Rüştü Kam

Rüştü Kam

17 Haziran 2025 Salı

    BAŞÖRTÜLÜ FEMİNİZM: İSLAMÎ KİMLİK İLE İDEOLOJİK YÖNELİM ARASINDA BİR GERİLİM

    BAŞÖRTÜLÜ FEMİNİZM: İSLAMÎ KİMLİK İLE İDEOLOJİK YÖNELİM ARASINDA BİR GERİLİM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    -Başörtüsü, İslamî kimliğin sembollerinden biri olarak yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Ancak son yıllarda, başörtülü kadınların feminizmle özdeşleşmeye başlaması, hem geleneksel İslam anlayışı hem de modern feminist çevreler açısından ciddi tartışmalara neden olmaktadır. Müslüman kadın, adalet ve eşitlik taleplerini seküler ideolojiler üzerinden mi dile getirmelidir? Yoksa İslam, bu taleplere zaten cevabını vermiş midir?-

    Din ile Geleneği Ayırmak

    Kadına dair birçok olumsuz yargı, aslında dinin kendisinden değil; zamanla oluşmuş geleneksel yorumlardan ve kültürel uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Özellikle kadınlarla ilgili uydurma hadisler ve ataerkil anlayışlar, İslam’ın adalet temelini gölgelemekte, kadına yönelik haksızlıkları meşrulaştırmaktadır.

    Oysa Kur’ân’da kadın, erkekle aynı nefisten yaratılmış 1; haklar, sorumluluklar ve insanlık onuru açısından eşit düzlemde değerlendirilmiştir. Kadının miras hakkı (Nisâ 4/7), mülkiyet hakkı (Bakara 2/229), eğitim hakkı (Mücâdele 58/11) doğrudan ilahi kaynakta yer almakta; Hz. Peygamber’in hayatı da kadınları aktif ve bilinçli bireyler olarak desteklemektedir 2.

    Feminizmin Özgürlük Anlayışı ve Maddî Bağımlılık

    Feminizm, modern çağda kadını özgürleştirme iddiasıyla ortaya çıkmış bir düşünce hareketidir. Ancak bu özgürlük tanımı genellikle ekonomik bağımsızlık, bedensel özerklik ve toplumsal görünürlük gibi maddî kriterler üzerinden şekillenmiştir.

    Oysa bu tanım, kadını gerçek anlamda özgürleştirmek yerine, onu kapitalist sistemin üretim-tüketim döngüsüne bağımlı hale getirmektedir. Kadın çalışır, kazanır, tüketir; ama aynı zamanda anneliği, eğiticiliği ve ailevi bağları zayıflar. Neticede, yalnızlaşan bireyler, sevgisiz büyüyen çocuklar ve bağlamını kaybetmiş nesiller ortaya çıkar.

    Feminizm ve Nesil Krizi

    Kadının asli görevi sadece çalışmak ya da üretmek değildir; aynı zamanda insan yetiştirmektir. Kadın annedir, eğiticidir, ruh terbiyecisidir. Modern feminist söylem, kadının ev içi emeğini küçümseyerek onu sadece kamusal alanda var olmaya teşvik etmektedir. Bu yaklaşımın sonuçları göz ardı edilemez düzeydedir.

    Bugün çocukların uyuşturucuya yönelmesi, psikolojik sorunların artması, aile içi iletişimsizlik ve gençlerin saldırganlaşması, doğrudan bu yapısal değişimin ürünüdür. Kadının evdeki varlığı sadece fiziksel değil, duygusal ve eğitimsel bir bağlam taşımaktadır. Sevgiyle büyümeyen çocuk, dünyayı düşman ya da oyun alanı olarak algılar; ya içine kapanır ya da anarşist olur.

    Başörtülü Feministler: Gerçek Direniş mi, Yeni Biçimlenme mi?

    Başörtülü feminist kadın figürü, bazı çevrelerde bir tür “ikili direniş” olarak görülmektedir: Hem patriarka (toplumsal, kültürel ve hukuksal yapılarda erkeklerin üstün konumda olduğu ve bu üstünlüğün kurumsallaştığı bir sistem) ya hem de seküler (dinî olmayan; dinî kurallardan bağımsız olan her şeyi tanımlar: devlet, eğitim, hukuk, kültür, hatta bireysel düşünce tarzı) hegemonyaya karşı bir duruş. Ancak bu figür çoğu zaman, modern sistemin “çeşitlilik ve görünürlük” politikalarına entegre edilmiş bir makyajlı imaj olmaktan öteye geçememektedir.

    Başörtüsü, İslam’da sadece bir kıyafet değil, bir yaşam tarzının ve ahlakî bağlılığın simgesidir. Bu anlam, feminizmin bireyci, seküler ve cinsiyet merkezli diliyle örtüşmez. Feminizmle özdeşleşen başörtülü kadınlar, farkında olmadan emperyalist söylemlerin ‘Doğulu kadını kurtarma’ projesi içinde araçsallaştırılmaktadır.

    İslam’da Kadının Özgürlüğü ve Adalet Temelli Kimlik İnşası

    İslam, kadına haklarını bir lütuf ya da mücadele neticesinde değil, insan olmaktan kaynaklı olarak verir. Kadının özgürlüğü, erkeğe benzemek ya da onunla yarışmakta değil; kendi fıtratına uygun, ahlak temelli bir yaşam kurmakta yatar.

    Müslüman kadın, hak arayışını modern ideolojilerden değil, Kur’ân ve Sünnet’in sahih çizgisinden yürütmelidir. Bunun için geleneksel dinî yanlışlarla mücadele etmek kadar, feminist ideolojilerin yanılgılarını da teşhis etmek gereklidir. Çünkü para kazanmak, performans göstermek ya da statü elde etmek; sevgiyle büyüyen, merhametle yaşayan nesiller üretmenin yerini tutamaz.

    Sonuç

    Başörtülü feminist kimliği, yüzeyde cazip bir melezlik sunuyor gibi görünse de, derinlikte ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Müslüman kadın, kimliğini inancından almalı; adalet arayışını İslamî bir bilinçle yürütmelidir. Ne geleneksel ataerkil kültüre teslim olmalı, ne de seküler ideolojilerin yönlendirmesine kapılmalıdır.

    Feminizm, her ne kadar hak mücadelesi gibi görünse de, çoğu zaman kadını toplumsal yapının içinden değil, dışından ve ideolojik bağlamla tanımlar. Oysa İslam, kadını hayatın merkezinde tanımlar: Ailenin, toplumun ve ümmetin temelidir o. Kadının asli rolünü kaybetmesi, toplumun özünü kaybetmesidir.

    Zira İslam gibi hak, adalet ve merhamet eksenli bir dine mensup olan Müslüman kadının, kendi kimliğini ve hak mücadelesini feminizm gibi dışsal ve ideolojik bir zemine yaslama ihtiyacı yoktur; onun aradığı hakikat, zaten mensubu olduğu dinin özünde mevcuttur.

    Rüştü KAM

    ………………

    Dipnotlar:

    Hucurât Sûresi, 49/13; ayrıca bkz. Nisâ Sûresi, 4/1.

    Hz. Peygamber’in kadınlarla istişare etmesi, kadınların bizzat eğitim alması (Ümmü Seleme, Aişe, Şifâ bt. Abdullah örnekleri), kadınların kamusal görevler üstlenmesi gibi uygulamalar için bkz. İbn Sa’d, Tabakât, I-III.

    Devamını Oku

    ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)

    ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    – Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
    Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…

    Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
    Bir ruh vardı.
    Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…

    İlimle yoğrulmuş,edep ile şekillenmiş,irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da-

    BUHARA III

    Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek. 

    Lyabi-Hauz Meydanı

    “Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış. 

    Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki.
    İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir.

    Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar… Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti.

    Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı

    “Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca’yı görmüşsünüzdür.
    Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok…
    Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş.
    Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara’nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor.
    1979’da dikilmiş bu anıt buraya. 

    Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır:

    “Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu.

    Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat…

    Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!”

    Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş.
    Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme.

    Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki.
    Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta!

     

    Çar Minar

    Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu.

    Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare… 

    Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça’da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi.

    Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım.

    Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var.

    Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler… Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş.

    Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.”

    Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor. 

    İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a:

    -Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus?

    Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor:

    -Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam.

    Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet…
    Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

    Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünyagörüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.”

    Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…!
    Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek…

    Havuz Başı’nda Yemek Molası

    Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor. 
    Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza… 

    Bahâeddin Nakşibend Külliyesi

    Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz:

    “Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz…” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı’nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden seslerduyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.”

    Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi:

    “Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.”

    Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeylerhissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.”

    Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…”

    Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.”İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek.

    “Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor;  hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer.

    Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında

    ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi?

    Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik.

    Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür.

     

    Buhara’dan Ayrılırken

    Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar.  
    Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
    Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…

    Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
    Bir ruh vardı.
    Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…

    İlimle yoğrulmuş,edep ile şekillenmiş,irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da.

    Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük.
    Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik.
    Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik.
    Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk.
    Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik.

    Ve şimdi…
    Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı.
    Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var:
    Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola.

    Yol uzun değil belki, ama anlamı derin.
    Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa,
    Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek.

    Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi! 
    Devam edecek

    Rüştü KAM

    Devamını Oku

    BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)

    BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VI)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    BUHARA II

    Buhara’nın en önemli kültür değerlerinden biri olan Ark Sarayıve Sitorai Mohi Hosa bugün ziyaret edeceğimiz yerler arasında. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Yavuz ve Fatma Mıdık bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Taşkent’te yaşadığımız aksaklıkların tekrarını istemiyorlar. Bu kez geciken ben oldum; ceza: 10 Euro. Eyvallah deyip yerime geçtim. Otobüsün en arkasında Yunus’la oturuyoruz. Önümüzde Şükrü Bey ve eşi Hatice Hanım var.

    Buhara kusursuz bir şehir desem, yeridir. Caddeleri geniş, yeşilliği bol, tertemiz bir şehir. Bir noktaya kjadar otobüsle gittik. Sonrasında yolumuza yaya olarak devam etmemiz gerekiyormöuş. Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz, Hüseyin ise arkayı toparlıyor. En yaşlılarımız Mehmet ve Ramazan amcalar ama maşallah, gençlere taş çıkartacak kadar dinçler. Yıldız’ın hemen arkasından ayrılmıyorlar. Ark Sarayı’nı teğet geçtik; dönüşte ziyaret edilecekmiş. 


    Bolo Havuz Camii


    Rehberimiz Yıldız, caminin önündeki o ağacın altında toplanmamızı istedi ve maksat hasıl olunca da başladı anlatmaya: “Şimdi tam karşınızdaki bu harika esere bakın. Buhara’nın Emirlik dönemine ait camilerinden biridir bu gördüğünüz yapı. Adı: Bolo Havuz Camii. Halk arasında ‘sütunlu cami’ olarak da bilinir. Ark’ın hemen karşısında, şehir meydanına hâkim bir noktadadır. Bu, ön cephede sıra sıra dizilmiş ince- uzun ahşap sütunlar caminin en dikkat çekici bölümüdür. Bu sütunların içinde dikildiği günden beri ayakta duran orijinal sütunlar da vardır. 
    Caminin adını aldığı ‘havuz’ ise hemen önünde yer alan gördüğünüz şu küçük, dikdörtgen bir su birikintisidir. Bolo-Havuz Camii, Emir’in eşinin emriyle 1712’de inşa edilmiştir. Bugünkü sütunlu revak kısmı ise 20. yüzyılın başında, Emir Alim Han döneminde eklenmiştir.
    Emir, cuma namazlarını burada kılarmış. Sütunlar Hindistan’dan getirilen ağaçlardan yapılmış; her biri farklı motiflerle süslenmiş. Tavan, renkli desenlerle bezenmiş. İç kısım ise daha sadedir ve ferahtır. Dışarıdaki keşmekeşe inat içeriye serinlik ve sükûnet hâkimdir. 20 dakika serbest süreniz var.”  

    Havuzun suyuna yansıyan sütunlar zamanı tersine çeviriyor gibiydi. Gösterişsiz ve vakur bir yapı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Loş ışıklar altındayız. Özbek kültürünü yansıtan rengarenk ipek halıların üzerinde yürüyoruz. Müthiş bir duygu. Ses var ama yankı yok. Duvarlar sesimizi emiyor sanki. Caminin içinde sessizlik kendi başına bir varlık. Belki de bu cami, anlamını kalabalıktan değil, sessizlikten alıyor. Ziyaretimizin şahidi olarak, iki rekât şükür namazı kılanlarımız oldu. Dualarımız arş-u âlâya yükseldi. Allah kabul etsin. Dönüş yolumuzda Ark Kalesi var. 

    Ark Kalesi

    Özbek Türkçesinde ‘Buxoro Arki’, Türkçe’de ise ‘Buhara’nın Gemisi’ olarak anılan kaledir. Kalenin o ihtişamlı kapısından içeriye girdik ve yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Her adımda saraya yaklaşıyorduk ve nefes alışverişlerimiz de hızlanıyordu. Yokuş yukarı çıktığımız için midir yoksa saraya yaklaştıkça duyduğumuz heyecandan mıdır kararı varın siz v erin! Yukarı çıkarken bizden önce yukarıya çıkanlarla karşılaştık, aşağıya iniyorlar. Yol vermesi gereken onlar olsa da edeben biz kenara çekildik. 

    “Sevgili Anadolu Kervanı!” dedi Yıldız; “Ark, sadece bir saray değil, yüzyılların tanığıdır. Emirler burada doğdu, burada hükmetti, burada sustu ve bazıları da burada öldü. Ark Sarayı, Orta Asya’nın en eski yönetim merkezlerinden birisiydi. Bu kale de Buhara’nın kalbiydi. Temelleri 5. yüzyıla kadar uzanır. Süreç içinde defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. Bugünkü formunu 16. yüzyılda kazanmıştır. Kalenin surları kalındır. Güvenlik açısından işte bu yüksek tepe üzerine kurulmuştur. Giriş kapısı heybetlidir. Kapıdan içeri girince kendinizi tarihin ortasında bulursunuz. Bugün yürüdüğünüz bu taş döşemeler; bir zamanlar cariyelerin fısıltılarını, emirlerin sert buyruklarını, vezirlerin endişeli ayak seslerini duymuş olabilir. Dikkatlice dinlerseniz sizler de duyarsınız. Çünkü, tarih susmaz. Hele Ark gibi mekânlar hiç susmaz.”

    Kale’nin tepesine ulaştığımızda gözlerimiz Buhara’nın eşsiz manzarasıyla karşılaştı. Uzakta yeşil kubbeli Mir Arap Medresesi, hemen yanında Kalan Camii, Abdülaziz Han Medresesi ve görkemli Kalan Minaresi görünüyordu. Dün onlarla tanışmıştık.

    “Zamanında Cengiz Han’ın bile dokunamadığı minare işte orada zamana meydan okumaya devam ediyor. Rüzgâr burada başka türlü eser. Burası sadece güzel bir saray değil; aynı zamanda düşündürücü bir mekândır. Buhara’daki her kubbe, her minare, Buhara’nın yüzyıllardır sönmeyen kandilleridir.”

    Kaledeki bazı bölümlerde hâlâ arkeolojik kazılar sürüyor. Özellikle harem kısmında ve eski askerî bölgelerde Emirlik dönemine ait seramik parçaları, günlük eşyalar, mühürler ve bazı el yazmaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarılıyor.

    Avluda dolaşırken dikkatimizi çeken yapılar arasında mahkeme salonu, taht odası, cami, harem bölümü ve bir de zindan vardı. 

    Zindan 

    Kısa bir yürüyüşle Ark’ın zindanına ulaştık. Alçak ve kemerli bir kapıdan içeriye girdik. Kalın duvarlarla çevrili o zindana. Bizi rutubetli bir hava karşıladı. Yerde ve duvarlarda işkencede kullanılan ‘paslı’ işkence zincirlerinin örnekleri var. Hücreler basık ve havasız. Hırsızlar, asi askerler ve hatta fikir suçluları burada cezalarını çekmiş olmalılar. Şairin dediği gibi “zindan iki hece…” Zindan, her yönetimin karanlık yüzüdür. Buraya düşmek yalnızca bedenin değil, sözün de susturulması demektir.

    İçeride fazla kalmadık ama birkaç dakika bile yetti bize. Zindanlar burada da soğuktu; taşlar sadece taş değildi, cansız tanıklardı. Bu yapılar insana, tarihin her zaman adil işlemediğini düşündürüyor. Belki de adaleti sağlamak için bu mekânlara ihtiyaç duyulmuştu. Bilemiyoruz.

    Cami

    Zindandan çıktıktan sonra derin bir nefes aldık. Sırada kale içindeki cami varmış. Emir ve saray mensupları burada namaz kılarmış. Cuma hutbeleri burada okunurmuş. Geniş değildi ama düzenliydi. Ahşap sütunlar dikkat çekiciydi. Mihrabı sade, tavan işlemeleri zamanla kararmış ama izlerini koruyordu.

    “Bu cami, kalenin içindeki zamanı dengelermiş. Savaş zamanı da olsa, barış zamanı da olsa vakit gelince herkes burada Rabbine yönelirmiş.”

    Hazine Odası

    Son olarak hazine odasına girdik. Tek kapılı, korunaklı bir oda. Küçük ama titizlikle korunmuş. Camekânlarda birkaç sikke, mühür, eski bir kemer vardı. Bir zamanlar Buhara’nın serveti burada saklanırmış. Her şey kayıt altındaymış, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış.

