayı, selamlık ve haremlik olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İnsanlar sel olmuş akıyor sanki saraya. Kutsal emanetler ve Bağdat Köşkü Selamlık bölümündedir. Gezip görmek lazım, her şey mükemmel.
galata-kulesinden-topkapi_a.jpg

Ziyarete arz odasından başladık. Bu oda Padişahın yabancı devlet adamlarını ağırladığı bölümmüş. Kutsal emanetler, halifelik Osmanlı’ya geçtikten sonra getirilmiş İstanbul’a, Bağdat Köşkü de Bağdat’ın fethi anısına yaptırılmış.

Meclîs-i Mebusân dışarıda, selamlık bölümünün içinde değil. Padişahın veya vezirinin başkanlığında bakanlar kurulu ile yapılan toplantılar burada yapılıyor, şikâyetler burada dinleniyormuş. Sıra harem bölümüne gelmişti ki, arkadaşları bütün ısrarlarıma rağmen götüremedim oraya. Hemen Topkapı Sarayının yanında bulunan Ayasofya Müzesi’ne yöneldiler.

Ayasofya Camii

Ayasofya Camii 326 tarihinde yapılmış. Kubbesinin yüksekliği 56 metredir. Yapıldığı tarih itibariyle değerlendirme yapacak olursak gerçekten devasa bir eser. Bu kilise fetihten sonra cami olarak kullanılmıştır. Orijinalliği tahtalarla ve sıvalarla kapatılarak öylece bırakılmış, bozulmamış. Müzeye çevrilince sıvaları kaldırmışlar ve bakmışlar ki, altında resimler ve mozaikler olduğu gibi duruyor. İşte size Osmanlı hassasiyeti.

İçinde bir sütun var ki, kral, başı ağrıdığında bu sütuna elini sürer, sonra da alnına koyarmış ve böylece başının ağrısı geçermiş. Şimdi ziyaretçiler de aynı şeyi yapıyor. Rehberin anlattığına göre, işin sırrı bu sütunun devamlı nemli durmasındaymış, kutsallığında değil.

Bizimkiler de bu deliği, Fatih’in Ayasofya’yı kıbleye çevirdiği parmak deliği olarak anlatıyorlar. Olay şöyle: “Fetihten sonra namaz kılmak isteyen Fatih doğru Ayasofya’ya gelir, bakar ki bu kilise kıbleye göre yapılmamış. Hemen bu sütuna parmağını sokmuş ve kiliseyi kıbleye doğru çevirmiş, ondan sonra da namazını kılmış.”
Ayasofya Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından M.S. 532 – 537 yılları arasında inşa ettirilmiş bir patrik katedralidir. 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş. Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.
Binanın adındaki “sofya” sözcüğü herhangi bir kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden geliyormuş. Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekteymiş. 6. yüzyılın ünlü mimarlarından Miletos’lu (Milet) İsidoros ve Tralles’li (Aydın) Anthemios’un yönettiği Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve Jüstinyen’in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtiliyor.

Bu çok eski binanın bir özelliği yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıymış. Bizans döneminde Konstantinopolis Patriği’nin patrik kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olmuş bulunan Ayasofya, doğal olarak vaktiyle büyük bir “kutsal emanetler” koleksiyonunu içermekteymiş.
ayasofya-ici_a.jpg

Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan, üçüncü Ayasofya olarak da bilinirmiş. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmış. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, ancak Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren bir daha hiç çökmemiştir.
Ayasofya Müzesi de diğer müzelerde olduğu gibi saat 16.00 da kapandı. Bu uygulamanın yanlış olduğunu ziyaretimizde Büyük Şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a anlattık. Hemen genel Müdürünü arayarak bu yanlışlığın düzeltilmesini istedi.

