ÇANAKKALE’DEN GÜNÜMÜZE EMPERYALİST OYUNLAR (*)

ABONE OL
18:15 - 01/10/2020 18:15
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

ÇANAKKALE’DEN GÜNÜMÜZE EMPERYALİST OYUNLAR (*)

 
Ülkemizden binlerce kilometre uzakta İsveç Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerine sevgi ve saygılarımı sunarak sözlerime başlamak istiyorum. Bu yıl yüzüncü yılını kutladığımız Çanakkale Savaşları, Birinci Dünya Savaşı içinde, tarihin en kanlı bölümü olarak anılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce, 1911-1912 yıllarında Trablusgarp Savaşı ile Osmanlı Devleti son Afrika topraklarını İtalya’ya kaptırmış, 1912-1913 Balkan Savaşı ile, Rumeli’deki Türk hakimiyeti de yok olmuştur.
 
Çanakkale Savaşları, Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile bağımsızlık ve egemenlik mücadelesinin temelleri, Çanakkale’de atılmıştır. Hareket sahası olarak Gelibolu Yarımadası’nın seçilmesi, bu bölgenin jeopolitik bakımdan çok büyük öneme sahip olmasındandır. Boğazlar, bütün Karadeniz kıyılarının açık denizlere olan tek çıkış noktasıdır.
 
18 Mart 1915 tarihi Çanakkale deniz zaferlerinin kazanıldığı gündür; İngiliz ve Fransız’ların Çanakkale’ye yaptıkları deniz saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine karadan taarruz başlatmak amacıyla, düşman kuvvetleri Çanakkale Boğazı dışındaki adalarda yığınak yapmaya başlamışlardır.
 
22 Nisan 1915 tarihinde Gelibolu’ya çıkarma yapan İtilaf Devletleri’nin, Arıburnu’na asker çıkarmaları üzerine, Mustafa Kemal, tümeniyle düşmanı önleyerek durdurmuş ve 25 Nisan 1915 tarihinde Arıburnu Zaferi kazanılmıştır. Bu zaferin kazanılmasında Mustafa Kemal’in “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar geçebilir” sözleri, ordu üzerinde etkili olmuştur. İngiliz ve Fransızların Seddülbahir, Arıburnu ve Kumkale’ye asker çıkarmalarıyla, dokuz ay sürecek Çanakkale kara savaşları başlamıştır.
 
8 Ağustos 1915 tarihinde Atatürk, Anafartalar Grubu Komutanlığına getirilmiş ve arka arkaya Birinci Anafartalar Zaferi, Conkbayırı Zaferi, İkinci Anafartalar Zaferi kazanılmıştır. 8 Ocak 1916 tarihinde Fransız ve İngiliz birlikleri, Gelibolu’dan çekilmişlerdir. İngiltere ve Fransa ile Osmanlı ve Alman orduları arasında geçen ve iki taraftan toplam 500.000’den fazla insanın yitirilmesine neden olan Çanakkale Savaşları’nın ardından İtilaf Devletleri Çanakkale Boğazı’nı geçememiş ve İstanbul’u işgal edememiştir.
 
Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşları’nda üstlendiği görevler, O’nun askeri yeteneklerini ortaya çıkarmış, “Anafartalar Kahramanı” olarak tanınmasını sağlamıştır. Bu durum daha sonraları Mustafa Kemal’in ulusal liderliğini de ortaya çıkarmıştır.
 
Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın yitirilmesi sonucunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros’da imzalanan anlaşmayla Osmanlı devletinin teslim olması sonucunda geçilemeyen Çanakkale, emperyalist devletlere açılmıştır. 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul yabancılar tarafından işgal edilmiştir. Beş yıl süren bu işgal, Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra, 6 Ekim 1923 günü düşman donanmasının çekilmesi ve Türk ordusunun İstanbul’a girmesiyle sona ermiştir.
 
Çanakkale Savaşları denince akla ilk gelenlerden biri de 1934 yılında Atatürk’ün Çanakkale Şehitleri için yapılan törendeki söylevidir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hintli kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprağa canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır!” Savaştığı emperyalist düşmanlar için böyle anlamlı ve insani bir söylev veren başka bir lider yeryüzünde yoktur.
 
