VATANSEVERLİK

0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABD Türkiye’de ilk resmi temsilciliğini 1831 yılında açsa da ilişkiler çok da öncesinden kurulmuştu. 1783 yılında kurulan ABD’nin 1795 yılında Akdeniz’de dolaşan gemileri vardı.

George Washington firkateyni ile 9 Kasım 1800 tarihinde İstanbul ziyaret ederek gerçekleştirildiğini de göz önünde bulundurursak, 200 yıllık bir ilişkiler geçmişinden söz edebiliriz.

Ama, kabul etmek lazımdır ki, ABD ile ilişkiler hiçbir zaman Türkiye lehine gelişmedi.

Daha ilk resmi anlaşma 1830 yılında imzalandığında, Padişah 2. Mahmut, Avrupa devletlerine karşı bir denge unsuru olabilir umuduyla, ABD’ye o güne kadar görülmemiş imtiyazlar verdi.

7 Mayıs 1830 yılında Osmanlı Devleti ile ABD arasında imzalanan Seyr-i Sefâin ticaret antlaşmasına göre, Amerikan tüccarları ile ticaret gemilerine “en çok kayırılan devlet” statüsü kazanıyor, ayrıca da Osmanlı ülkesinde bulunan tüm Amerikan vatandaşlarına kapitülasyon ayrıcalıklarından faydalanmak hakkı veriliyordu!

Bu anlaşma doğal olarak, ABD’ye bakir bir pazarda dilediği ürününü dilediği gibi pazarlama hakkı veriyordu. Üstelik, her ABD yurttaşına da Osmanlı egemenlik sahasında dilediği gibi ticaret yapmak hakkı veriyordu!

ABD, bu anlaşmadan sınırsız bir şekilde yararlanma yoluna gitti. Ama, en önemlisi, ABD’nin ülkede kendisine bağlı bir topluluk yaratması gerektiği fikrini oldukça erken dönemde uyulamaya koymasıdır.

Ülkenin dört bir yanından açılan Protestan kiliseleri ve misyoner okulları, “ABD dostu” yetiştirmeye odaklanmıştı.

1800’lü yıllarda Anadolu’da misyonerlik faaliyetleri yürüten Harrison Gray Otis Dwight durumu şöyle anlatıyor: “Misyonerlik çalışmaları için 1840- 1850 arası bir canlanma dönemi olup, “son 20 yılda (1880-1900) derin bir şekilde bilgi hırsıyla tutuşan nüfusun bütün sınıfları arasında teşvik edici çeşitli misyon okulları açılması gerekli idi ki, bu bilgi radikal bir şekilde imparatorluğun her bölgesindeki entelektüel atmosferi değiştirmiştir.”

Nitekim 1845’te Osmanlı topraklarında 34 misyoner, 12 misyoner yardımcısı, 7 okul, 135 öğrenci 1890 yılında misyoner sayısı 177’ye, misyoner yardımcısı sayısı 791’e, iptidai, rüşti, kolej ve yüksek okul düzeyindeki okul sayısı 813’e, öğrenci sayısı ise 16990’a ulaşmıştır. Ayrıca 117 kilise ve nüfusu 28667’yi bulan bir Protestan cemaati yaratmasını başarmışlardır. Osmanlı Maarif Nazırı Zühdü Paşa’nın yaptırdığı tahkikat sonucunda tespit edilebilen toplam 399 adet Protestan okulun büyük bir kısmı Amerikan Board adlı kuruma aitti ve bu okullardan sadece 51’inin ruhsatının bulunduğu anlaşılmıştır.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLE ABD İLİŞKİLERİ

Esasen, ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 1923 sonrasında sıcak bir ilişkinin olduğu söylenemez. Düşmanlık da yoktur, ancak mesafeli bir ilişki korunmuştur.

1945’te Yalta Konferansı’nda zafer kazanan ülkelerin dünya egemenliğini paylaşımında Türkiye’nin Batı ülkelerine tabi olmasına Sovyetler Birliği’nin lideri Stalin itiraz etmedi.

İngiltere aracılığı ile, Batı tarafından Türkiye’ye dayatılan şartlar, ülkenin giderek Osmanlı döneminden daha bağımlı bir eşitsiz ilişkiye mahkum olmasına yol açtı.

