BİZ NEREDE HATA YAPTIK

ABONE OL
18:20 - 01/10/2020 18:20
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

BİZ NEREDE HATA YAPTIK

Osmanlı İmparatorluğu bir din tarım devleti olarak mutlakıyetle yönetilmiştir.
Osmanlı Devleti; bilimi yadsıdığı için çağa ayak uyduramamış, gelişen teknolojiye kol gücüyle karşı koyamamış, ekonomik gücünü kaybetmiş, peş peşe yenilgiler sonucu kayıplarını geri alma hayaliyle girdiği Birinci Dünya Savaşında yenilmiş, toprakları işgal edilmiş ve parçalanmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devletinin enkazı üzerine kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşı ile kazanılan zaferinin sonucudur.
Kurtuluştan sonra ise ulus devletin bağımsızlık ve çağdaşlaşma mücadelesi başlatılmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk bağımsızlığı şöyle tanımlıyor:
“Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, milletin ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.”
Feodal din-tarım ülkesi olan Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, batı da olduğu gibi; laikliği benimsemiş, , kentleşmeyi tamamlamış eğitimli, kentli bir sanayi toplumundan yoksundu.
Bir ümmet cemaatinden, özgür bireylerin oluşturduğu yurttaşlardan bir ulus devlet oluşturmanın zorluğu yadsınamaz.
-Okur-yazar oranı erkek nüfusta yüzde beşlerde, kadınlarda ise binde altı oranlarındaki bir toplumla
-Sanatı ve sanatçısı olmayan, üreten fabrikası, işçisi, hukukçusu, sendikası, meslek grupları olmayan –bir toplumla
-Her mahalleyi, köyü, şehir varoşlarını, camileri ele geçirmiş tarikat şeyhleri din bezirgânlarının etkisindeki müritlerden oluşan bir toplumla
-İnandığı dini bile bilmeyen, Arap harfleriyle öğretilen okuma-yazmaya rağmen inandığı kitabı bile okuyamayan bu nedenle de hurafeleri, dogmaları din kuralları olarak benimsemiş bir halkın kendiliğinden ne kentleşme, ne sanayi, ne de bir bilgi toplumu olma koşulları yoktu.
Laik bir cumhuriyeti, bağımsız bir Türkiye’yi yaratmanın olanaksız olduğunu savunanlar kendi açılarından haklıydı. 
Ama unuttukları bir gerçek vardı.
Kurtuluş savaşının kazanılacağına inanan ve kazanan Türk Ordusunun Başkumandanı Mustafa Kemal Türk Ulusunun lideri olarak devrimlerini gerçekleştirmeye karar vermişti.
O artık Atatürk’tü.
Emperyalizme karşı kurtuluş savaşını veren kadro ile bağımsızlık ve uygarlık savaşını da kazanacaktı.
En tehlikeli düşman ise cehalet ve devrimleri engellemek için İngiltere’nin ve Anadolu yenilgisini unutamayan sömürücülerin desteklediği gerici ve ayrılıkçı Kürt isyanları idi. 
Tüm engellemelere ve direnmelere karşın Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen Aydınlanma Devrimleri ile saltanat ve halifelik kaldırıldı, öğretim birliği sağlandı, kıyafet, tarih, yazı, dil devrimleri gerçekleştirildi.
Medeni kanunla kadınların özgür birey olmalarını yasalarla sağlamlaştırdı.
Batının yüzyıllarca süren ve birçok can vermeler karşılığı başardığı Aydınlanma sürecini Atatürk on yıllara sığdırmıştır.
O nedenledir ki dünya bu aydınlanmaya Atatürk Devrimleri Mucizesi adını vermiştir.
