17 Haziran 2025 Salı
Almanya: İran'ın, ABD ile doğrudan görüşmeler yapmaya hazır olması gerekiyor
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
– Türk Eğitim Derneği üyeleri olarak çıktığımız Özbekistan ve Türkistan yolculuğu; bir coğrafyayı gezmenin çok ötesindeydi. Aslında biz, bu yolda kendimizi arıyorduk. Gördüğümüz her taşta bir iz, her durakta bir hatıra saklıydı. Bu gezi, sadece bir kültürü tanımak değil; geçmişimizi, kimliğimizi ve bizi biz yapan değerleri tanımak ve titreyerek kendimize gelmek için yapılan bir yolculuktu –
Sabah saat dokuzda Hiva’dan ayrılıyoruz. Güzergâhımızda Buhara ve Semerkant var. Önce Buhara. Özbekistan’ın iki parlayan yıldızı derlermiş Buhara ve Semerkand için. Her birinin ışığı ayrı, havası ayrıymış. Otobüsle gideceğiz Buhara’ya. Kızıl Kum Çölü’nden geçerek. Yolculuğumuz yaklaşık 7 saat sürecekmiş. Öğle yemeğini de çölde bir restoranda yiyecekmişiz.
Viva’da, konakladığımız butik otelin önündeyiz. Arkadaşların toplanmasını bekliyoruz. Kimimiz ayakta sohbet ediyor, kimimiz bir taşın üzerine oturmuş, telefonuyla meşgul. Sabahın mahmurluğu üzerimizde; bir de güneşin ilk huzmeleri eklenince, adeta uyur gezer gibiyiz.
Viva’daki son dakikalar… Bazı arkadaşlarımız, “Bir gün daha kalmalıydık,” diye dertleniyor ama yapacak bir şey yok. Yol bizi bekliyor.
Otel sahibi çıkageldi; memnun kalıp kalmadığımızı sordu, röportaj havasında sordu. Muhtemelen sosyal medyada paylaşacak. Arkadaşlar da içtenlikle yanıtladı.
Üzerimizdeki rehavetle Hiva’ya veda etmeye hazırlanırken, sohbet birden yön değiştirip tarihe uzanıverdi. Osmanlı’nın beceriksizliğinden söz edildi, hainliğine kadar gidildi. Ardından Cumhuriyet’e, oradan da Mustafa Kemal’e geldi dayandı. Sonunda sanki tatlıya bağlandı gibi göründü ama birkaç gönül, hafiften kırıldı gibi. Tartışma usulünü de bilmediğimiz için kalpler çabuk kırılabiliyor. Şunun şurasında sohbet ediyoruz değil mi?
İnsan düşünüyor ister istemez… Üç gündür Özbekistan’dayız; adım attığımız her yerde İslâm’dan ilham alan mimarların yaptığı eserlerle karşılaşıyoruz. Her biri hayranlık uyandırıyor ve önlerinde saygıyla eğiliyoruz. Bu mimarinin, bu estetiğin, bu ruhun benzerleri bizim ülkemizde de yapılmış. Aynı ruhla yapılmış. Aynı milletin evlatları yapmış, dedelerimiz yapmış. Altı Yüz yıl boyunca gittikleri her yerde aynısını yapmışlar.
Zamanla Osmanlı‘ya muhalif olanlar güç kazanmışlar, acımasızca saldırmaya başlamışlar. Osmanlı da bir gün gelmiş tökezlemiş ve beklenen son gelmiş. Özbekistan’ın da bir dönem yaşadığı gibi… Ama Özbek halkı, tarihine sırt çevirmemiş. Geçmişine sahip çıkmış ve bugün yeniden ayağa kalkmış. Timur’a küfreden yok burada. Oysa bizde, ne acıdır ki, geçmişine öfke duyan, onu yok sayan bir kesim var.
İnsanın kendi tarihine, kendi köklerine yabancılaşması kadar yıpratıcı bir şey olabilir mi? Merak ediyorum doğrusu: Kendi geçmişine bu kadar mesafeli yaklaşan başka bir millet var mıdır? Ayıptır, günahtır.
Unutmayalım: Kurtuluş Savaşını verenler, Osmanlı ordusunun subaylarıydı, askerleriydi. O yıllarda devletin adı hâlâ Osmanlı’ydı, başında padişah vardı ve başkomutandı.