Tıpkı misyonerlere verilen haklar gibi, ülkede kendisine bağlı bir topluluk yaratması gerektiğini iyi bilen ABD, 27 Aralık 1949’de tarafların imzaladığı, 15 Mart 1950’de de TBMM’de de kabul edilen ve kamuoyunda “Fulbright Anlaşması” olarak bilinen anlaşma ile Türkiye’de “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” kuruluyordu.

Sadece ABD Başkanı’na hesap vermekle sorumlu bu komisyonun başkanı da ABD Ankara Büyükelçisi idi. ABD, 1830’da aldığı imtiyazların çok daha fazlasını 1945 sonrasında almıştı. Hatta, öyle ki, üniversite rektörlerinin, kuvvet komutanlarının kim olacağını dahi ABD “tavsiye” ediyordu!

Batı’ya eklemlenen Türkiye, vatanseverliği Sovyet (komünizm) karşıtlığı olarak yeniden tarif etti. Devletin temel ilkeleri olan 6 Ok’tan birisi olan milliyetçilik artık Sovyet karşıtlığı idi. ABD’nin başını çektiği Batı/Atlantik Bloku’nun ideolojisi olan anti-komünizm Türkiye’de modernist, muhafazakâr, liberal sol, milliyetçi ve İslamcı varyantları ile topluma benimsetildi. Artık, Türkiyecilik anlamında vatanseverlik Sovyet karşıtlığı demekti!

Türk-ABD ilişkilerinden kırılma noktası 1964’de ünlü “Johnson Mektubu” olarak kabul edilir. Belki, bunu ABD hakkında devleti elinde tutan egemenlerin yaydığı hayalciliğin toplum nezdinde kırılma noktası olarak alabiliriz. Ancak, devlet yönetimi ile ABD arasında bir “kırılma” söz konusu değildir.

Esas olarak, üniversite, ordu, basın ve devlet bürokrasisi içerisindeki ABD etkinliğinin 2013 yılına kadar inişli çıkışlı da olsa, sürdüğünü söyleyebiliriz.

Büyük Ortadoğu Projesi uygulama sahası olarak Türkiye’nin sırasının geldiğinin anlaşılması Mesut Barzani ve Selahattin Demirtaş’ın “Kürdistan’ın Akdeniz’deki limanı” olarak İskenderun’u göstermesi ile başladı.

Tavizlere ilişkileri sürdürme politikasının artık geçersiz olduğu, Türkiye devletini yönetenlerin kendilerini de yok edecek bu girişime itiraza zorlandıkları bu andan itibaren ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin dağılma ve çözülme dönemine girdiğini, çatışma tansiyonunun ise, giderek yükseldiğini görüyoruz.

Bugün, Türkiye toplumu örneğin 1950’lerden farklı olarak, ezici çoğunlukla ABD’yi “dost ülke” olarak değerlendirmiyor. Aynı şekilde, siyaset sınıfından da çok küçük bir azınlık ABD ile ilişkimizin lehimize avantajları olabileceğini iddia edebiliyor. Yine, basın, üniversite ve ordu içerisinde de genel kanaat ABD’nin dost olmadığı yönündedir.

Ancak, kabul etmek gerekir ki, 2013 yılından itibaren sürekli artan duygusal tepki ile ABD’nin ülke içindeki “reel etkisi” aynı oranlara sahip değildir. ABD, siyasette de ekonomide de medyada da ve toplumun diğer alanlarında da iki yüz yıllık varlığını 10 senede terk etmez, edemez.

Türkiye’nin ABD etkisinden “arınması”, her şeyden önce ideolojik bir mücadele konusudur. ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili çıkarları ve projeleri ile çatışan bir vatanseverlik anlayışı toplumda yaygınlaşmadıkça, toplumda var olan yüksek duygusal tepkinin yönetim ve yürütme alanlarında karşılığını bulması akamete uğrayacak, hatta sonuçta başarısız olacaktır.

Türkiye’nin fikri iktidarını kurmanın yolu, öncelikle vatanseverliğin içeriğinin yeniden tanımlanması ile mümkündür. ABD karşıtlığı Türkiyeci vatanseverliğin odağına dönüşmedikçe, Türkiye’nin ABD’nin etki alanından kurtulması mümkün olamaz. Dolayısıyla, “başkalarının fikri iktidarı” ile Türkiye yönetilmeye devam eder.