    Bu odada insan ister istemez kendine soruyor: Bu kadar ihtişamlı bir yaşamdan sonra geriye ne kalmış? Altınlar mı, kayıtlar mı, yoksa sadece boş raflar mı?

    Kabul Salonu

    Emir’in kabul salonu ise kalenin kalbi gibi. Diğer yapılara göre daha geniş ve aydınlık. Tavan yüksek, duvarlarda haritalar asılı. İşlemeli halılar, birkaç ahşap sandalye ve ortada büyükçe bir minder… Emir burada kararlar alırmış, elçilerle görüşürmüş, bazen dostluklar kurulurmuş bu salonda, bazen de dostluklar bozulurmuş. 

    Bir de halka açık bir kabul salonu var. Kral yukarıdan nazar edermiş halka. Açık kapı günü gibi düşünün. Bir isteği olan salona alınırmış. İsteğini halkın önünde dile getirirmiş. Huzurdan ayrılırken de sırtı duvara çarpıncaya kadar arkası arkasına gider, sırtı duvara çarpınca da çıkar gidermiş. Salondan çıkarken, krala sırtını dönmek olmazmış. Sırf bu iş için en arkaya hemen çıkış kapısının yanına bir duvar yapılmış, müstakil. Sırtı duvara değinceye kadar arkası arkasına gider, sonra da salonu terk edermiş. 

    Grup üyelerinden bir kısmı kralın koltuğuna oturarak resim çektirmek için sıraya girdiler. Ben de sıraya girdim ama sıra gelmeyince de fazla ısrarcı olmadım. 

    Ark Kalesi Yorgun


    Ark Kalesi’nin taşları hâlâ yorgun ama ayakta. Her köşesinde devletin yükü var. 

    Ark Kalesi sadece duvarlardan, odalardan, taş döşemelerden ibaret değil. Her adımda sessizce akan bir zaman duygusu var burada. Zindanında suskunluk, camiinde sükûnet, kabul salonunda endişe hissediliyor. Her yapı bir başka kavramı fısıldıyor: Adalet, dua, hesap ve karar… Bu kale, yalnızca tarihî eser değil; geçmişten bugüne uzanan bir yönetim ahlâkının izlerini de taşıyor.

    Ark tepesinden şehre baktığımızda taşların yerini kubbelerin aldığına şahitlik ettik. Buhara, yalnızca zamana direnmiş değil; zamana da anlam katmış. Belki de en çok bu yüzden, bu şehirde dolaşırken insan kendini yalnızca bir turist değil, tarihle göz göze gelen bir tanık gibi hissediyor.

    Deve Keyfi

    Şimdi yavaş yavaş başka bir yöne, aynı dönemin ama farklı bir duygunun mekânına yürüyoruz. Emirlerin hükmettiği yerden, onların dinlendiği yere…Sitorai Mohi Hosa Sarayı’na.Yani “Ay ve Yıldızın Buluştuğu Yer” e.  

    Ark Kalesinin çıkışında birkaç deve bekliyordu. Yanlarında bakıcılarıyla. İsteyenler bu develere binerek hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Binmek için normalde devenin çöktürülmesi gerekir ama burada öyle değil; merdivenle biniliyor deveye… O Buhara’nın yakıcı sıcağında, açık alanda para kazanmak için bekleyen o karayağız delikanlılar bezgin bir halde. Belki de iççiler. 

    Bizim “Altın Kızlar” ve Sultan, deveye binmek istediler, istekten de öte rica ettiler. Grup otobüse doğru ilerlemeye başlamıştı ama ben onları kıramadım. Yardımcı oldum, deveye bindirdim, hatıra fotoğraflarını da çektim. Tabii bu deveye binme hikâyesinin bir de bedeli oldu: Yavuz affetmedi…

    Bazen bir fotoğraf için zaman çizelgesinden saparsınız. Ama bazı anlar, programın değil, hatıraların parçası olur. Buhara’da deveye binmek bir turistik etkinlikten fazlası oldu: Çocukluktan gelen bir merakın, bir yolculuğun içindeki küçük sevinçlerin izleriydi bunlar. Yeter ki dönüş yolunu unutmayın; çünkü her Yavuz’un bir ajandası mutlaka vardır.

    Ay ve Yıldızın Buluştuğu Saray:Sitorai Mohi Hosa Sarayı

     

    Ay ve Yıldızın Buluştuğu saraydayız.Sarayın bahçesine kadar otobüsle geldik. İçeriye girebilmek için ücret ödememiz gerekiyormuş. Her müzede olduğu gibi rehber Yıldız bileti yine grup adına aldı ve sıra beklemek zorunda kalmadık. Hem de zamandan tasarruf ettik. Yıldızın dediğine göre bu saray; ihtişam ve güç gösterisi için değil, zarafet için inşa edilmiş. Buhara’nın en gösterişli ama aynı zamanda en duygusal köşelerinden biriymiş. 

    Doğru söylemiş Yıldız; Saray gerçekten etkileyici. Her ne kadar zamanla bazı duvarlarına bakımsızlık sinmiş olsa da ihtişamı hâlâ kendini gösteriyor. Yazın kavurucu sıcağına, kışın ayazına, fırtınasına direnmiş ve böylece yıllardır ayakta kalmasını bilmiş, üstelik her gelen ziyaretçinin karşısına tekrar tekrar çıkmasına rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, özel bir yapıdan söz ediyoruz. İçeriye girer girmez hemen sağda sarayın bahçesinde toplandık ve saray hakkındaki bilgileri rehberimizden almaya başladık. 

    “Bu saray yalnızca bir dinlenme mekânı değil; aynı zamanda değişen zamanın, modernleşme arayışının bir ifadesidir. Emir Alim Han, klasik doğu saray mimarisini koruyarak Batı’dan gelen estetik dokunuşları burada birleştirmiştir.”

    Sarayın bahçesi, daha ilk adımımızda içimizi açtı. Ağaçlar bir ölçüye göre dikilmiş, özenle dikilen rengarenk çiçekler, harika bir bahçe. Burada yalnızca bir sarayın değil, zarafetin sınırları içinde yürüdüğümüzü hissediyoruz. Bahçe, içeride bizi bekleyen renkliliğe bir hazırlık gibi.

    Sarayın içine adım attığımızda, ilk dikkat çeken şey ışıklandırma sistemi oldu. Aynalar, mozaikler, tavan süslemeleri… Hepsi ışığı çoğaltıyor; duvarlar sessiz ama gösterişli. Tavanlardan süzülen yansıma, zaman duygusunu kırıyor; insan bir anda hem geçmişte hem şimdide yürür gibi oluyor.

    Emir’in kabul salonu, sarayın en etkileyici bölümlerinden biri. Tavanlar ince ince işlenmiş ayna mozaikleriyle kaplı. Duvarları alçı süslemeleri çevreliyor. Divanlar desenli kumaşlarla örtülmüş; hiçbir şey rastgele değil. 

    “Bu ihtişam güce değil, görgüye dayalıdır. Emir burada politik ağırlığını değil, medenî inceliğini de göstermiştir. Bu saray, onun yalnızca bir hükümdar değil; aynı zamanda bir zevk sahibi olduğunu da ortaya koyar. Burada güç, estetikle dengelenmiştir.”

    Sarayın bazı odalarında, döneme ait günlük eşyalar sergileniyor: İşlemeli kaftanlar, yazı takımları, aynalar, el yapımı halılar… 

    Yıldız dediği gibi; bu sarayda elinde sopasıyla sesini yükselten bir güç yokmuş; kendini hissettiren bir incelik, bir nezaket varmış. Böyle bir yerde kim yaşamak istemez ki; bunun için kral mı olmak gerekiyor…?

    Sarayların sessizliğinden, kalelerin gölgesinden çıkarak şimdi Buhara’nın atar damarlarına karışıyoruz. Esnafın sesi, bakırın tınısı, baharatın kokusu… Söz şimdi sokaklarda.

    Serbest Zaman

    3 saat serbest zamanımız var. Sokakları arşınlayacağız. Esnafı tanıyacağız. Alışveriş yapacağız. Yemek yiyeceğiz, çay -kahve içeceğiz … 

    Çarşıya girdiğimizde ilk hissedilen şey sadece kalabalık değildi; bir düzenin, bir alışkanlığın kokusuydu bu. Yüzlerce yıldır aynı taş döşemelerin üzerinde yürüyen ayaklar, aynı sabırla örülmüş halılar, aynı tınıyla dövülen bakır kaplar… Her biri geçmişten bugüne hiç kopmamış gibiydi.

    “Bu sokaklarda yürürken aslında zamanla birlikte yürürsünüz, bakın şurada bir bakırcı var; dedesi de buradaymış, onun dedesi de. Hiçbir tabela taşımayan ama kök salmış bir aidiyet var bu çarşılarda.”