Araplar Müslüman olunca, İspanya’da ve Sicilya’da medeniyet kurdular. Üstelik bu medeniyet dokuz yüz yıl sürdü. Türkler de Müslüman olduktan sonra, Asya’da ve Balkanlar’da büyük medeniyetler inşa ettiler; o da altı yüz yıl boyunca ayakta kaldı.
Şimdi sormak gerekiyor: Türk, Müslümanlıktan uzaklaşınca hangi medeniyeti kurdu? Varsa, bilen anlatsın…
Bir milletin ayağa kalkması, sadece bugünü inşa etmekle değil, geçmişiyle barış içinde yaşaması ile mümkündür. Özbekler, Timur’u bağrına basıyor. Bizde ise hâlâ tarihine küfredenler var. Oysa ne Osmanlı’ya küfrederek Cumhuriyet anlaşılır, ne de Cumhuriyet’i görmezden gelerek Osmanlı… Bu toprakların hikâyesi, ayrıştırarak değil, anlayarak tamamlanır.
Türk, İslâm’dan uzaklaştırıldıkça, sadece kendi kimliğinden değil, dünyanın dengesinden de bir şeyler eksildi. Bugün dünyanın yeniden Orta Çağ karanlığına sürüklendiği açıkça ortada.
Afganistan, Ukrayna, Suriye, Irak, Keşmir, Filistin, İran, Kırım, Libya, Mısır, Yemen, Can Azerbaycan… Hepsi gözümüzün önünde, hepsi cayır cayır yanıyor.
Bu kadar kötü örnek varken önümüzde hâlâ olanları görmemek, hâlâ susmak… Etmeyin, eylemeyin. Yazıktır, günahtır. Kendi topuğunuza sıkmayın…
Türk insanı, yıllardan beri aynı konu başlıkları etrafında dönüp duruyor dolap beygiri gibi: Din, Osmanlı, siyaset, Atatürk… Tartışmalar hep bu eksende. Oysa çoğumuzun bu konularla bilgisi de yok. Daha çok sezgilerimizle konuşuyoruz, aidiyetlerimiz belirliyor fikirlerimizi. Kendimizi hangi siyasi eğilime ve mezhebe, tarikata yakın hissediyorsak, onun görüşünü savunuyoruz. Muhalif safta olan kimsenin konuştuklarını yanlış görüyoruz. Hatta, doğru da söylese yanlış diyoruz.
Aynı otobüste yolculuk etmek demek, aynı şehri gezmek değildir sadece. Bazen bir bakışta, bazen bir cümlede birbirimize temas ederiz. Bu yolculuklar, şehirlerden çok insanı tanıma fırsatıdır. En kıymetlisi de kırmadan, kırılmadan yapılandır. Biz o kıymetli olanı yaptık.
Bazen insan ne aradığını bilmeden yola çıkar. Yol boyunca gördükleri, duydukları ve yaşadıklarıyla fark eder neyin peşinde olduğunu. Bizim hikâyemiz de böyle başladı. Kültür turuydu yaptığımız. Taşkent’in, Hiva’nın sokaklarında yürürken, medreselerinde yankılanan sesleri dinlerken, sadece tarih ile değil, kendi benliğimizle de yüzleştik.
Daha da önemlisi, birbirimizin sesine, bakışına, suskunluğuna alışmaya başladık. Kimi zaman bir tartışmanın eşiğinde, kimi zaman bir hatıranın gölgesinde durduk ve orada soluklandık. Ama her seferinde yeniden toparlandık. Çünkü biz bu yolculuğa sadece bir grupla değil, bir niyetle çıktık: Anlayacaktık, öğrenecektik, hatırlayacaktık…Yol devam ediyor, bizler de öğrenmeye devam ediyoruz. Hatıraları çoğaltarak devam ediyoruz yolumuza.
Bazen fark etmezsin neyi aradığını, kendindir aslında aradığın. Yola çıkınca her adım, sendeki bir hatırayı uyandırır. Her durak, seni biraz daha sana yaklaştırır.
Hiva geride kaldı. Otobüsün lastikleri yola alışkın, biz ise sessizliğe… Otobüs ilerledikçe, gözlerimiz dalıyor, zihinlerimiz yavaş yavaş başka bir hikâyeye hazırlanıyordu ama Hiva bizi bıramıyordu. Bazı şehirler geride kalmaz; yola çıktığında bile seninle gelir. Hiva da o şehirlerden biri.