Yeryüzünün tartışmasız en büyük liderlerinden olan Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini emperyalist devletlerin işgalinden kurtarmış ve on beş yıl gibi kısa bir sürede, ülkesinin her alanda gelişmesi, kalkınması için büyük emekler ve uğraşlar vermiştir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkın büyük çoğunluğu fakir ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek kadar az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı Devleti’nden devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.
 
Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma hamlesine girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz: Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır. Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur. Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur. Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır. Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır. Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, İzmit Kağıt Fabrikası gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur. 1930 yılında Sanayi Kongresi, 1931 yılında Ziraat Kongresi toplanmıştır. Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.
 
Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931 yılında Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır. Her iki kalkınma planının da temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.
 
1933 yılında Sümerbank kurularak, devletin iktisadi hayata girişi başlamıştır. 1934 yılında uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile doğrudan doğruya devlet işletmeciliğine başlanmıştır. Bu plan döneminde, öncelikle, büyük kısmı yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü, elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi, madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur. Birinci Kalkınma Planı döneminde toprak reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir.
 
Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına geçici süre ara verilmiş ve devlet, savaş ekonomisine uygun bazı tedbirler almıştır. Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette. Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka, bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.
 
Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 yılları arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 yılları arasında ise %1 olmuştur. Bazı fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine bazılarına karşı değer kazanmıştır. 1923 yılında kişi başına düşen ulusal gelir sadece 45 dolar iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.
 
1923-1938 yılları arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 yılı bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 yılı hariç, dış ticaret dengesi 1923 ile 1946 yılları arasında hep pozitif, yani dış satım hep dış alımdan fazla olmuştur.
 
1929-1939 yılları arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 seviyesindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 yılları arasında %10, 1930-1940 yılları arasında %5 artmıştır.
 
1923 yılında 140 olan fabrika sayısı 1933 yılında 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923 yılında 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940 yılında 3.000.000 ton olmuştur. 1923 yılında üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında kağıt üretimi yoktur, 1940 yılında 10.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında demir çelik üretimi yoktur, 1940 yılında 40.000 ton üretilmiştir. 1923 yılında 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940 yılında 400 milyon kwh olmuştur. 1923 yılında 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940 yılında 7.500 km olmuştur. 1923 yılında şeker üretimi yoktur ama 1940 yılında 90.000 ton şeker üretilmiştir.
 
1923 yılında %5 olan okuma yazma oranı, 1940 yılında %25 olmuştur. 1920’li yılların başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına diğer İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır. 10. Yıl Marşı’ndaki “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan” sözünün içi sosyal, toplumsal devrimlerin yanı sıra kalkınma planlarıyla, sanayi planlarıyla, şeker fabrikalarıyla, basma fabrikalarıyla, demiryollarıyla, Sümerbank’la, Etibank’la da doludur..
 
Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak ve demokratik, laik cumhuriyetle hesaplaşmak isteyen kendini bilmezler ve emperyalistler kendi kazdıkları kuyularda boğulacaktır.
 
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan gurur verici tablonun ardında, cumhuriyetçilik, ulusalcılık, devletçilik, halkçılık, laiklik, devrimcilik ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün tam bağımsız ve emperyalist karşıtı kararlı yönetimi ve ilkeleri sayesinde gelişen Türkiye, O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.
 
300 yıldır dünyayı sömüren ve yöneten emperyalizmi, ilk kez yenerek kurulan ülkemizde, ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, yabancı devletlerle ikili anlaşmalar yapılmaya başlanmıştır. 1 Nisan 1939 tarihinde ABD ile yapılan anlaşma, ülkemizin yabancı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıdığı ilk ikili anlaşmaydı. Bu anlaşma ile Türkiye, ABD’ye bazı konularda özel ayrıcalıklar tanımıştı. 12 Mayıs 1939 tarihinde İngiltere ile, 23 Haziran 1939 tarihinde Fransa ile iki ayrı deklarasyon yapılmış ve bunlar 19 Ekim 1939 tarihinde “Üçlü İttifak Antlaşması” haline getirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçen Türkiye için, ABD tarafından yürütülecek yardım programlarının koşullarını ve hangi projelerin uygulanacağının saptanması açısından çeşitli raporlar hazırlanmıştır.
 