    Sarayın aynalı tavanlarından sonra bu sokakların tozlu taşları daha samimi geliyor insana. Lüks yok burada ama samimiyet var. Bir çocuk elindeki pamuk şekeriyle koşturuyor; bir ihtiyar kumaş tartıyor, Evet, Özbekistan’da ve genel olarak Orta Asya’nın bazı bölgelerindegeleneksel kumaş alışverişinde kumaşlar metreyle değil, ağırlıkla – yani teraziyle – tartılaraksatılıyormuş. 

    Sanki Buhara’nın kalbi burada atıyor; taş duvarlar değil, yorgun eller konuşuyor. Kokular, sesler, dokular birbirine karışıyor. Kalabalık ama yorucu değil. Her köşe bir hikâye anlatıyor, sessizce.

    Buhara çarşılarında dokuma, bakır işçiliği, takı ve seramik atölyeleri yerli halkın el emeğini yansıtıyor. Özellikle sabah saatlerinde esnaflar daha sakin ve sohbet etmeye daha meyyal olurlarmış.  

    Sokaklar kalabalıktı ama karışık değildi. Herkesin kendine göre bir yönü, bir alışkanlığı vardı sanki. Biz de çarşının kalbine doğru yürüyoruz. Dükkanların önü renkliydi. Halılar, takılar, seramikler, bıçaklar… Hepsi göz hizasında ve dokunulacak kadar yakındı. 

    Özlem hanım kaşla göz arasında girmiş halı dükkanlarından birine. Ve de kıyasıya pazarlık yapmış. Güzel bir halı almış hem de ipek. Tabii makine halısı. El ile dokunan halılar el yakıyor. 
    14 haziranda kızım Dilruba’nın düğünü olacak. Onun için de bir halı almasını istedim. Kabul etti. Çiseleyen yağmura aldırış etmeden halıcı dükkanının yolunu tuttuk. Bir halı beğendik. Özlem hanım hemen pazarlığa tutuştu yine ve sonunda satıcıyı pes ettirdi. Aldık halıyı. Hakikatli kadındır Özlem Hanım. Sonra da buluşma yerinin yolunu tutuk. 

    Baktık, bizim grup orada bir dükkânda çoğalmışlar. Biz de daldık içeriye. Bıçakçı dükkânı. Bıçakları elinde yaparmış. Tezgâhta çeşit çeşit el yapımı o bıçaklardan vardı. Sapları kemik, ahşap ya da boynuzdan; ağızları tek çelik dövmeymiş. “Tek çelik dövme”, tamamı tek parça çelikten yapılmış ve geleneksel dövme yöntemiyle şekillendirilmiş anlamına gelirmiş. Desenleri de el ile işlenmiş. Bıçakçı habire anlatıyordu. Gayesi bıçak satmak. Nereden bulacak böyle kalabalık bir grubu bir daha.

    “Çeliği önce ateşe koyarım. Kızarınca örste döverim. Sapını oyar, yerleştiririm. Desenleri de tek tek işlerim. Hepsi el işidir.” 

    Herkes, birer ikişer bıçak aldı. Hem işçiliği güzel hem de kullanışlı görünüyorlardı. Ben de Recai’ye aldım. Ne de olsa eski müdürümüz. 

    Çarşının çıkışına yakın bir yerde, sade bir restoranda yemek yedik. Buhara pilavı söyledik, yanına da ayran. Ne fazla ne eksik; yerli yerinde bir öğle yemeği oldu. Tam öğle sayılmaz, neredeyse akşam olacak…

    Verilen saat yaklaştığında herkes buluşma noktasındaydı. Ellerinde küçük torbalar, yüzlerinde yorgun ve de memnun ifadeler vardı. Günün en hareketli kısmı bitmişti. Otobüse binip önce restorana sonra da otele geçtik. Bugün çarşıdan sadece eşyaları taşımadık, bir çok malumat da koyduk heybemize. Sabah erkenden kalkılacakmış ve önce Lyabi-Hauz Meydanına varılacakmış, sonrası Allah Kerim… Talimatı Hüseyin verdi…
    Devam edecek

    Rüştü KAM
    2025 Nisan

    Devamını Oku

    KURBAN BAYRAMI HUTBESİ

    KURBAN BAYRAMI HUTBESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Muhterem Müslümanlar,

    Bayram sabahının bu ilk ışıklarında, bizleri bir araya getiren Rabbimize hamdolsun. Hepinizi en kalbî duygularımla selamlıyorum. Kurban Bayramınız mübarek olsun.

    Bugün sadece bir ibadeti yerine getirmek için değil, aynı zamanda birliğimizi, kardeşliğimizi, insanlığımızı yeniden hatırlamak için buradayız.

    Kurban, sıradan bir hayvan kesimi değildir.

    Kurban, Hz. İbrahim’in teslimiyetini,

    Hz. İsmail’in sadakatini sembolleştiren bir ibadettir.

    Kurban, Allah’a yakınlaşmak demektir.

    Yani sadece hayvanı değil; nefsimizi, bencilliğimizi, şımarıklığımızı ve gururumuzu da kurban etmek gerekir.

    – Bir öğrencinin eğitimine destek olmak,

    – Bir yetimin yüzünde gülümsemeye vesile olmak,

    – Bir annenin duasında yer bulmak da kurbandır.

    Bugün kesilen her kurban, bize şunu hatırlatır:

    “Allah’a ulaşacak olan ne onların etidir, ne de kanı… Allah’a ulaşacak olan takvanızdır.” (Hac, 37)

    Kurban Bayramı, sadece dinî bir vecibe değil; aynı zamanda bir kültürdür, aidiyettir, hafızadır.

    Bayramlarda büyüklerimizi ziyaret etmek, küçükleri sevindirmek, küsleri barıştırmak ve kurbanımızı komşuyla paylaşmak gerekir… Bunlar sadece gelenek değil, manevî görevdir.

    Bayramlarda bir araya gelmek, kucaklaşmak, hâl hatır sormak, bayramlaşmak, toplumsal dokunun yeniden örülmesidir.

    Sevgili Müslüman kardeşlerim,

    Ne yazık ki bugün dünya Müslümanları acı içinde kıvranıyor; ülkesini, doğup büyüdüğü yerleri terk ediyor; savaş ve yoksullukla boğuşuyor.

    Gazze, Sudan, Arakan, Doğu Türkistan, Suriye, Irak bu ülkelerdendir… Bayram sevinci bugün oralara uğramayacaktır.

    Biz burada huzur içinde bayram yapabiliyorsak, bu Rabbimizin bizlere bir lütfudur. Bu lütfun karşılığı olmalıdır; bedelsiz değildir bu lütuflar. Bu lütuflar beraberinde sorumluluk getirir.

    O bölgelerdeki bir çocuğun elinden tutmak, oradaki bir annenin duasına katılmak, o insanların sofrasında bir lokma ekmek, bir yudum su olmak hepimizin görevidir.

    Değerli dostlar,

    Kurban Bayramı yalnızca bir ibadet değil; aynı zamanda bir vicdan muhasebesidir.

    Türk Eğitim Derneği bu muhasebeyi yapan bir kurumdur. Yalnızca bilgi öğreten bir kurum değil; iyiliği çoğaltan bir yuvadır. Bu yuvada büyüyen her birey, sadece aklıyla değil, yüreğiyle de yol almalıdır.

    Bugün kurban etini paylaşarak toplumsal bir ibadeti yerine getiriyoruz, bu önemlidir. Bu kadar önemli olan bir ibadet daha vardır; zamanımızı, emeğimizi, bilgimizi ve imkânlarımızı paylaşmak. Bunlar da ibadettir. Hem de diğer ibadetlerin kabulüne vesile olacak çok önemli ibadetlerdir.

    Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

    “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz.”

    (Âl-i İmrân, 3/92)

    Ve yine der ki:

    “Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; Allah’a ulaşan yalnızca sizin takvanızdır.” (Hac, 22/37)

    İşte bu yüzden, paylaştığımız her şey aslında niyetimizle ölçülür; kalbimizle tartılır.

    Allah Resûlü şöyle buyurur:

    “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”

    Ve yine der ki: “Sadaka, belâyı def eder.” (Sünenü’d-Dârimî, Zekât, 1)

    Bunlar, çağımızın en sessiz ama en derin sadakalarıdır.

    Kur’an bize der ki:

    “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onların Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/274)

    Bu bayramda sadece sofraları değil, kalpleri de doyuralım.

    Unutmayalım: Veren el, alan elden daima üstündür. Ve bazen bir sadaka, sadece bir ekmek değil; bir hayatın istikametidir.

    Ama şunu da unutmayalım:

    Yardımda öncelik en yakınımızdadır. Kur’an bu konuda çok nettir:

    “Ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa verin.” (Bakara, 2/177)

    Yani bir Müslüman için yardım, evinden başlar, çevresine yayılır. Sadaka vermeye önce en yakın çevreden başlanır. Buyruk böyledir. Ailemizi, mahallemizi, ülkemizi ihmal ederek dünyaya yetişemeyiz.