Bir başka kapı, bir başka zaman aralığı. Hiva’dan aldığımız hissiyat, Buhara’da yeni sorulara dönüşecek belki.
Gözlerimizi açtığımızda, kendimizi uçsuz bucaksız bir çölün ortasında bulduk. Rehberimiz Yıldız, kum fırtınalarının yolu kapatmaması için yol kenarlarına çöl bitkileri dikildiğini anlatıyordu. Bu bitkiler daha küçüktü ama görevlerini de icra ediyorlardı.
Kısa bir yürüyüş molası verdik. Çöle ayak basmak, bu tenhalığın ortasında yürümek farklı bir histi. Fotoğraflar çekildik, birbirimizle şakalaştık. İçimizdeki çocuk ortaya çıktı: Koşanlar, bağıranlar, kahkahaya boğulanlar…Aman ne güzel. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin bir yanı biraz çocuk kalıyormuş…
Bu mutluluk uzun sürmedi. Yıldız, “Fazla oyalanırsak Buhara’da Özbek pilavını kaçırırız,” deyince hemen toparlandık. Otobüs yeniden yola koyuldu. Camdan dışarıyı seyretmek bile başlı başına bir keyif; çöl bitkileri bizimle beraber akıp gidiyordu yanımızdan. El sallar gibi…
Bir süre sonra önümüzde kocaman bir demir köprü belirdi. Çölün ortasında böyle bir köprü. Şaşırdık kaldık. Ön tarafa geçip fotoğraf çekmek istedik ama şoför izin vermedi. Yasakmış. “Rejim komünist olunca birçok şey yasaklanıyor demek ki,” dedi biri önden. Gülümsedik.
Meğerse Ceyhun Nehri’nin, yani Amu Derya’nın üzerinden geçiyormuşuz. Amu Derya Boru Hattı Köprüsüymüş bu. 1964 yılında yapılmış. Özbekistan’ın Harezm ili ile Türkmenistan’ın Lebap ilini birbirine bağlıyormuş.
“Amu Derya, Orta Asya’nın en büyük nehirlerinden biridir. Tarih boyunca birçok medeniyete hayat vermiştir. Üzerinden geçtiğimiz Amu Derya Boru Hattı Köprüsü, Sovyetler Birliği döneminde (1964) inşa edilmiştir. Hem karayolu hem de boru hattı taşımacılığı için kullanılan bu köprü, Özbekistan ile Türkmenistan’ı birbirine bağlar. Çölün ortasındaki bu demir dev, hem coğrafyanın zorluğuna hem de dönemin mühendislik anlayışına dair ipuçları sunar. Fotoğraf çekmenin yasak olması, Sovyet döneminden kalan güvenlik alışkanlıklarının bir yansımasıdır.”
Yemek zamanı geldi. Yol üzerindeki o malum restorana varmışız. Zahratun (Çöl akşamı) restoran. Masalara oturduk, garson bekliyoruz. Öyle hemen gelmiyorlar masaya garsonlar. Hüseyin garsonu çağırdı ve birlikte siparişleri aldılar. Aldılar almasına da yine karıştırılmış. Arkadaşlardan seslerini yükseltenler oldu “kardeşim ben bunu sipariş etmedim!”
“Ben bu işin böyle olacağını biliyordum” diyerek sitem etti Hüseyin cevaben. Belki haklıydı ama siteme de gerek yoktu. Garson tekrar masaya davet edilerek sorun çözülürdü. Öyle de oldu zaten. Grup gezilerinde ufak tefek sıkıntılar olur elbet. Sabır böyle zamanlarda gereklidir.
Yemeklerimizi yedik, sonra da tek sıraya girerek ödemelerimizi yaptık. Namazlarımızı da burada cem ederek kıldık ve duamızı yaparak yolumuza devam ettik.