Bundan sonra yapılan ikili anlaşmalarla ülkemiz, tam bağımsızlıktan ödün vererek, Truman Doktrini, Marshall Planı, Dorr, Hilts, Barker ve Thornburg raporu gibi bir çeşit kapitülasyon benzeri anlaşmalarla bugünlere gelmiştir. Hazırlanan bu raporlar, Türkiye ekonomisi üzerindeki ABD baskısının ve Türkiye’nin kalkınmasında ABD görüşlerinin egemenliğinin tipik ve temel belgelerini oluşturmuştur. Günümüzdeki Gümrük Birliği anlaşması da aynı niteliktedir. Yapılan bu anlaşmalar sonucunda ülkemiz eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye, ekonomiden sanayiye, tarımdan iç ve dış siyasete kadar tüm konularda, emperyalist devletlerin politikalarına uygun olarak şekillenmiştir. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm sıkıntıların ardında, yıllardır uygulanan emperyalizmin isteği doğrultusundaki bu yanlış politikalar bulunmaktadır.
 
Atatürk döneminde rafa kaldırılan 1800 sayfalık Dorr Raporu, 1945 yılından sonra yeniden gündeme getirildi ve uygulandı. Bazı hükümet üyeleri Dorr Raporunun kendileri için kutsal kitap olduğunu söylemekten çekinmemişlerdir. Raporda, Türkiye’nin ağır sanayi yatırımlarını bırakarak, tarım ürünlerine yönelmesi istenmiştir. 1945 yılından sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçilmiş ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarılmıştır.
 
Hilts Raporu, 1948 yılında ABD Federal Karayolları Örgütü Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in başkanlığındaki heyetin ülkemize gelip incelemesiyle hazırladığı rapordur. Türk Devleti 1948 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nden ulaşımla ilgili bir rapor istemiştir. Hazırlanan Hilts raporunda yatırım önceliğinin karayolu yapımına verilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı olarak Yollar Genel Müdürlüğü’nün kurulması istenilmiştir. Raporda karayolu taşımacılığının demiryoluna kıyasla daha ucuz bir taşımacılık olduğu iddia edilmektedir ve Türkiye’nin 35.000 km. lik karayoluna gereksinimi olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca teknisyen yetiştirmek üzere ABD yollar idaresine personel gönderilmesi önerilmekte ve ABD yardım makineleriyle yol yapımında, ABD’li müteahhitlerle çalışılması öngörülmektedir.
 
Dünya Bankası raporu olarak bilinen ve heyetin başkanı James Barker’ın adını taşıyan Barker Raporu, 1949 yılında Türkiye’nin talebi üzerine gelip inceleme yapan heyetin hazırladığı rapordur. Barker raporunda önce tarımsal kalkınmanın olması vurgulanmaktadır. Daha sonra gıda işleme, hafif metal işleri, hafif makine ve alet üretimi, inşaat malzemeleri ve deri işlemesine ağırlık verilmesi görüşü savunulmaktadır. Tarımsal hafif sanayiye önem verilmesinin gerekliliği vurgulanırken, modern sanayi grubunda uçak motoru ve mensucat fabrikaları kurulmasına şiddetle karşı çıkılmaktadır. Ağır makine ve metal işleri endüstrisi, ağır kimya endüstrisi gibi sektörlere girilmemesi önerilmektedir. Yeni demiryolu yatırımlarına gerek olmadığı, KİT’ler ve madenlerin özelleştirilmeleri vurgulanmaktadır.
Thournburg Raporu, 1950 tarihinde bir ABD petrol şirketinin yöneticisi Max Weston Thournburg tarafından hazırlanmıştır. Thournburg, hür girişimin engellendiği ve yaşatılamadığı için serbest piyasayı öne çıkararak, devletçi uygulamaları ağır bir dille eleştirmiştir. Aynen Hilts gibi karayoluna öncelik vererek, tarımda ilerlenmesini savunmuştur. Ağır sanayi hamleleri yerine hafif sanayi, tüketim mallarına dönük sanayiye ağırlık verilmesini tavsiye etmiştir. Lokomotif ve traktör üretimi için talep edilen krediye de, Thournburg şiddetle karşı çıkmaktadır. Bunun yerine daha ucuz olarak ithalata gidilmesi önerilmektedir. Sanayileşme çabasına kendi gerekçeleriyle şiddetle karşı çıkan Thournburg, karayolları yatırımları, tarımsal büyüme, özel girişime dayalı ihracat temelli madencilik, hafif sanayi ve tüketim mallarına yönelik yatırımları öngörmektedir. Bu konuda ABD’nin hem yardımlarına gereksinim duyulduğu belirtilmekte, hem de iş tecrübesinden yararlanılması tavsiye edilmektedir.
 