    Kur’an, önce bulunduğumuz yere merhametle yaklaşmayı ve sonra da adaletle muamele etmeyi emreder. Dinin buyruğu böyledir.

    Bu noktada, Müslüman; duygularla değil, akılla ve vicdanla karar vermelidir.

    Gerçek bir imanlı, sorumluluk taşır; çünkü o, sadece bireyi değil, geleceği inşa etmeyi hedefine koymuştur.

    Müslümanın kendi sokağında, kendi derneğinde, kendi mahallesinde tedavi edilmeyi bekleyen dertler, çözülmesi gereken sorunlar varken, o uzak diyarlara yelken açarak öncelik sırasını unutmamalıdır; unutmak sorumsuzluk demektir.

    Kendi evinde yangın varken, komşusunun evindeki yangına koşan kişi iyi niyetlidir belki; ama döndüğünde evini yerinde bulamayabilir.

    Şuurlu Müslüman, sadece duygularıyla değil, aklıyla ve adalet ölçüsüyle hareket etmek zorundadır.

    Kendi yaşadığımız yerde çözülmeyi bekleyen birçok sorun varken uzak yerlere, başka coğrafyalara giderek şov yapmanın anlamı yoktur. Şov diyorum, çünkü kalıcı olmayan günlük coşkulara şov denir.

    Paylaşmak duygusal bir refleksle yapılmamalıdır; bilinçli bir şekilde organize edilerek yapılmalı ve uzun ömürlü olmalıdır.

    Değerli kardeşlerim,

    Bizler Berlin’de, ehl-i kitap olan bir toplumun içinde, azınlık Müslümanlar olarak yaşıyoruz. Bu durum bize hem ayrıcalık hem de sorumluluk yüklüyor. Sorumluluğumuzun bilincinde olmamız gerekiyor.

    Kur’an der ki:

    “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz.

    Şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Mümtehine, 8)

    Yani;

    Müslüman, inancına sadık kalarak, yaşadığı toplumla barış içinde olması gereken bir kişidir.

    Müslüman; komşusundan selamı esirgemeyen, işini hakkıyla yapan, imkânlarını komşularıyla paylaşan, tebessümüyle örnek olan sorumluluk sahibi bir bireydir.

    Kurban Bayramı, komşularımızla ilişkilerimizi güçlendirmek için de bir fırsattır. Komşuya kurbandan bir pay vermek, tebessümünü ondan esirgememek; istenilen manevî iklimi oluşturmak için yeterlidir.

    Temsil ettiği kimlik, Müslümanın en büyük tebliğidir.

    Şimdi Dua Zamanıdır

    Ya Rabbi,

    Bizi yalnızca ibadet eden değil,

    ibadetinin hakkını veren kullarından eyle.

    Kurbanlarımızı sadece kanla değil,

    kalple sunmayı nasip eyle.

    Gönlümüze merhamet,

    elimize cömertlik,

    sözümüze hikmet ver.

    Verirken unutmamayı,

    alırken ezilmemeyi,

    paylaşırken büyümeyi öğret bize.

    İmkân verdiysen,

    imtihanı da hatırlat.

    Görev verdiysen,

    sorumluluğumuzu da unutturma.

    Kazandıklarımızı sadece kendimize değil,

    yoksula, yetime, öğrenciye de rızık kıl.

    Her sofrada bir başkasının açlığını,

    her neşede bir başkasının hüznünü,

    her sahip olduğumuzda bir başkasının hakkını fark etmeyi nasip eyle.

    Bizleri, veren el eyle, bekleyen el değil.

    Umut olan eyle, unutan değil.

    İyiliği büyütenlerden eyle, sıradanlaşanlardan değil.

    Ya Rabbi,

    Evlatlarımıza güzel örnek,

    çevremize güzel dost,

    toplumumuza faydalı insan olmayı nasip eyle.

    Ve bizi her bayramda,

    sadece sevinçle değil;

    şükürle, bilinçle ve sorumlulukla buluştur.

    Güzel Rabbim, kurbanlarımızı,

    dualarımızı, niyetlerimizi takdim ediyoruz, kabul buyur.

    Birliğimizi daim, gönüllerimizi geniş, sofralarımızı bereketli eyle.

    Bayramımızı;

    barışa,

    kardeşliğe,

    merhamete

    ve dayanışmaya vesile kıl.

    Bu mübarek bayramın;

    milletimize, İslam dünyasına ve bütün insanlığa

    hayırlar getirmesini diliyorum, dileğimi geri çevirmeyesin.

    Âmin…

    Bayramınız mübarek olsun.

    Rüştü KAM

    Devamını Oku

    BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (V)

    BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (V)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    – Türk Eğitim Derneği üyeleri olarak çıktığımız Özbekistan ve Türkistan yolculuğu; bir coğrafyayı gezmenin çok ötesindeydi. Aslında biz, bu yolda kendimizi arıyorduk. Gördüğümüz her taşta bir iz, her durakta bir hatıra saklıydı. Bu gezi, sadece bir kültürü tanımak değil; geçmişimizi, kimliğimizi ve bizi biz yapan değerleri tanımak ve titreyerek kendimize gelmek için yapılan bir yolculuktu –

    Hiva’dan Buhara’ya

    Sabah saat dokuzda Hiva’dan ayrılıyoruz. Güzergâhımızda Buhara ve Semerkant var. Önce Buhara. Özbekistan’ın iki parlayan yıldızı derlermiş Buhara ve Semerkand için. Her birinin ışığı ayrı, havası ayrıymış. Otobüsle gideceğiz Buhara’ya. Kızıl Kum Çölü’nden geçerek. Yolculuğumuz yaklaşık 7 saat sürecekmiş. Öğle yemeğini de çölde bir restoranda yiyecekmişiz.

    Viva’da, konakladığımız butik otelin önündeyiz. Arkadaşların toplanmasını bekliyoruz. Kimimiz ayakta sohbet ediyor, kimimiz bir taşın üzerine oturmuş, telefonuyla meşgul. Sabahın mahmurluğu üzerimizde; bir de güneşin ilk huzmeleri eklenince, adeta uyur gezer gibiyiz.

    Viva’daki son dakikalar… Bazı arkadaşlarımız, “Bir gün daha kalmalıydık,” diye dertleniyor ama yapacak bir şey yok. Yol bizi bekliyor.

    Otel sahibi çıkageldi; memnun kalıp kalmadığımızı sordu, röportaj havasında sordu. Muhtemelen sosyal medyada paylaşacak. Arkadaşlar da içtenlikle yanıtladı.

    Üzerimizdeki rehavetle Hiva’ya veda etmeye hazırlanırken, sohbet birden yön değiştirip tarihe uzanıverdi. Osmanlı’nın beceriksizliğinden söz edildi, hainliğine kadar gidildi. Ardından Cumhuriyet’e, oradan da Mustafa Kemal’e geldi dayandı. Sonunda sanki tatlıya bağlandı gibi göründü ama birkaç gönül, hafiften kırıldı gibi. Tartışma usulünü de bilmediğimiz için kalpler çabuk kırılabiliyor. Şunun şurasında sohbet ediyoruz değil mi?

    İnsan düşünüyor ister istemez… Üç gündür Özbekistan’dayız; adım attığımız her yerde İslâm’dan ilham alan mimarların yaptığı eserlerle karşılaşıyoruz. Her biri hayranlık uyandırıyor ve önlerinde saygıyla eğiliyoruz. Bu mimarinin, bu estetiğin, bu ruhun  benzerleri bizim ülkemizde de yapılmış. Aynı ruhla yapılmış. Aynı milletin evlatları yapmış, dedelerimiz yapmış. Altı Yüz yıl boyunca gittikleri her yerde aynısını yapmışlar.

    Zamanla Osmanlı‘ya muhalif olanlar güç kazanmışlar, acımasızca saldırmaya başlamışlar. Osmanlı da bir gün gelmiş tökezlemiş ve beklenen son gelmiş. Özbekistan’ın da bir dönem yaşadığı gibi… Ama Özbek halkı, tarihine sırt çevirmemiş. Geçmişine sahip çıkmış ve bugün yeniden ayağa kalkmış. Timur’a küfreden yok burada. Oysa bizde, ne acıdır ki, geçmişine öfke duyan, onu yok sayan bir kesim var.

    İnsanın kendi tarihine, kendi köklerine yabancılaşması kadar yıpratıcı bir şey olabilir mi? Merak ediyorum doğrusu: Kendi geçmişine bu kadar mesafeli yaklaşan başka bir millet var mıdır? Ayıptır, günahtır.

    Unutmayalım: Kurtuluş Savaşını verenler, Osmanlı ordusunun subaylarıydı, askerleriydi. O yıllarda devletin adı hâlâ Osmanlı’ydı, başında padişah vardı ve başkomutandı.