“Arkadaşlar, Buhara’ya girdik” anonsuyla uyandık uykudan, yemekten sonra ağırlık çöküyor insanın üstüne. Uyumuşuz. İçimiz kıpır kıpır oldu. Yıllarca kitaplardan okuduğumuz, hocaların anlata anlata bitiremediği, o şehre gelmişiz. Kolay değil, İmam Buhârî’nin, İbn Sînâ’nın doğup büyüdükleri, çelik çomak oynadıkları topraklardayız. Düşünsenize, önde giden ve de önden giden o büyük insanlar bu sokaklarda yürüdü, buranın havasını soludu. Şimdi (2025) biz de o havayı teneffüs ediyoruz. Ne kadar şükretsek azdır…
Saat 18.00’de restoranda olmamız gerekiyormuş ama önce otele uğrayacakmışız. Otobüs otele yaklaşınca dışarıda bir hareketlilik başladı. Resmi kıyafetli sanatçılar karşıladı bizleri. Ellerinde ‘Karnay’larla, gökyüzünü de haberdar ediyorlar bizim Buharaya geldiğimizi. -Karnay; dört metre kadar uzunluğunda bir zurna düşünün altın renginde, işte o karnay. Tok bir sesi var-
Kırmızı halı bile serilmiş yere. Açıkçası hoşumuza da gitti. Herkes bize bakıyor, “Kim bunlar?” der gibi. Eh, biziz elbette: Berlin Türk Eğitim Derneği! Koltuklarımız kabarmadı dersem yalan olur.
Otele eşyaları bırakır bırakmaz tekrar yola çıktık. 18.30’da restoranda olmamız gerekiyordu. Sadece bize özel olarak o saate kadar açık kalmış restoran. İçeri girince koca koca kazanlarda kaynayan Özbek pilavı karşıladı bizi. Servisler hemen yapıldı. Üstüne güvercin yumurtası da kondurmuşlar. Lezzetliydi vallahi. Pilavı bitirdik, yeşil çayımızı da içtik. Sonra otele döndük. Sabah erken kalkacağız, çünkü Buhara bizi bekliyor.
Sokaklarda yürürken yüreğimiz kıpır kıpır ediyor. Şaka gibi. Buhara’dayız. İmam Buhari’nin şehrinde. Bu şehir sadece taş, toprak değil. Her kemer, her kubbe bir şeyler anlatıyor bizlere. Sadece tarihin ağırlığı değil bu; sanki insanlığın vicdanı konuşuyor bu sokaklarda.
İmam Buhârî’nin ilimdeki titizliği, İbn Sînâ’nın aklı ve hikmeti, bir de Şah-ı Nakşibendî Hazretleri var ki; “Halk içinde Hak ile olmak” anlayışı tam da buraya yakışıyor. İlim dediğin sadece akılla değil, kalple, sabırla, adanmışlıkla taşınır. Bu insanlar sadece Buhara’ya değil, koskoca bir medeniyete yön vermişler.
Şimdi kendi kendimize soruyoruz: Biz bu mirasa ne kadar layığız? Çocuklarımızı bu ruhla nasıl tanıştıracağız?
Çünkü Buhara’ya gelmek, sadece geçmişi görmek değil; aynaya bakmak gibi bir şey. O taşlara sinmiş sükûnet, o türbelerdeki vakar gerçekten bizde var mı? Bu sorulara samimiyetle cevap vermek lazım. Asıl mesele şu: O insanların yürüdüğü bu dikenli yolda biz nasıl yürüyeceğiz, hangi izleri bırakacağız?
Unutmayalım, bazen en derin hakikatler en sessiz yollarda, duvarlarda, minarelerde gizlidir. Yeter ki, kendimizi tanıyalım, silkinelim ve kendimize gelelim. Yeter ki, bizim olana, bizden olana sahip çıkalım.
Buhara deyince ne geliyor aklımıza? İmam Buhârî, İbn Sînâ, Şah-ı Nakşibend… Her biri kendi alanında birer yıldız. 600.000 hadis derleyen bir İmam’dan, tıbbın babası kabul edilen bir hekimden, milyonların gönlünü etkileyen bir tasavvuf büyüğünden söz ediyoruz. Batı ona “Avicenna” dermiş, desin dursun; biz onu İbn Sînâ diye biliriz. Güneşi balçıkla sıvayamazsınız.
Ve işte biz, bu büyük insanların yürüdüğü sokaklarda yürüyoruz bugün. O insanlarla aynı havayı soluyoruz, aynı yollarda yürüyoruz, aynı camide cuma namazı kılıyoruz. Daha ne ister insan?
Şükürler olsun Mevla’mıza, bize bu günü de gösterdi ya…
Orta Asya’nın kalbinde, İpek Yolu’nun tam ortasında bir şehir var, Buhara. Buhara; 2.500 yıllık geçmişiyle tarih boyunca ticaretin, bilimin ve maneviyatın merkezi olmuş. İlk dönemlerinde Soğdlar’ın yaşadığı bu topraklar, Zerdüştlükten Budizme oradan İslam’a uzanan geniş bir inanç yelpazesine tanıklık etmiş bir şehir.