Devamını Oku

ADALET BAKANLIĞI NE İŞ YAPAR?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu soruyu yargı ve yargı ile bağlantılı alanlarda çalışan herkesin sorması gerekiyor. Çünkü, bu sorunun cevabı bir bürokratın vereceği usûl ve istatistik bilgileri ile açıklanamaz. 

Bu sorunun cevabı, özünde felsefî bir sorudur ve sizin devlet anlayışınızı ve toplumsal ilişkilere yaklaşım yönteminizi ele verir. 

Bugün, gördüğümüz kadarıyla, ülkemizdeki Adalet Bakanlığı’nın en önemli çalışma alanı cezaevleri inşaatları! 

Bakanlık bol bol cezaevi inşa ediyor. Cezaevi inşaatı coşkusu “iktidarın başı”nı da sarmıştı ki, seçim konuşmasında Diyarbakırlılara, hatırlayınız, ülkenin en büyük cezaevini inşa etme sözü vermişti! 

Adalet Bakanlığı tarafından açıklanan 2020 Faaliyet Raporu da cezaevi inşaatı çalışmalarının tüm hızıyla sürdüğüne işaret ediyor. 

Rapor’a göre, İskilip, Aksaray, Adıyaman, Iğdır, Göynük, Karamürsel, Kaş, Yahyalı, Sultanhisar, Elmalı ve Siirt cezaevleri kapatılmış. İşlevsizliği ve yapısal sorunları nedeniyle, toplam kapasitesi 2112 olan bu 11 cezaevi yerine, 17 yeni cezaevinin inşaatı bitirilip faaliyete alınmış. Bakanlık, inşaatı bitirilen cezaevlerinin kapasitelerini belirtmemiş. Ancak, kapatılan cezaevlerine oranla en az %1000 oranında kapasite artışı olduğunu söyleyebiliriz. 

Bunun yanında, yine rapordan öğreniyoruz ki, Adalet Bakanlığı tam 26 yeni cezaevi inşaatı daha yürütüyor. İnşaatı süren cezaevleri ile ilgili kapasite bilgisi metrekare cinsinden verilmiş. Buna göre, 26 cezaevinin toplamı 3.531.003 metrekare! Kişi başına 10 metrekarelik kullanım alanı öngörülmüş olsa, 353 bin tutuklu ve hükümlü kapasitesi olan cezaevleri inşaatının sürdüğünü söyleyebiliriz! 

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak tarafından hazırlanarak bu yılın Şubat ayında Merkez Yürütme Kurulu’na sunulan bir rapora göre, ülkemizdeki tutuklu ve hükümlü sayısı 2020 yılında bir önceki yıla göre yüzde 10.1 artarak 291 bin 546 kişiye çıktı. 

Yine Toprak’ın raporundan öğreniyoruz ki, cezaevlerinde ilk sırada yüzde 15,2 ile hırsızlık, yüzde 12,4 ile yaralama, yüzde 7 ile uyuşturucu ticareti ve yüzde 5,4 ile ekonomik suçlardan tutuklu ve hükümlüler yer alıyor. 

Toprak ayrıca kritik bir bilgi de vermiş: “Nüfusa oranla cezaevindeki tutuklu ve hükümlü sayısında dünyanın ilk sıralarındayız. 2019’da 12 yaş ve üzeri her 100 bin kişiden 430’u cezaevinde. 10 yıl önce bu sayı her 100 bin kişide 163 olmuştu. 2010’dan bu yana her 100 bin kişilik nüfusta tutuklu ve hükümlü olarak cezaevine girenler yüzde 260 arttı. Türkiye’nin 4 katı nüfusa sahip 300 milyonluk ABD’de ise her 100 bin kişinin 754’ü hapiste.”

Bütün bu bilgileri bir araya getirdiğimizde, Adalet Bakanlığı’nın suçla değil, suçlu ile mücadele konseptini esas aldığı ve cezaevleri inşa etmek dışında bir çözüm öngörmediğini anlıyoruz! 

Adalet Bakanlığı’nın 2020 Faaliyet Raporu toplamda değerlendirdiğimizde, objektiv ve hukuk sistemimizde geliştirilmesi gereken alanları gösteren vizyona sahip değil. Daha da kritik olanı, örneğin ülkemizdeki göçmen suçlulularla ilgili hiçbir konseptin olmadığını, daha da vahimi denetimli serbestlik uygulamasının sonuçları hakkında hiçbir bilgi verilmediğini görüyoruz. 