    Tarihimizle kavga etmeyi bırakmalıyız

    Araplar Müslüman olunca, İspanya’da ve Sicilya’da medeniyet kurdular. Üstelik bu medeniyet dokuz yüz yıl sürdü. Türkler de Müslüman olduktan sonra, Asya’da ve Balkanlar’da büyük medeniyetler inşa ettiler; o da altı yüz yıl boyunca ayakta kaldı.

    Şimdi sormak gerekiyor: Türk, Müslümanlıktan uzaklaşınca hangi medeniyeti kurdu? Varsa, bilen anlatsın…

    Bir milletin ayağa kalkması, sadece bugünü inşa etmekle değil, geçmişiyle barış içinde yaşaması ile mümkündür. Özbekler, Timur’u bağrına basıyor. Bizde ise hâlâ tarihine küfredenler var. Oysa ne Osmanlı’ya küfrederek Cumhuriyet anlaşılır, ne de Cumhuriyet’i görmezden gelerek Osmanlı… Bu toprakların hikâyesi, ayrıştırarak değil, anlayarak tamamlanır.

    Türk, İslâm’dan uzaklaştırıldıkça, sadece kendi kimliğinden değil, dünyanın dengesinden de bir şeyler eksildi. Bugün dünyanın yeniden Orta Çağ karanlığına sürüklendiği açıkça ortada.

    Afganistan, Ukrayna, Suriye, Irak, Keşmir, Filistin, İran, Kırım, Libya, Mısır, Yemen, Can Azerbaycan… Hepsi gözümüzün önünde, hepsi cayır cayır yanıyor.

    Bu kadar kötü örnek varken önümüzde hâlâ olanları görmemek, hâlâ susmak… Etmeyin, eylemeyin. Yazıktır, günahtır. Kendi topuğunuza sıkmayın…

    Hatıraları çoğaltarak devam ediyoruz

    Türk insanı, yıllardan beri aynı konu başlıkları etrafında dönüp duruyor dolap beygiri gibi: Din, Osmanlı, siyaset, Atatürk… Tartışmalar hep bu eksende. Oysa çoğumuzun bu konularla bilgisi de yok. Daha çok sezgilerimizle konuşuyoruz, aidiyetlerimiz belirliyor fikirlerimizi. Kendimizi hangi siyasi eğilime ve mezhebe, tarikata yakın hissediyorsak, onun görüşünü savunuyoruz. Muhalif safta olan kimsenin konuştuklarını yanlış görüyoruz. Hatta, doğru da söylese yanlış diyoruz.

    Aynı otobüste yolculuk etmek demek, aynı şehri gezmek değildir sadece. Bazen bir bakışta, bazen bir cümlede birbirimize temas ederiz. Bu yolculuklar, şehirlerden çok insanı tanıma fırsatıdır. En kıymetlisi de kırmadan, kırılmadan yapılandır. Biz o kıymetli olanı yaptık.

    Bazen insan ne aradığını bilmeden yola çıkar. Yol boyunca gördükleri, duydukları ve yaşadıklarıyla fark eder neyin peşinde olduğunu. Bizim hikâyemiz de böyle başladı. Kültür turuydu yaptığımız. Taşkent’in, Hiva’nın sokaklarında yürürken, medreselerinde yankılanan sesleri dinlerken, sadece tarih ile değil, kendi benliğimizle de yüzleştik.

    Daha da önemlisi, birbirimizin sesine, bakışına, suskunluğuna alışmaya başladık. Kimi zaman bir tartışmanın eşiğinde, kimi zaman bir hatıranın gölgesinde durduk ve orada soluklandık. Ama her seferinde yeniden toparlandık. Çünkü biz bu yolculuğa sadece bir grupla değil, bir niyetle çıktık: Anlayacaktık, öğrenecektik, hatırlayacaktık…Yol devam ediyor, bizler de öğrenmeye devam ediyoruz. Hatıraları çoğaltarak devam ediyoruz yolumuza.

    Bazen fark etmezsin neyi aradığını, kendindir aslında aradığın. Yola çıkınca her adım, sendeki bir hatırayı uyandırır. Her durak, seni biraz daha sana yaklaştırır.

    Hiva geride kaldı. Otobüsün lastikleri yola alışkın, biz ise sessizliğe… Otobüs ilerledikçe, gözlerimiz dalıyor, zihinlerimiz yavaş yavaş başka bir hikâyeye hazırlanıyordu ama Hiva bizi bıramıyordu. Bazı şehirler geride kalmaz; yola çıktığında bile seninle gelir. Hiva da o şehirlerden biri.

    Amu  Derya

    Bir başka kapı, bir başka zaman aralığı. Hiva’dan aldığımız hissiyat, Buhara’da yeni sorulara dönüşecek belki.

    Gözlerimizi açtığımızda, kendimizi uçsuz bucaksız bir çölün ortasında bulduk. Rehberimiz Yıldız, kum fırtınalarının yolu kapatmaması için yol kenarlarına çöl bitkileri dikildiğini anlatıyordu. Bu bitkiler daha küçüktü ama görevlerini de icra ediyorlardı.  

    Kısa bir yürüyüş molası verdik. Çöle ayak basmak, bu tenhalığın ortasında yürümek farklı bir histi. Fotoğraflar çekildik, birbirimizle şakalaştık. İçimizdeki çocuk ortaya çıktı: Koşanlar, bağıranlar, kahkahaya boğulanlar…Aman ne güzel. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin bir yanı biraz çocuk kalıyormuş… 

    Bu mutluluk uzun sürmedi. Yıldız, “Fazla oyalanırsak Buhara’da Özbek pilavını kaçırırız,” deyince hemen toparlandık. Otobüs yeniden yola koyuldu. Camdan dışarıyı seyretmek bile başlı başına bir keyif; çöl bitkileri bizimle beraber akıp gidiyordu yanımızdan. El sallar gibi…

    Bir süre sonra önümüzde kocaman bir demir köprü belirdi. Çölün ortasında böyle bir köprü. Şaşırdık kaldık. Ön tarafa geçip fotoğraf çekmek istedik ama şoför izin vermedi. Yasakmış. “Rejim komünist olunca birçok şey yasaklanıyor demek ki,” dedi biri önden. Gülümsedik.

    Meğerse Ceyhun Nehri’nin, yani Amu Derya’nın üzerinden geçiyormuşuz. Amu Derya Boru Hattı Köprüsüymüş bu. 1964 yılında yapılmış. Özbekistan’ın Harezm ili ile Türkmenistan’ın Lebap ilini birbirine bağlıyormuş.

    “Amu Derya, Orta Asya’nın en büyük nehirlerinden biridir. Tarih boyunca birçok medeniyete hayat vermiştir. Üzerinden geçtiğimiz Amu Derya Boru Hattı Köprüsü, Sovyetler Birliği döneminde (1964) inşa edilmiştir. Hem karayolu hem de boru hattı taşımacılığı için kullanılan bu köprü, Özbekistan ile Türkmenistan’ı birbirine bağlar. Çölün ortasındaki bu demir dev, hem coğrafyanın zorluğuna hem de dönemin mühendislik anlayışına dair ipuçları sunar. Fotoğraf çekmenin yasak olması, Sovyet döneminden kalan güvenlik alışkanlıklarının bir yansımasıdır.”

    Yemek zamanı geldi. Yol üzerindeki o malum restorana varmışız. Zahratun (Çöl akşamı) restoran. Masalara oturduk, garson bekliyoruz. Öyle hemen gelmiyorlar masaya garsonlar. Hüseyin garsonu çağırdı ve birlikte siparişleri aldılar. Aldılar almasına da yine karıştırılmış. Arkadaşlardan seslerini yükseltenler oldu “kardeşim ben bunu sipariş etmedim!”

    “Ben bu işin böyle olacağını biliyordum” diyerek sitem etti Hüseyin cevaben. Belki haklıydı ama siteme de gerek yoktu. Garson tekrar masaya davet edilerek sorun çözülürdü. Öyle de oldu zaten. Grup gezilerinde ufak tefek sıkıntılar olur elbet. Sabır böyle zamanlarda gereklidir.

    Yemeklerimizi yedik, sonra da tek sıraya girerek ödemelerimizi yaptık. Namazlarımızı da burada cem ederek kıldık ve duamızı yaparak yolumuza devam ettik.