674’te İslam’la tanışan Buhara, 9. yüzyılın sonlarında Sâmânîler Devleti’nin başkenti olmuş ve bu dönemde altın çağını yaşamış. Medreseler kurulmuş, minareler yükselmiş, kitaplar yazılmış ve çoğaltılmış. İmam Buhârî, İbn Sînâ, El-Bîrûnî gibi âlimler bu dönemin ikliminde yetişmişler. Buhara artık sadece bir şehir değil, “İslam’ın Kubbesi” olarak anılmaya başlanmış. Sonrasını rehberimizden dinleyelim:
“Moğol istilasıyla büyük bir yıkım yaşayan Buhara, kısa sürede toparlandı. 14. yüzyılda Bahâeddin Nakşibend öncülüğünde doğan Nakşibendiyye Tarikatı, şehri tasavvufun kalbine dönüştürdü. Ardından gelen Şeybânîler ve Buhara Hanlığı dönemlerinde şehir, yeniden siyasi ve kültürel bir cazibe merkezi oldu.
1920’de Sovyetler tarafından işgal edildi ve zorlu bir döneme girdi. Dinî yapılar kapandı, geleneksel hayat baskılandı. Ama şehir ruhunu kaybetmedi. 1991’de bağımsız Özbekistan’ın bir parçası hâline geldi.
Bugün hâlâ Buhara’nın dar sokaklarında yürürken taşlara değil, tarihin sesine basarsınız. Medreseler, türbeler, sinagoglar, çarşılar… Her biri bu şehrin çok katmanlı ruhunu taşır. Buhara’da her an sessizliğe karışmış bir Yahudi ezgisiyle ya da bir havuz başında oturan bir ihtiyarla karşılaşabilirsiniz. İslâm’ın Kubbesi olarak anılan bu şehir, sadece bir şehir değil; yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkan bir hafızadır.”
Şamar oğlanı gibi her gelen vurmuş, kimisi sağdan kimisi de soldan vurmuş. Tökezlemiş, sarsılmış, yıkılmış, vücudu yara bere içinde kalmış ama o Buhara olarak ayakta kalmasını becermiş..
“Kıymetli Anadolu Kervanı; önünde bulunduğumuz bu türbe sadece Buhara’nın değil, bütün Orta Asya’nın en önemli tarihî yapılarından biridir. İsmail Samanî Türbesi.
Bu yapı, 9. yüzyılın sonlarında inşa edildi. Sâmânîler Devleti’nin kurucusu ve ilk büyük hükümdarı olan İsmail Samânî için yaptırılmıştır. Dikkat ediniz türbe taşla değil, tuğlayla örülmüş. Ama öyle bir ustalıkla yapılmış ki, sanki tuğla değil de geometrik motiflerle işlenmiş bir sanat eseri gibi duruyor. O dönemde bu kadar sağlam, bu kadar zarif bir yapı yapmak gerçekten büyük bir mühendislik başarısıdır. Bu yapı Orta Asya İslâm mimarisinin ilk örneklerinden biri kabul edilir. Hem sadeliğiyle hem de taşıdığı anlamla öncü bir yapıdır. Daha önceki geleneklerden de izler taşır: Zerdüştlerin ateşgede planı burada İslamî bir forma dönüşmüştür. Yani bu türbe, bir geçiş döneminin sembolüdür. Moğol istilasından bile sapasağlam çıkmış nadir yapılardan biridir. Burada sadece bir kişinin mezarı yok; bir medeniyetin özü yatıyor.
Bu türbe, sadece mimarisiyle değil, başından geçenlerle de çok kıymetlidir. Pişmiş tavuğun başına bile gelmemiş türbenin başına gelenler. 1220 yılında Cengiz Han’ın orduları Buhara’yı işgal ettiğinde şehir tarumar edilmiş. Camiler, medreseler, kütüphaneler… Hepsi yakılmış, yıkılmış.
Ama bu türbe hâlâ ayakta. Neden mi? Çünkü Buharalılar Türbeyi kurtarmak için onu toprakla örtmüşler. Adeta bir tümseğe çevirmişler. Moğollar da burayı tepe sandıkları için dikkat etmeden yanından geçip gitmişler. Yani bu yapı, bir halkın sevgisiyle, sahiplenmesiyle korunmuş. Bugün burada bu türbeyi görebiliyorsak, biraz da o isimsiz kahramanların zekâsı ve cesareti sayesindedir. O kadar anlamlı ki; bir türbeyi kurtarmak için onu toprağa gömmek… Bugün gördüğümüz her detay, biraz sabır, biraz sadakat ve pazarlıksız bir inançla ayakta kalabilmiştir.”