Hazırlanan bu dört raporda Türkiye’nin kalkınma sürecini 1930 öncesi dönemine döndürmek niyeti vardır. Ayrıca varolan kaynakların etkin kullanımı çerçevesinde Türkiye’nin tarımsal üretime ağırlık vererek, sanayileşme çabasından vazgeçmesi öngörülmüştür. İşte emperyalizmin dayattığı bu süreçler özellikle demiryolunun, karayolunun gerisinde kaldığı sürecin başlangıcı olmuştur. Çünkü demiryolu, gelişmişliğin ön koşuludur, simgesidir.
 
Buna ilaveten aynı zamanda 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı ekonomik yardım paketi olan Marshall Planı da uygulamaya konulmuştur. Bu proje ile aralarında Türkiye’nin de bulunduğu on altı ülke, ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Türkiye’nin aldığı Marshall Planı aracılığıyla montaja yönelik otomotiv sanayisi körüklenmiştir, Daha sonra karayolu projeleri dayatılarak, ülkemizdeki ulaşım politikaları değiştirilmeye başlanmıştır. 1950’li yıllarda Truman Doktrini çerçevesinde Marshall Planı’ndan sağlanan makinelerle, makineli yol yapımına geçilmiştir. Bu yıllardan sonra, karayolunun taşımacılıktaki payı %40’lardan, %95’e çıkmıştır. 1950’li yıllara kadar demir ağlarla örülmeye başlanan ülkemiz, bundan sonra karayollarıyla soyulmaya başlanmıştır.
 
1 Nisan 1939 tarihi, ülkemizin geleceğini, emperyalizmin ağına düşürmesi bakımından çok önemlidir. Emperyalizm, kapitalist aşamayı geçmiş bir devletin siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik anlamda, diğer devletleri sistemli olarak sömürmesi, bunun sonucunda zenginleşmesi, büyümesi, genişlemesi ve gücünü onlara kabul ettirmesidir. Siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik emperyalizm bir bütündür. Biri, diğerinin ortam hazırlayıcısıdır, zeminidir. Emperyalist devlet, diğer ülkeleri kendi güdümü altına almak amacıyla ekonomi, hukuk ve siyaset gibi araçların yanında, eğitimden sağlığa, gıdadan teknolojiye, spordan medyaya, sanattan edebiyata kadar her yolu kullanır. Böylece toplumun yapısı kısa sürede bozulur. Emperyalist devletler zamanla, değerleri çözülmüş toplumların çürümesi ve çökmesine ortam hazırlayarak onların kendi egemenlikleri altına girmesini sağlar.
 