    BUHARA

    “Arkadaşlar, Buhara’ya girdik” anonsuyla uyandık uykudan, yemekten sonra ağırlık çöküyor insanın üstüne. Uyumuşuz. İçimiz kıpır kıpır oldu. Yıllarca kitaplardan okuduğumuz, hocaların anlata anlata bitiremediği, o şehre gelmişiz. Kolay değil, İmam Buhârî’nin, İbn Sînâ’nın doğup büyüdükleri, çelik çomak oynadıkları topraklardayız. Düşünsenize, önde giden ve de önden giden o büyük insanlar bu sokaklarda yürüdü, buranın havasını soludu. Şimdi (2025) biz de o havayı teneffüs ediyoruz. Ne kadar şükretsek azdır…

    Saat 18.00’de restoranda olmamız gerekiyormuş ama önce otele uğrayacakmışız. Otobüs otele yaklaşınca dışarıda bir hareketlilik başladı. Resmi kıyafetli sanatçılar karşıladı bizleri. Ellerinde ‘Karnay’larla, gökyüzünü de haberdar ediyorlar bizim Buharaya geldiğimizi. -Karnay; dört metre kadar uzunluğunda bir zurna düşünün altın renginde, işte o karnay. Tok bir sesi var-

    Kırmızı halı bile serilmiş yere. Açıkçası hoşumuza da gitti. Herkes bize bakıyor, “Kim bunlar?” der gibi. Eh, biziz elbette: Berlin Türk Eğitim Derneği! Koltuklarımız kabarmadı dersem yalan olur.

    Otele eşyaları bırakır bırakmaz tekrar yola çıktık. 18.30’da restoranda olmamız gerekiyordu. Sadece bize özel olarak o saate kadar açık kalmış restoran. İçeri girince koca koca kazanlarda kaynayan Özbek pilavı karşıladı bizi. Servisler hemen yapıldı. Üstüne güvercin yumurtası da kondurmuşlar. Lezzetliydi vallahi. Pilavı bitirdik, yeşil çayımızı da içtik. Sonra otele döndük. Sabah erken kalkacağız, çünkü Buhara bizi bekliyor.

    Sokaklarda yürürken yüreğimiz kıpır kıpır ediyor. Şaka gibi. Buhara’dayız. İmam Buhari’nin şehrinde. Bu şehir sadece taş, toprak değil. Her kemer, her kubbe bir şeyler anlatıyor bizlere. Sadece tarihin ağırlığı değil bu; sanki insanlığın vicdanı konuşuyor bu sokaklarda.

    İmam Buhârî’nin ilimdeki titizliği, İbn Sînâ’nın aklı ve hikmeti, bir de Şah-ı Nakşibendî Hazretleri var ki; “Halk içinde Hak ile olmak” anlayışı tam da buraya yakışıyor. İlim dediğin sadece akılla değil, kalple, sabırla, adanmışlıkla taşınır. Bu insanlar sadece Buhara’ya değil, koskoca bir medeniyete yön vermişler.

    Şimdi kendi kendimize soruyoruz: Biz bu mirasa ne kadar layığız? Çocuklarımızı bu ruhla nasıl tanıştıracağız?

    Çünkü Buhara’ya gelmek, sadece geçmişi görmek değil; aynaya bakmak gibi bir şey. O taşlara sinmiş sükûnet, o türbelerdeki vakar gerçekten bizde var mı? Bu sorulara samimiyetle cevap vermek lazım. Asıl mesele şu: O insanların yürüdüğü bu dikenli yolda biz nasıl yürüyeceğiz, hangi izleri bırakacağız?

    Unutmayalım, bazen en derin hakikatler en sessiz yollarda, duvarlarda, minarelerde  gizlidir. Yeter ki, kendimizi tanıyalım, silkinelim ve kendimize gelelim. Yeter ki, bizim olana, bizden olana sahip çıkalım.

    Buhara deyince ne geliyor aklımıza? İmam Buhârî, İbn Sînâ, Şah-ı Nakşibend… Her biri kendi alanında birer yıldız. 600.000 hadis derleyen bir İmam’dan, tıbbın babası kabul edilen bir hekimden, milyonların gönlünü etkileyen bir tasavvuf büyüğünden söz ediyoruz. Batı ona “Avicenna” dermiş, desin dursun; biz onu İbn Sînâ diye biliriz. Güneşi balçıkla sıvayamazsınız.

    Ve işte biz, bu büyük insanların yürüdüğü sokaklarda yürüyoruz bugün. O insanlarla aynı havayı soluyoruz, aynı yollarda yürüyoruz, aynı camide cuma namazı kılıyoruz. Daha ne ister insan?

    Şükürler olsun Mevla’mıza, bize bu günü de gösterdi ya…

    “İslam’ın Kubbesi”

    Orta Asya’nın kalbinde, İpek Yolu’nun tam ortasında bir şehir var, Buhara. Buhara; 2.500 yıllık geçmişiyle tarih boyunca ticaretin, bilimin ve maneviyatın merkezi olmuş. İlk dönemlerinde Soğdlar’ın yaşadığı bu topraklar, Zerdüştlükten Budizme oradan İslam’a uzanan geniş bir inanç yelpazesine tanıklık etmiş bir şehir.

    674’te İslam’la tanışan Buhara, 9. yüzyılın sonlarında Sâmânîler Devleti’nin başkenti olmuş ve bu dönemde altın çağını yaşamış. Medreseler kurulmuş, minareler yükselmiş, kitaplar yazılmış ve çoğaltılmış. İmam Buhârî, İbn Sînâ, El-Bîrûnî gibi âlimler bu dönemin ikliminde yetişmişler. Buhara artık sadece bir şehir değil, “İslam’ın Kubbesi” olarak anılmaya başlanmış. Sonrasını rehberimizden dinleyelim:

    “Moğol istilasıyla büyük bir yıkım yaşayan Buhara, kısa sürede toparlandı. 14. yüzyılda Bahâeddin Nakşibend öncülüğünde doğan Nakşibendiyye Tarikatı, şehri tasavvufun kalbine dönüştürdü. Ardından gelen Şeybânîler ve Buhara Hanlığı dönemlerinde şehir, yeniden siyasi ve kültürel bir cazibe merkezi oldu.

    1920’de Sovyetler tarafından işgal edildi ve zorlu bir döneme girdi. Dinî yapılar kapandı, geleneksel hayat baskılandı. Ama şehir ruhunu kaybetmedi. 1991’de bağımsız Özbekistan’ın bir parçası hâline geldi.

    Bugün hâlâ Buhara’nın dar sokaklarında yürürken taşlara değil, tarihin sesine basarsınız. Medreseler, türbeler, sinagoglar, çarşılar… Her biri bu şehrin çok katmanlı ruhunu taşır. Buhara’da her an sessizliğe karışmış bir Yahudi ezgisiyle ya da bir havuz başında oturan bir ihtiyarla karşılaşabilirsiniz. İslâm’ın Kubbesi olarak anılan bu şehir, sadece bir şehir değil; yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkan bir hafızadır.”

    Şamar oğlanı gibi her gelen vurmuş, kimisi sağdan kimisi de soldan vurmuş. Tökezlemiş, sarsılmış, yıkılmış, vücudu yara bere içinde kalmış ama o Buhara olarak ayakta kalmasını becermiş..

    İsmail Samanî Türbesi

    “Kıymetli Anadolu Kervanı; önünde bulunduğumuz bu türbe sadece Buhara’nın değil, bütün Orta Asya’nın en önemli tarihî yapılarından biridir. İsmail Samanî Türbesi.

    Bu yapı, 9. yüzyılın sonlarında inşa edildi. Sâmânîler Devleti’nin kurucusu ve ilk büyük hükümdarı olan İsmail Samânî için yaptırılmıştır. Dikkat ediniz türbe taşla değil, tuğlayla örülmüş. Ama öyle bir ustalıkla yapılmış ki, sanki tuğla değil de geometrik motiflerle işlenmiş bir sanat eseri gibi duruyor. O dönemde bu kadar sağlam, bu kadar zarif bir yapı yapmak gerçekten büyük bir mühendislik başarısıdır. Bu yapı Orta Asya İslâm mimarisinin ilk örneklerinden biri kabul edilir. Hem sadeliğiyle hem de taşıdığı anlamla öncü bir yapıdır. Daha önceki geleneklerden de izler taşır: Zerdüştlerin ateşgede planı burada İslamî bir forma dönüşmüştür. Yani bu türbe, bir geçiş döneminin sembolüdür. Moğol istilasından bile sapasağlam çıkmış nadir yapılardan biridir. Burada sadece bir kişinin mezarı yok; bir medeniyetin özü yatıyor.

    Bu türbe, sadece mimarisiyle değil, başından geçenlerle de çok kıymetlidir. Pişmiş tavuğun başına bile gelmemiş türbenin başına gelenler. 1220 yılında Cengiz Han’ın orduları Buhara’yı işgal ettiğinde şehir tarumar edilmiş. Camiler, medreseler, kütüphaneler… Hepsi yakılmış, yıkılmış.

    Ama bu türbe hâlâ ayakta. Neden mi? Çünkü Buharalılar Türbeyi kurtarmak için onu toprakla örtmüşler. Adeta bir tümseğe çevirmişler. Moğollar da burayı tepe sandıkları için dikkat etmeden yanından geçip gitmişler. Yani bu yapı, bir halkın sevgisiyle, sahiplenmesiyle korunmuş. Bugün burada bu türbeyi görebiliyorsak, biraz da o isimsiz kahramanların zekâsı ve cesareti sayesindedir. O kadar anlamlı ki; bir türbeyi kurtarmak için onu toprağa gömmek… Bugün gördüğümüz her detay, biraz sabır, biraz sadakat ve pazarlıksız bir inançla ayakta kalabilmiştir.”