Rehberimiz Yıldız bu konuşmayı yaparken neredeyse ağlayacak gibi oldu. Sesi titredi. Çekilen sıkıntıları yaşamasa da anlatılanlarla büyüdüğü için ve samimi bir din ve vatan sevgisiyle büyüdüğü için olsa gerektir.
“Değerli Anadolu Kervanı, kıymetli misafirler, şimdi bulunduğumuz yer Kalan Camii (Ulu Camii) ve Kalan Minaresi. Burası, Buhara’nın kalbi sayılır. Zaten “Kalan” demek, “büyük” ya da “yüce” demektir… İsmi gibi yüce bir yapı. Caminin inşası 16. yüzyılda, Şeybânîler döneminde tamamlanmıştır. Önümüzdeki bu büyük avlu ve çevresindeki revaklar klasik Orta Asya cami mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Cami 10.000 kişiyi alabilecek kadar geniş bir cemaat alanına sahiptir. Kalan Camii, İbn Sînâ’nın zaman zaman inzivaya çekildiği, tefekküre daldığı camidir. Onun yalnızca bir hekim değil, aynı zamanda bir mutasavvıf ve düşünür olduğunu hatırlarsak, bu mekânın onun için ne ifade ettiğini daha iyi anlarız. Kalan Camii, sadece namaz kılınan bir yer değildir; ilmin, irfanın, içe dönmenin mekânı olmuştur yüzyıllar boyunca.
Ama asıl dikkat çekici olan yapı, şu karşımızda göklere doğru uzanan görkemli minaredir…Kalan Minaresi. 1127 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmıştır. 46,5 metre yüksekliğindedir. Öyle sağlam inşa edilmiş ki, ne zaman bir düşman ordusu Buhara’ya yaklaşsa, bu minare bir direniş sembolü gibi karşılarmış düşmanı, dimdik…
Kalan Minaresi’yle ilgili meşhur bir efsane vardır…
Yıl 1220. Cengiz Han, Buhara’yı fethetmiş. Şehir yerle bir edilmiş neredeyse. Saraylar, medreseler, camiler… Ne varsa yakılmış, yıkılmış. Ama bu minareye dokunulmamış. Dokunulmamış ki gördüğünüz gibi hâlâ ayakta duruyor. Neden mi? Sebebi şu anlatacağım olayda gizli.
Cengiz Han, ordusuyla birlikte Buhara’ya girerken bu minarenin önüne gelmiş ve başını yukarıya doğru kaldırmış. Minareye, “sen ne kadar ihtişamlı da olsan benden büyük değilsin,” der gibi bakmış minareye. Tam o sırada, başındaki miğfer ya da şapkası — rivayete göre altın işlemeli bir başlık — başından yere düşüvermiş.
Cengiz Han eğilip şapkasını almak isterken, vezirlerinden birisi uyarır: “Han’ım, sakın eğilmeyin! Bu sizin, minarenin önünde saygıyla eğildi şeklinde anlaşılmanıza sebep olabilir.”
Cengiz Han doğrulur, duraksar ve şöyle der: “Ben bu minarenin güzelliğine değil, onu yapan ve yaptıran akla saygı duyarım.”
Ve emreder, “bu minareye dokunulmayacak.”
Buhara yıkılmış, yakılmış ama Kalan Minaresi ayakta kalmış. Cengiz Han, savaşçıydı, düşmandı ama aklı da takdir eden bir düşmandı.
Cengiz Han’ın eğilmemek için durduğu o an, bir yapının değil, bir medeniyetin kurtuluşu olmuş. Kalan Minaresi, sadece yükselerek değil, anlaşılmayı hak ederek ayakta kalmış olabilir.
Ben derim ki; Kalan Minaresi, bir duruşun sembolüdür. Zamana ve İslam’ın yüceliğine doğru sessizce yükselir; adeta bize bir şeyleri hatırlatmak ister. Yanındaki cami ise sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir sığınaktır. Rivayete göre İbn Sînâ buraya gelip yalnızca susmuş ve kalbini dinlemiştir. Bu da bize şunu gösterir: Bazen en derin bilgi, sessizliğin içinde saklıdır.