Emperyalizm, işini şansa bırakmaz; sabırlıdır, planlıdır. Sömüreceği ülkelerin yöneticilerinden tam teslimiyet istediği için, her şeyi devreye sokar. Geçmişte ekonomik olarak toplumları ele geçirerek, istediklerini yaptırmaktaydı. Bugün daha farklı yöntemler kullanmakta, alt kimlikler ile din ve mezhepleri kendi aralarında kapıştırmaya zorlamaktadır. Böylece önce insanları birbirine düşürür, sonra da bu insanları sorunlarını çözmeye zorlar. Kendisi için bütünleşmeyi ama sömürdüğü toplumlar için ayrışmayı önerir. Emperyalizmin hedefi bölmektir. Bunun için askeri güç, silahlı ya da silahsız işgal gibi her türlü yönteme başvurur. Gençleri sokağa döker, etnik çatışmaları körükler, medyayı yönlendirir, toplumdaki kanaat önderlerini kullanır. Direnebilecek tüm güçlere karşı dolaylı ya da dolaysız şiddeti devreye sokarak, tasfiye eder. Toplum çürüdüğünün, çözüldüğünün, devlet ise çöktüğünün farkına varamaz. Bu süreç sonunda emperyalizmin bir işgali daha tamamlanmış olur.
 
Emperyalizm çıkarları için sürekli gerekçe yaratır. Yarattığı bu gerekçeleri medya sayesinde allayıp, pullar, yalan haberler yayarak, demokrasi getireceklerini söyler. Günümüzde emperyalizm bir ülkeyi ele geçirmek istiyorsa, önce o ülkede bir isyan başlatır, sonra ‘kan akıyor’ diyerek müdahale eder. Müdahale edilecek ülkelerde petrol, doğalgaz gibi stratejik yeraltı zenginlikleri varsa, operasyon ‘uluslararası toplum’ adına yapılır. Emperyalizm, bugüne kadar hiçbir ülkeye barış, demokrasi, özgürlük götürmemiştir. Emperyalist ülkeler, başta ABD olmak üzere, yıllar boyunca dünyanın her yanındaki diktatörlükleri hem ekonomik, hem de askeri açıdan desteklemiştir.
 
Savaşların bile kendi içinde bir ahlakı vardır ama emperyalizmin ahlakı yoktur; ahlaksızdır, namussuzdur, vicdansızdır. 1980’li yıllarda eskiyen ve kulağa sevimsiz gelen emperyalizmin adına, yenidünya düzeni, küreselleşme, globalleşme gibi isimler takıldıysa da, günümüzde halen emperyalizm, emperyalizm olarak bilinmektedir. Mazlum ülkelerin, ulusallığın ve yurtseverliğin en büyük düşmanıdır.
 
1990’lı yılların başında Yugoslavya’da, 1994 yılında Ruanda’da, 2003 yılında Sudan’ın Darfur bölgesinde yüzbinlerce insan öldürülürken, yıllardır İsrail Filistin’de katliam yaparken, Ermenistan Karabağ’da kıyım yaparken Birleşmiş Milletler askeri bir müdahale kararı almamıştı. Emperyalist güçlere göre, zengin enerji kaynağı olmayınca, ‘demokrasi’ye de gerek olmadığı anlaşılıyor. Emperyalizm, sömürmek için demokrasiyi kullanarak, mazlum ülkeleri uyutmaya devam etmektedir.
 
Ülkemiz üzerine oynanan emperyalist oyunların içinde 12 Mart 1971 muhtırası  ile   12 Eylül 1980 darbesi de vardır. 27 Mayıs 1960 Devrimi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası ile Türkiye, yeni bir aydınlanma çağı yakalamış ve her alanda büyük atılımlar yapmaya başlamıştır. Ancak toplumun sosyal ve siyasi yönden gelişmesinden rahatsızlık duyan tutucu çevreler, önce 12 Mart 1971 tarihinde verilen muhtıra ve ardından 12 Eylül 1980 tarihindeki faşist darbe ile sonuca gitmişlerdir. Emperyalist güçlerin istekleri doğrultusunda girişilen bu hareketler, toplumu her yönüyle karanlığa, zulme ve kültürsüzlüğe itmiştir.
 
Bu arada 20 Temmuz 1974 tarihindeki Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında ülkemize ambargo uygulayan emperyalist güçler, izleyen günlerde ortaya çıkan Ermeni terör örgütü ASALA’nın eylemlerine gizli destek olmuşlar ve seyir etmeye başlamışlardır. ASALA’nın eylemlerinin bitimiyle birlikte halen günümüzde de devam eden PKK terör örgütü ortaya çıkarılmıştır. Amaç ülkemizi alt kimlikler olarak bölmek, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizin emperyalist güçler tarafından kullanılmasının sağlanmasıdır.
 