    Rehberimiz Yıldız bu konuşmayı yaparken neredeyse ağlayacak gibi oldu. Sesi titredi. Çekilen sıkıntıları yaşamasa da anlatılanlarla büyüdüğü için ve samimi bir din ve vatan sevgisiyle büyüdüğü için olsa gerektir.

    Kalan Camii ve Minaresi

    “Değerli Anadolu Kervanı, kıymetli misafirler, şimdi bulunduğumuz yer Kalan Camii (Ulu Camii) ve Kalan Minaresi. Burası, Buhara’nın kalbi sayılır. Zaten “Kalan” demek, “büyük” ya da “yüce” demektir… İsmi gibi yüce bir yapı. Caminin inşası 16. yüzyılda, Şeybânîler döneminde tamamlanmıştır. Önümüzdeki bu büyük avlu ve çevresindeki revaklar klasik Orta Asya cami mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Cami 10.000 kişiyi alabilecek kadar geniş bir cemaat alanına sahiptir. Kalan Camii, İbn Sînâ’nın zaman zaman inzivaya çekildiği, tefekküre daldığı camidir. Onun yalnızca bir hekim değil, aynı zamanda bir mutasavvıf ve düşünür olduğunu hatırlarsak, bu mekânın onun için ne ifade ettiğini daha iyi anlarız. Kalan Camii, sadece namaz kılınan bir yer değildir; ilmin, irfanın, içe dönmenin mekânı olmuştur yüzyıllar boyunca.

    Ama asıl dikkat çekici olan yapı, şu karşımızda göklere doğru uzanan görkemli minaredir…Kalan Minaresi. 1127 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmıştır. 46,5 metre yüksekliğindedir. Öyle sağlam inşa edilmiş ki, ne zaman bir düşman ordusu Buhara’ya yaklaşsa, bu minare bir direniş sembolü gibi karşılarmış düşmanı, dimdik…

    Kalan Minaresi’yle ilgili meşhur bir efsane vardır…

    Yıl 1220. Cengiz Han, Buhara’yı fethetmiş. Şehir yerle bir edilmiş neredeyse. Saraylar, medreseler, camiler… Ne varsa yakılmış, yıkılmış. Ama bu minareye dokunulmamış. Dokunulmamış ki gördüğünüz gibi hâlâ ayakta duruyor. Neden mi? Sebebi şu anlatacağım olayda gizli.

    Cengiz Han, ordusuyla birlikte Buhara’ya girerken bu minarenin önüne gelmiş ve başını yukarıya doğru kaldırmış. Minareye, “sen ne kadar ihtişamlı da olsan benden büyük değilsin,” der gibi bakmış minareye. Tam o sırada, başındaki miğfer ya da şapkası — rivayete göre altın işlemeli bir başlık — başından yere düşüvermiş.

    Cengiz Han eğilip şapkasını almak isterken, vezirlerinden birisi uyarır: “Han’ım, sakın eğilmeyin! Bu sizin, minarenin önünde saygıyla eğildi şeklinde anlaşılmanıza sebep olabilir.”

    Cengiz Han doğrulur, duraksar ve şöyle der: “Ben bu minarenin güzelliğine değil, onu yapan ve  yaptıran akla saygı duyarım.”

    Ve emreder, “bu minareye dokunulmayacak.”

    Buhara yıkılmış, yakılmış ama Kalan Minaresi ayakta kalmış. Cengiz Han, savaşçıydı, düşmandı ama aklı da takdir eden bir düşmandı.

    Cengiz Han’ın eğilmemek için durduğu o an, bir yapının değil, bir medeniyetin kurtuluşu olmuş. Kalan Minaresi, sadece yükselerek değil, anlaşılmayı hak ederek ayakta kalmış olabilir.

    Ben derim ki; Kalan Minaresi, bir duruşun sembolüdür. Zamana ve İslam’ın yüceliğine doğru sessizce yükselir; adeta bize bir şeyleri hatırlatmak ister. Yanındaki cami ise sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir sığınaktır. Rivayete göre İbn Sînâ buraya gelip yalnızca susmuş ve kalbini dinlemiştir. Bu da bize şunu gösterir: Bazen en derin bilgi, sessizliğin içinde saklıdır.

    Mir Arap Medresesi 

    “Şimdi tam karşımızda duran yapı, Mir Arap Medresesidir. 16. yüzyılın ortalarında, Şeybânîler döneminde inşa edilmiştir. Yani bu medrese yaklaşık 500 yıllık bir ilim yuvasıdır.

    Medresenin banisi, dönemin önemli isimlerinden Mir Arap adlı bir din âlimi ve Nakşibendî şeyhidir. Bu yapı sıradan bir medrese değildir. Özbekistan’da Sovyet döneminde bile kapatılmayan nadir medreselerden biridir. Komünist rejim, pek çok camii ve medreseyi kapatırken burası bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bir dönem, ülkenin tek resmî dinî eğitim kurumu olmuştur. Sanki duvarları size o sesi hâlâ fısıldıyor olmalı: Oku!”

    Po-i Kalan Kompleksi’nden biraz ötede Uluğ Bey ve Abdülaziz Han Medreseleri varmış. Yıldız’ın çubuğunu takip ederek oraya ulaşıyoruz. Medreseler karşı karşıya. Gayeleri aynı olmasına rağmen aralarından geçen yol, onları birbirinden ayırıyor.

    “Kıymetli Anadolu Kervanı, Hani demiştim ya, Buhara bir ilim şehridir diye… İşte şimdi bunun en güzel örneği karşımızda: İki medrese ve iki farklı çağın temsilcisi.

    Solunuzda Uluğ Bey Medresesi, sağınızda Abdülaziz Han Medresesi duruyor. Bu yapılar sadece karşılıklı duran iki bina değil; aynı ideale hizmet eden, ama bunu farklı yollardan anlatan iki anlayışın yansımasıdır. Biri sade ve düşünce odaklı, diğeri gösteriş ve estetik ağırlıklı.

    Sol tarafta gördüğünüz bu yapı; Timur’un torunu, büyük astronom ve devlet adamı Uluğ Bey tarafından 1417 yılında yaptırılmış. Buhara’daki en eski medreselerden biri olma özelliğini taşıyor.

    Süslemelere dikkat ederseniz, oldukça sadedir. Çünkü Uluğ Bey’in anlayışı da sadelik üzerine kuruluydu: Bilgi ön planda, gösteriş ikinci planda.

    Bu medresede matematik, astronomi ve mantık dersleri verilirmiş. Çünkü, Uluğ Bey’in amacı sadece bir bina yapmak değil; ilmi, hayatın merkezine almakmış.

    Şimdi de sağ tarafınıza, yani Abdülaziz Han Medresesi’ne bakın;

    Bu yapı, 1652 yılında, Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına inşa edilmiş. Sanki Uluğ Bey’e bir cevap gibi…Ama bu cevap, tartışmak için değil; aynı hakikatin başka bir yüzünü göstermek için verilmiş olmalı.

    Abdülaziz Han Medresesi ilk bakışta farkını belli ediyor.

    Çünkü bu yapıda ön planda olan estetik, detay ve görkem.

    Süslemelerde çini yerine alçı işçiliği ve altın varak kullanılmış.

    Duvarlardaki çiçek motifleri ise neredeyse barok bir hava taşıyor.

    Geleneksel çizgilerle ama göz alıcı bir şekilde…

    Bu medrese, sadece bir ilim yuvası değil; sanatın ve zarafetin de bir değer olduğunu hatırlatan bir yapıdır.

    Yani bir yanda sade ve derin bilgi, diğer yanda görkemli ve etkileyici bir estetik.

    Biri aklı besliyor, diğeri ruhu. İlk bakışta bu iki yapı birbiriyle yarışıyor gibi görünebilir.

    Ama gerçekte bir çatışma değildir bu; aynı hakikatin iki farklı yüzüdür, birbirini tamamlayan iki yüz. Biri aklın sadeliğini, diğeri ruhun estetikle ifade bulan zarafetini taşıyor.”

    Ben derim ki; iki medrese arasındaki farkı anlamak için orada biraz durun ve kendinizi dinleyin. Size, birinin “anlam” önemlidir, diğerinin ise “hayranlık” önemlidir” dediğini duyacaksınız, lisan-ı halleriyle.

    Ve kendinize şu soruyu soracaksınız: Biz bugün neyin peşindeyiz?

    Sessizce derinleşen bir hakikatin mi, yoksa göze ve duygulara hitap eden bir parıltının mı?

    Devam edecek

    Rüştü KAM

    Devamını Oku