ÇANAKKALE

ABONE OL
18:15 - 01/10/2020 18:15
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

ÇANAKKALE

Çanakkale’deyiz 
Çanakkale’ye vardığımızda saat 06’yı gösteriyordu. Namaz ve yemek derken saat 7.30’a gelmişti çoktan, hemen savaşın cereyan ettiği mekânlara doğru yola koyulduk. 
Çanakkale rehberimiz Erdoğan Bey, Seyit onbaşı ile birlikte karşıladılar bizi Seddülbahir’de… 
Erdoğan Bey hiç vakit geçirmeden başladı Seyit Onbaşı’nın dilinden Çanakkale’yi anlatmaya. “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı toprağını. Birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip Marmara Denizi’nde yudumlamak istiyorlarmış sabah kahvelerini. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünüyorlarmış. 
Mayın temizleme gemileriyle temizlemişler, Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları. Sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. 
Yer yerinden oynamış, taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi var. Bir subay, bir er ve bir de Seyit Onbaşı. 
Yapabilecekleri fazla bir şey yok 
Neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk O son top mermisini, sürmüş topun ağzına, yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”.(Enfal 65) Seyit Onbaşı Allah’ın bu müjdesine mazhar olmuş Çanakkale Boğazı’nda 19 Şubat sabahı. 
Yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da düşmanlar o gün. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya. Deniz savaşı Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. 
Ancak düşman pes etmemiş. Denizi geçemeyeceklerini anlayan bu devletler, kara savaşıyla hedeflerine ulaşmayı düşünerek Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer Yahya Çavuş çıkmış karşılarına 63 kişiyle. Destan yazmışlar orada ve hepsi şehit olmuş. 
Beklenmedik bir olay daha gerçekleşmiş burada: “Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark edince çevirmişler silahı Fransız askerlerine. Onların da hepsi şehit edilmiş Fransız askerleri tarafından…” 
Kazandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayır’ına doğru başlamışlar ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer sahneye. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni’yle birlikte yapmışlar planlarını. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni. Anzaklarla girişilen çatışmada 57’inci Alay’ın hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak. 
Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayır’ında Mustafa Kemal. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi sezen Mustafa kemal birden, askerlere “yat” komutunu vermiş. Birden bire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale Zaferi’nin kırılma noktası bu komut olmuş. 
Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah!’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtülmüştür Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böylece atılmış. 
Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250.000’i şehit olmak üzere 316.000 kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. 

İki hatıra

Anzak askeri Üsteğmen Casey’den savaşla ilgili bir not (Savaştan sonra Avustralya Genel Valisi olmuştur)
“Conk Bayır’ında korkunç siper savaşları oluyordu. Taarruz’da açıkta kalan yüzbaşı (ayağı neredeyse kopacaktı) ağlayarak “kurtarın!” diye bağırıyordu. Yardım edebilirdik ama çıktığımızda kurşun yağmuruna tutulacaktık. O sırada garip bir şey oldu. Osmanlı siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı ve silahsız bir Osmanlı askeri siperden çıktı. Koşarak yüzbaşının yanına geldi ve onu kucakladı. Kolunu omzuna attı ve bize getirdi, sonra da gitti. Teşekkür bile edemediğimize çok üzülmüştük. Günlerce bu güzelliği ve bu insan sevgisini konuştuk.” 
Bir not da bizim gaziden, Bayram namazında askerimizi örten bulutlar 
İlahi yardım Müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır Çanakkale’de. Bedir’den, Huneyn’e,  Çanakkale’den Sakarya’ya, Kore’ye kadar birçok sıra dışı olay yaşanmıştır. “Allah ve Melekleri Peygamber’ine yardım eder, siz de yardım edim…” (Ahzab 56)
1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarından taviz vermemiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Olayı Gazimizin dilinden dinleyelim: 
“Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar sargı yeri ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı. (Miladi 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış ve 11 Ağustos Çarşamba günü bitmiş) 
“Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerin toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın onlara!” dedi. 
Paşanın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçamazlardı. Bu zat o gün orada idi. 
Bana dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” 
12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi… Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. 
Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “Allahü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. 
Bu ulu kişi askerin karşısında baş kesti; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1’inci ayetinden 9’uncu ayetine kadar okudu. Sonra iki rekât bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” sözlerini tekrarlıyorlardı. Askerin betleri- benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. 
Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. 
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen ‘’La ilahe İllallah” sesleri, insanın kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde gelmeye başladı… Anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerinin sesleriymiş… 
Daha sonraki günlerde öğrendik ki; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar.” (M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) 
Biz diyoruz ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. Bu yıl izine gidenler, sizlere tavsiyemiz Çanakkale’yi yaşamanızdır. 
Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır destanını. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… 
Okuyalım:
Bu destanı sadece okuyalım anlamaya çalışmayalım, inanın bitirdiğimizde anlamış olacağız. 

Çanakkale destanını 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.


Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber. 


Rüştü Kam  

NOT: 19.03.2012 tarihinde Çanakkale hakkında yazmıştım. 100.yıl münasebetiyle aynı yazıyı tekrar istifadelerinize sundum.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.