26 Mart 2003 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi, CIA Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Henry Baker, Utah Üniversitesi’nde verdiği konferansta şunları söylemişti: “Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla AKP lideriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafesledik.” Bu kafeslemenin ardından 4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde Türk Askeri’nin başına çuval geçirildi.
 
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı İngiliz parlamenter Andrew Duff şöyle demişti: ”resmi dairelerden Atatürk’ün resimlerini kaldırın.” Avrupa Parlamentosu’nun Hollandalı Hıristiyan Demokrat parlamenteri Arie Oostlander de, “Kemalizm, Türkiye’nin Avrupa Birliği önündeki en büyük engeldir” diyebilmişti. İsveç’in İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson, 28 Eylül 2005 tarihinde İsveç Radyosunda, Kemalizm’in muhafazakarlık olduğunu söylemişti.
 
CIA eski Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller’in 2008 yılında Türkçe’ye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında, ülkemize karşı yapılmak istenen emperyalist oyunlar açık açık yazılmıştır; “Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç, Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve tasfiye edilmeleri gerekir.”
 
Emperyalist ABD’nin gerçekte büyük işgal planı olan ama adına Büyük Ortadoğu Projesi denilen projenin eş başkanı olmakla övünen yöneticiler ile, ülkemiz emperyalizmin oyuncağı durumuna getirilmiştir.
 
ABD’nin dış politikasının etkin isimlerinden David Phillips, 2007 Eylül ayında Türkiye’de hükümet tarafından ağırlanmış ve yaptığı görüşmeler sonucunda “PKK’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı bir rapor hazırlamıştı. Hazırlanan raporun, 2009 yılındaki açılıma yön verdiği anlaşılmaktadır.
 
Carnegie Endowment adlı kuruluşun Türkiye ve Ortadoğu uzmanı ve CIA elemanı Henry Barkey, 2008 yılı Ekim ayında Kürt sorunu üzerine bir rapor hazırladı. “Kürdistan Üzerinden Çatışmayı Önleme” adıyla hazırlanan bu rapor, Obama işbaşına geldikten sonra ABD yönetimine sunuldu. Bu rapordaki önerilerin şimdi yapılanlarla örtüştüğü görülmektedir. Kuzey Irak’taki yönetimle Türkiye’nin ilişkiler kurması, Ankara, Erbil, Washington işbirliği ile sorunun çözülmesi, PKK için genel af, Kürt sorununun demokratik temelde çözüme kavuşturulması, bunun için de AB üyeliğinin bir baskı aracı olarak kullanılması gibi öneriler sıralanmıştır.
 
ABD’de kurulu Atlantik Konseyi isimli kuruluş 2009 Haziran ayında “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adında bir rapor hazırladı. Bu rapor da yine David Phillips tarafından hazırlandı. Proje grubunda eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, ABD’li General Charles Wald ve Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün politika analizcisi Mike Amitay de bulunuyordu.
 
Bu rapordaki görüşler ve öneriler, Türklerle Irak Kürtlerinin 13-15 Nisan 2009’da Washington’da yaptıkları toplantıdaki görüşmelere ve David Phillips’in Türkiye ve Irak’taki görüşmelerine dayanmaktaydı. Rapor dikkatli okunursa görüş ve önerilerin, yapılmak istenen açılımla nasıl örtüştüğü net olarak görülebilir. Raporun öneriler bölümünde PKK terör örgütünün başı için af çıkarılması, PKK terör örgütü ile görüşülmesi, tutuklu olan terör örgütü üyelerinin serbest bırakılması istenmektedir.
 