Toparlarsak; Adalet Bakanlığı Faaliyet Raporu, bir vizyon belgesi değil, sadece idare-î maslahat babından bir dokümandır. Nitekim, teorik konsept tarifinde bu çok açık olarak anlaşılıyor. 

Adalet Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı tarafından hazırlanan 170 sayfalık Faaliyet Raporu, kurumsal misyonu şu şekilde tarif etmiş: 

“Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile insan haklarını esas alarak, adalet hizmetlerinin adil, hızlı ve etkili bir şekilde sunulmasını sağlayacak politikaları geliştirmek ve uygulamaktır.” 

Vizyon ve yetki, görev ve sorumluklar bölümleri ile birlikte değerlendirildiğinde, Adalet Bakanlığı için strateji geliştiren birimin, bakanlık çalışmalarını “hizmet” olarak algıladığı ve kurulu sistemin yürütülmesinden ibaret gördüğü ortaya çıkıyor! 

Nitekim, Strateji Geliştirme Başkanlığı’nın raporun sonuna koyduğu öneri ve tedbirler bölümü de farklı değil. Anlaşılan o ki, Adalet Bakanlığı bürokrasisi tüm çalışma eksenini cezaevleri üzerinden tanımlıyor. 

Suçla mücadele anlayışından uzak, suçlu ile mücadeleyi çalışmalarının merkezine koyan, tamamen bürokratik ve günü kurtarmayı esas alan, tipik memur ideolojisi ile ancak bu kadar olabilir! 

Esasen, Adalet Bakanlığı yönetiminin ve bürokrasisinin ciddi bir anlayış değişikliğine ihtiyacı olduğu çok açık. Suçu ortaya çıkmadan önlemeyi esas alan, suçu bir “toplumsal değer” olarak kabul edip, onunla sosyal, psikolojik, eğitimsel ve sair mecralarda mücadeleyi esas alan ve bu şekilde toplumsal barışı koruyan ve etkin kılan bir anlayışın yerleşmesi gerekiyor. 

Hiç değilse, en yüksek oranlara sahip 4 suç çeşidi; yani hırsızlık, yaralama, uyuşturucu ve ekonomik suçlar kategorilerinde ilk ve orta öğretime yönelik projeler, kamu spotları, toplumsal farkındalık yaratmak amacıyla suçlarla mücadele haftaları ve sair etkinliklerle suçun “toplumsal değer” olarak negatif algılanmasına yönelik çalışmaların etkin yürütülmesi dahi, kazançtır. 

Çünkü, böyle giderse, daha çok cezaevleri yaparız!

 Ama, tüm bu çalışmalarda başarı kazanmanın ön şartı, Adalet Bakanlığı’nın suçlu ile değil, suç ile mücadeleyi esas alan çalışma anlayışını geliştirmesidir.

Devamını Oku

KLEOPATRA FİLMİNDE BİR YAHUDİ Mİ?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ya da şöyle soralım: Bir Yahudi Mısır’ı ve Avrupa’yı elinde oynatan bu tarihsel ikon karakteri oynarsa, oyunculuğun hakkını verebilir mi? 

Nereden çıktı, bu sorular, diyebilirsiniz. Evet, sinemanın mabedi Hollywood şu anda, tam da bu sorular üzerinden ikiye bölünmüş durumda! 

Önce, yeni Kleopatra filminin Atlas Entertainments tarafından çekileceği duyuruldu. Filmin senaryosunu Laeta Kalogdiris yazacaktı. Kalogdiris ‘Catwoman’, ‘Pathfinder’, ‘Terminatör-Genysis’, ‘Alita-Savaş Meleği’ gibi filmlerin senaristi olarak tanınıyordu. Yani, Hollwood’da bu işin altından hakkıyla kalkacak az sayıda senaristlerden birisiydi. 

Filmin yönetmeni ise, yapılan açıklamaya göre, Patty Jenkins olacaktı. Jenkins ‘Wonder Woman’ serisinin 1996’dan itibaren sayısız muhtemel yönetmen ve senaristler listesinin hiçbirinde ismi geçmeyen birisiydi. Ancak, film 2017’de seyircisi ile buluştuğunda, gerçek bir başarı öyküsü olduğunu herkesin kabul ettiği bir usta yönetmen olduğunu belirtmemek olmaz. 