Bu devrimler sürekliydi. Ortam hazırlandığında uygulamalarla devrimler halkça da benimseniyordu.
Halk evleri, okuma yazma seferberliği, yeni fabrikalar, demir yolları ile bölgelere ulaşım kolaylaşıyor, yeni çağdaş okullar açılıyor, laik ve bilgi toplumu oluşturuluyordu.
Güzel sanatlara önem verildi; tiyatro, opera sanatçıları, senfoni orkestraları, resim ve heykeltıraş eğitimi için hem okullar açıldı hem de yurt dışına eğitim için öğrenciler gönderildi.
Türkiye Cumhuriyeti çağdaş uygarlık yörüngesinde hızla yol alıyordu 
Köy Enstitüleri ile köy çocukları hem okuyup öğretmen olurken, birer meslek öğrenerek köylerine dönünce hem öğrencileri yetiştiriyor hem de öğrendikleri mesleği gençlere ve halka öğretiyorlardı..
Yurdun her yanı her yaştan öğrencilerle bilim ışığı saçan okul olmuştu.
Tüm bu yeniden yapılanma borç almadan kısıtlı kaynaklarla başarılıyordu.
Atatürk’ün ölümü ve ikinci Dünya Savaşı devrimleri durdurmasa da yavaşlamıştı.
Köy Enstitülerinin en verimli dönemini 1938-1946 yılları arasında gerçekleştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşına tarafsız kalan İsmet İnönü önderliğindeki Türkiye bir tek askerinin bile ölmesine izin vermemişti.
Ama dünya savaşının etkileriyle ekonomik sıkıntılar yaşamış, orduyu hazır tutmak için gıda stoku nedeniyle birçok alanda kısıtlayıcı önlem alınmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonlarında Stalin, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyerek Boğazlarda da söz sahibi olmayı istemeye başladı.
Hitler’in yenilmesiyle zaten Doğu Avrupa ülkelerini işgal edip, oralarda sosyalist(!) hükümetler kurduran Sovyetler Birliğine diğer ülkeler ses çıkaramıyordu.
Türkiye; Stalin’in kaprisi karşısında Emperyalizmle işbirliğine soyundu.
Türkiye, Stalin’in istemlerini reddetti. Ama Stalin toprak istemede ısrarcıydı.
Türkiye NATO üyeliği için başvuruda bulundu.
Ama batı bu başvuruyu DP iktidarına kadar savsakladı.
Köy Enstitü’nün yetişip köylerine bilimi, aydınlığı götüren eğitim ordusuna ilk tepki gerçek dini değil hurafelerle halkı korkutan bir kısım imamlarından, toprak ağalarından ve onların meclisteki temsilcilerinden gelmeye başladı.
CHP’nin Toprak Reformu yasasına ülkenin birçok yerinde köylere, tarım alanlarına hatta o köylerdeki insanların sahibi durumundaki toprak ağaları karşı çıktılar.
CHP içindeki toprak ağaları Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Gün Sazak bütçeye ret oyu verdiler
Daha sonra CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi (DP) kurdular.
Asıl maksatlarını gizlemek için, savaş yıllarının sıkıntılarını abartarak, ABD ve Kurtuluş Savaşının öcünü almak isteyen Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin her türlü desteğini alarak iktidara geldiler.
Üstelik savaşa girmemeyi; ”Türk halkının erkekliğini öldürdüler”diyerek halktan oy aldılar.
Lozan’da Lord Curzon’un; ”İleride dara düşüp bize yardım için geldiğinizde, burada reddettiğiniz her şeyi, cebimden çıkarıp önünüze koyacağım.” Tehdidini, tarih içinde ilk kez DP haklı çıkaracaktı.
İnönü ve CHP, belki İslam ülkeleri içinde ilk kez iktidarı seçimle devretmekle demokratlığını kanıtlamıştı. 