Tarihi Sultan Ahmet Köftecisi

Sultan Ahmet köftecisinin önünde uzunca bir kuyruk var. Köfte yemek amacıyla oluşmuş bir kuyruk bu. Bize sıra ne zaman gelecek, başka bir yere gidelim diye konuşurken aramızda, kendimizi köfte kokuları arasında buluverdik. Nasıl oldu bu iş diye merak ettik haliyle. Bir baktık ki içerisi garson kaynıyor. Sürekli pişen köfteler, dağ gibi yığılmış salatalar. Masaya oturur oturmaz hemen köfteyi koyuyorlar önünüze. Tebrikler…

Sultan Ahmet Camii

Yemekten sonra hemen Sultan Ahmet Camii’ne geçtik. İkindi namazında Hikmet Zeyveli ile buluşacaktık. Daha İstanbul’a gitmeden planlanmıştı bu buluşma. Hikmet Zeyveli grubumuzda bulunan Kemal Zeyveli’nin amcasıdır. Değerli bir kişiliktir. Asker kökenlidir. Ama yazdığı eserlerle kendisinden söz ettirmesini bilmiştir. Ancak arkadaşlarımızın Kapalıçarşı merakı ve çok yorgun olmaları, bu buluşmaya mani oldu. Kimisi otele gitmek istedi, kimisi Kapalıçarşı’ya. Kemal’e rica ettim ve randevunun iptalini istedim. Gereken özür dilendi. Kemal biraz kırıldı ve üzüldü ama yapılacak fazla bir şey yoktu. Kemal’in Çanakkale gezisine gelmemesine sebep belki de bu buluşmanın ertelenmiş olmasıdır. Hikmet Zeyveli gibi şahsiyetlerle buluşmak, oturup konuşmak ve onları dinlemek o kadar kolay olmaz. Arkadaşlar bu tarihi fırsatı ne yazık ki kaçırdılar.

Sultan Ahmet Camii’nde Hikmet Yılmaz avizelere taktı kafayı. “Bu avizeleri kristal avizelerle değiştirmek gerekiyor, bu avizeler caminin güzelliğini bozuyor, belki cami bu avizeleri kaldırınca daha bir aydınlık olacak” diye tutturdu.
Caminin aydınlık olacağı doğru bir tespit. Bu konuda haklı olabilirsin. Ancak tarihi dokuya dokunmamak gerek. Tarihi eserlerin olduğu gibi kalması daha uygun olur. O günkü insanların bu camiyi nasıl aydınlattığını görmüş oluyoruz ve bir kıyaslama yapma imkânımız doğuyor, dedimse de ikna edemedim Hikmet’i. Serde Karadenizlilik de var ya…

Burada rehberimiz bir hususa dikkatimizi çekti, çok önemli bulduk: Padişahın camiye gireceği kapıya bir zincir gerilmiş, oraya gelince attan insin ve camiye öyle geçsin diye.”Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!”, zincir bu mantıkla gerilmiş buraya.

Namazımızı kılarken bu sefer ayakkabılarımızı önümüze aldık. Fatih Camii’ndeki olay burada tekrarlansın istemedik. Caminin belirli bir bölümü herkese açık. Ancak ondan öteye kadınlar giremiyor. Namaz kılanları rahatsız etmemek için olsa gerektir diye düşündük.

Dikili Taş

Romalılar dikilitaşlara büyük ilgi duyarlarmış. Öyle ki bugün Roma’da, Mısır’da kalanlardan daha çok dikili taş varmış. Aslında bunların çoğu Roma döneminin bitişiyle yıkılmış (devrilmiş) daha sonra farklı yerlerde tekrar dikilmişler.
Konstantinapol’de de Doğu Roma İmparatoru Theodosius 390 yılında Mısır’dan bir dikilitaş getirtmiş ve özel bir temel üzerine Hipodrom’a diktirmiş. Bu taş işte o taşmış. Her ne kadar Haçlı Seferleri sırasında yıpratılmış olsa da, Osmanlı Devleti döneminde korunmuş. Bugün İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda (hipodrom) ziyaretçilerini bekliyor.
Dikilitaşlar antik Mısır mimarisinin önemli bir bölümünü oluşturuyormuş. Bu taşlar genelde çift olarak tapınakların girişine dikilirmiş. Bu anıtların dekoratif nitelikleri dışında pratikte bir işlevleri yokmuş. Genellikle yükseklikleri 15-30 m arasında olurmuş. Bu taşın eşi Amerika’daymış. Krala hediye olarak gönderilmiş. İstanbul gezisi hipodromda, Dikili Taş’ın dibinde sona erdi. İstanbul’u bu kadar kısa zamanda gezip dolaşmak mümkün değil. Belki bir başka zaman kaldığımız yerden devam ederiz…

Sabah 7-30 da Erdoğan Bey’le Çanakkale’de buluşacağız.

Devam edecek…

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.