PKK terör örgütünün bebek katili başı Abdullah Öcalan, kendine tahsis edilen İmralı Adası cezaevindeki infaz koşulları için İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne (İHAM) başvuruda bulunmuştur. İHAM 2. Dairesi, 18 Mart 2014 tarihli kararında, Türkiye’de her zaman af çıkmasına karşın, terör konusunda af çıkmadığını, Öcalan’ın ölene kadar cezaevinde yatacak olmasının doğru olmadığını, bu nedenle mutlaka koşullu salıverilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Karara yapılan itirazları da reddetmiştir. İHAM 2. Dairesi aynı kararında, PKK’nın terör örgütü olduğuna tekrar vurgu yapmış, Öcalan’ın, örgütü ile olan bağlantısının da tekrar altını çizmiş ve bu bağlantının sürdüğünü ifade etmiştir. İHAM tarafından yapılan bu saptamaların üzerinde önemle durulması gereken olgulardır.
 
Bu arada 19 Ocak 2007 tarihinde öldürülen gazeteci, yazar Hrant Dink’in, 17 Nisan 2006 tarihinde Malatya’da yaptığı konuşma soykırım destekçilerinin ve emperyalizmden beslenenlerin yüzlerinde şamar gibi patlamaktadır: “Geçmişte İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların şu topraklar üzerinde oynamış oldukları rol neyse, bugün aynen tekrarlanıyor. Geçmişte Ermeni halkı, onlara güvendi, kendilerini Osmanlı’nın zulmünden kurtaracaktı. Ama yanıldılar çünkü onlar geldiler, kendi işlerini, kendi hesaplarını yaptılar, çekilip gittiler ve burada kardeşi kardeşle kan içerisinde bıraktılar. Ve bugün Kürtlerin yaşadığı aynı şey. Bugün Amerika geldi Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti oluşturmak üzere. Kürt kardeşlerimiz için orası bir çekim alanı mı oldu, ne oldu, bir başka birşey mi oldu, bir ümit mi oldu, bu çok tehlikeli bir iş. Amerika bu, gelir o kendi hesabını yapar, işine bakar, işi bittiğinde de çeker gider. Ondan sonra da burada tekrar insanları birbirileriyle kendi didişmesi içerisinde bırakır.”
 
Ve ülkemizi alt kimlikler temelinde bölmek isteyenlere özellikle kendilerini sosyalist olarak gören aydın insan taklitleri için Sovyet Devrimi’nin önderi Lenin’in, 1913 yılında yazdığı “Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları” adlı kitabındaki şu satırlar çok önem taşımaktadır: “…Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal topluluklar, iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar, o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur. Tam tersine ulusal toplulukları eğitsel alanda birleştirme çabası gösterilmelidir. Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları ulusal topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz!..”
 
Batı ile eşit, onurlu ve karşılıklı saygıya dayanan ilişki kurmanın yolunun ona teslim olmaktan değil, onunla mücadele etmekten, emperyalizmle uzlaşmaktan değil, emperyalizmle savaşmaktan geçtiğini dünyaya öğreten ve dünyada emperyalizme ilk kez yenilgiyi tattıran Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’si, günümüzde ‘demokrasi’ hem de ‘ileri demokrasi’ adına bölünmek istenmektedir. Emperyalist karargâhlarda hazırlanan haritalarla, Lozan yerine Sevr dayatılmaktadır. İleri demokrasinin sivil anayasası oyunlarıyla, ülkemiz bölünmeye doğru sürüklenmektedir. Emperyalizme ve sömürüye baş kaldırmadıkça, sömürülen ülkelerin kurtuluşu yoktur. Kurtuluş, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığında bilinçli olarak örgütlenmek ve hep birlikte mücadele etmekle başlayacaktır. Büyük önderimizin yaptığı gibi, örgütlü olarak emperyalizme karşı hep birlikte savaşmalıyız. “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir; mücadele etmeyen zaten yenilmiştir” diyen Bertolt Brecht’in sözünden gerekli çıkarımları yapmak zorundayız. Mücadele etmeden, zafer kazanılmaz. Zafer, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün ve gençlerinin olacaktır..
 
Bu duygularla yeni zaferlerde buluşmak üzere hepinize teşekkür ediyorum.
 
Suay Karaman

(*) : İsveç ADD’nin 14 Mart 2015 tarihinde düzenlediği “Çanakkale’den Günümüze Türkiye Üzerinde Oynanan Oyunlar” konferansındaki konuşma.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.