Ama Atatürk’ün başlattığı kentleşmiş, laik, endüstrisi gelişmiş bir bilgi toplumu oluşturma aşamasını tamamlamadan çok partili rejime geçmenin yanlışlığı on yıllık DP iktidarında ortaya çıktı.
Demokrasiyi geliştirmek için iktidara gelen DP, üniversiteleri susturdu, Profesörlerini yerlerde sürüttü, Saidi Nursi’nin elini öpecek kadar, mecliste milletvekillerine; ”Siz İsterseniz, hilafeti bile getirirsiniz!” Deme cüretini gösterecek kadar Laik Cumhuriyete meydan okuyordu.
Genç subaylar öncülüğünde gerçekleştirilen 27 Mayıs İhtilali, DP iktidarına son verdi. 
Özgürlükçü, çağdaş, modern hukukun üstünlüğü hele güçler ayrılığı ilkesiyle 61 Anayasası Türkiye’nin
en çağdaş ve demokrat Anayasa olarak tarihe geçmiştir.
27 Mayıs İhtilalinin en büyük yanlışı ileride 12 Mart ve 12 Eylül Darbelerini yapacak küçük bir kadronun idam cezalarını oldu-bittiye getirip infaz etmeleriydi.
Türkiye, 61 Anayasası ile örgütlenme, sendikalaşma, alanlarında da önemli adımlar attı.
Güçler ayrılığı ilkesi ile yasama, yürütme, yargı güçlerinin ayrılığı ilkesini anayasal zorunluluk haline getirdi. 
Fakat bu özgürlük ortamı, sendikaların grev hakkı, insanların bilinç düzeyinin yükselmesi; her mahallede bir milyoner yaratan işbirlikçi DP’nin devamı olduğunu savunan Adalet Partisini ve bu yaratılan milyonerden oluşan haramzadeleri rahatsız etmeye başlamıştı.
”Bu anayasa bize bol geliyor.”diye diye 12 Mart faşist Amerikancı askerlerce kendisi de saf dışı olan
Demirel, bu darbeden bir ders çıkartmayarak Milliyetçi Cephe Hükümetleriyle solu, dinci ve ırkçı partilerle işbirliği yaparak yok etmeyi hedeflerken, Neo Liberalizmin takunyalı taşeronu Özal’ı ekonominin başına getirdi.
12 Eylül Darbesiyle aydınlar, demokratlar, solcular ve Atatürkçülük adına Atatürkçüler işkenceden 
geçirildi, hapsedildi, idam edildi.
Türkiye yıllarca darbecilerin ve çapsız politikacıların din istismarıyla gericiliğe verdiği ödünlerin karşılığında hem kendilerini yok ettiler hem de siyasal İslam’ın iktidara gelmesine katkıda bulundular.
Bilgiden, bilimden, sanattan, demokrasiden, uygarlıktan nasibini almamış, bilgisiz, yeteneksiz kadrolar devleti ele geçirdiler.
Bugün Türkiye’de gerici, yeteneksiz, dini kendi siyasal çıkarları için tepe tepe kullanan iktidar artık ne yasa tanıyor ne de yargı tanıyor.
Bilimi ve demokrasiyi dinsizlik sayan, rüşveti, kul hakkı yemeyi kendilerine hak olarak kabul eden kifayetsiz muktedir artık hem cumhurbaşkanı, hem başbakan, hem parti başkanı, hem yargıç, hem de savcılık görevlerini cebren ele geçirmiştir.
Cumhuriyetin 91. Yıldönümünde Türkiye’de durum budur.
Bu duruma gelinirken biz; demokratlar, solcular, yurtseverler, Atatürkçüler, aydınlar, sendikacılar, siyasi partiler, ümmet-cemaat toplumundan özgür birey, eşit haklara layık sayılan vatandaşlar.
Biz nerede hata veya yanlış yaptık.
Bir özeleştiri yapabilir miyiz?
Ya da bundan sonra ne yapmalıyız?
Devamını haftaya tartışalım.
Cumhuriyetin 91.yılında tüm laik cumhuriyetçilerin, yurtseverlerin bayramı kutlu olsun!

Yıldız AKALIN

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.