“Şimdi tam karşımızda duran yapı, Mir Arap Medresesidir. 16. yüzyılın ortalarında, Şeybânîler döneminde inşa edilmiştir. Yani bu medrese yaklaşık 500 yıllık bir ilim yuvasıdır.
Medresenin banisi, dönemin önemli isimlerinden Mir Arap adlı bir din âlimi ve Nakşibendî şeyhidir. Bu yapı sıradan bir medrese değildir. Özbekistan’da Sovyet döneminde bile kapatılmayan nadir medreselerden biridir. Komünist rejim, pek çok camii ve medreseyi kapatırken burası bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bir dönem, ülkenin tek resmî dinî eğitim kurumu olmuştur. Sanki duvarları size o sesi hâlâ fısıldıyor olmalı: Oku!”
Po-i Kalan Kompleksi’nden biraz ötede Uluğ Bey ve Abdülaziz Han Medreseleri varmış. Yıldız’ın çubuğunu takip ederek oraya ulaşıyoruz. Medreseler karşı karşıya. Gayeleri aynı olmasına rağmen aralarından geçen yol, onları birbirinden ayırıyor.
“Kıymetli Anadolu Kervanı, Hani demiştim ya, Buhara bir ilim şehridir diye… İşte şimdi bunun en güzel örneği karşımızda: İki medrese ve iki farklı çağın temsilcisi.
Solunuzda Uluğ Bey Medresesi, sağınızda Abdülaziz Han Medresesi duruyor. Bu yapılar sadece karşılıklı duran iki bina değil; aynı ideale hizmet eden, ama bunu farklı yollardan anlatan iki anlayışın yansımasıdır. Biri sade ve düşünce odaklı, diğeri gösteriş ve estetik ağırlıklı.
Sol tarafta gördüğünüz bu yapı; Timur’un torunu, büyük astronom ve devlet adamı Uluğ Bey tarafından 1417 yılında yaptırılmış. Buhara’daki en eski medreselerden biri olma özelliğini taşıyor.
Süslemelere dikkat ederseniz, oldukça sadedir. Çünkü Uluğ Bey’in anlayışı da sadelik üzerine kuruluydu: Bilgi ön planda, gösteriş ikinci planda.
Bu medresede matematik, astronomi ve mantık dersleri verilirmiş. Çünkü, Uluğ Bey’in amacı sadece bir bina yapmak değil; ilmi, hayatın merkezine almakmış.
Şimdi de sağ tarafınıza, yani Abdülaziz Han Medresesi’ne bakın;
Bu yapı, 1652 yılında, Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına inşa edilmiş. Sanki Uluğ Bey’e bir cevap gibi…Ama bu cevap, tartışmak için değil; aynı hakikatin başka bir yüzünü göstermek için verilmiş olmalı.
Abdülaziz Han Medresesi ilk bakışta farkını belli ediyor.
Çünkü bu yapıda ön planda olan estetik, detay ve görkem.
Süslemelerde çini yerine alçı işçiliği ve altın varak kullanılmış.
Duvarlardaki çiçek motifleri ise neredeyse barok bir hava taşıyor.
Geleneksel çizgilerle ama göz alıcı bir şekilde…
Bu medrese, sadece bir ilim yuvası değil; sanatın ve zarafetin de bir değer olduğunu hatırlatan bir yapıdır.
Yani bir yanda sade ve derin bilgi, diğer yanda görkemli ve etkileyici bir estetik.
Biri aklı besliyor, diğeri ruhu. İlk bakışta bu iki yapı birbiriyle yarışıyor gibi görünebilir.
Ama gerçekte bir çatışma değildir bu; aynı hakikatin iki farklı yüzüdür, birbirini tamamlayan iki yüz. Biri aklın sadeliğini, diğeri ruhun estetikle ifade bulan zarafetini taşıyor.”
Ben derim ki; iki medrese arasındaki farkı anlamak için orada biraz durun ve kendinizi dinleyin. Size, birinin “anlam” önemlidir, diğerinin ise “hayranlık” önemlidir” dediğini duyacaksınız, lisan-ı halleriyle.
Ve kendinize şu soruyu soracaksınız: Biz bugün neyin peşindeyiz?
Sessizce derinleşen bir hakikatin mi, yoksa göze ve duygulara hitap eden bir parıltının mı?
Devam edecek
Rüştü KAM