Öte yandan, 2004’de ‘Miss Israel’ seçilmesi sonrasında oyunculuk kariyerine başlayan Gal Gadot ise, ‘Hızlı ve Öfkeli’nin ‘Gisele’si olarak seyirci hafızasında iyi bir yer edinmişti. Ardından ‘Batman ve Superman-Adaletin Şafağı’ filmindeki ‘Wonder Woman’ rolü, ardından çekilen ‘Wonder Woman’ filminin baş karakteri ‘Diana Prince’i oynayacağının promosyon çalışması olarak anlaşıldı. 

Yeni dönem Hollywood yapımcılarının farkına vardıkları ‘güçlü kadın kahraman’ karakterlerini son zamanlarda en iyi yansıtan oyuncu olarak Gal Gadot’un kazandığı haklı ilgiyi bildiğimizde, ‘Kleopatra’ filminin baş rol oyuncusunun Gadot olarak açıklanması da çok şaşırılacak bir haber değil, aslında. 

Ancak, Hollywood’da çekileceği duyurulan Kleopatra filmine karşı kazan kaldıranların hedefinde tam da Gal Gadot var! 

Hollywood medyası, Gal Gadot’un Kleopatra’yı oynayamayacağı ve bu rolü bir Kuzey Afrikalı veya Ortadoğulu oyuncunun oynaması gerektiğinde ısrar ediyor. Gadot karşıtları daha da ileri giderek, “kahraman kadın ikonu” haline gelen oyuncunun seçilmiş olmasını “Hollywood’un etnik sömürgecilik” anlayışının kanıtı olarak gösteriyorlar! 

Deadline.com sitesinden Mike Fleming’in aktardığına göre, gerçek tamamen farklı. Kleopatra film projesi tamamen Gal Gadot’un kendi projesiydi. Ekibi bir araya getiren de kendisiydi. Ve daha da önemlisi, eşiyle birlikte projenin 3 yapımcısından birisi olacaktı. 

Geriye baktığımızda, sinema tarihinde Kleopatra’nın doğrudan afişe çıktığı tam 11 film yapılmış olduğunu görüyoruz. Film orijinal başlıkları ile yapım yılları en yeniden başlayarak şöyle: Cleopatra (2010), Cleopatra (1999), The Notorious Cleopatra (1970), Carry on Cleo (1964), Cleopatra (1963), Una Regina per Cesare (1962), Le Legioni di Cleopatra (1959), Due notti con Cleopatra (1954), Cleopatra (1934), Cleopatra (1917), Cléopâtre (1899). Bu filmlerden başka, Klaeopatra hakkında yüzlerce video ve televizyon filmleri ve belgesellerinin varlığının kayıtlarda olduğunu da ekleyelim. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar hiçbir film projesi Kleopatra rolü için böylesi bir gerekçe ile çatışmak zorunda kalmamıştı! Bir oyuncunun dramatik ve fiziksel yeterliği tartışılabilir. Bir oyuncunun yansıtacağı rol ile toplumda kazandığı “imaj” arasında varsa (her ne kadar özel hayat ile sanatsal yaratıcılık arasında doğrudan bir ilişki kurulmasına karşı olsam da), uyumsuzluk da tartışılabilir. Ama, bir oyuncunun “ten rengi” yüzünden bir rolü hak etmediği iddiası ve üstelik bu iddianın “etnik sömürgecilik” ile kavramsallaştırılma çabası ile ilk kez karşılaşıyorum! 

‘Michelangelo ile Kahve’ kitabının yazarı James Hall sosyal medyadan ‘yapımcıların herhangi bir ırktan Afrikalı bir aktris bulması gerektiğini düşündüğünü’ açıklamış! 

ABD’nin çok satan, feminist-siyah yazarlarından Morgan Jerkins ise, sosyal medya hesabından “Kleopatra’nın “kahverengi bir kağıt torbadan daha koyu’’ biri tarafından oynanması gerektiğini” yazıyor! 

Öte yandan, “yurttaşlık durumundan” topa giren Jerusalem Post gazetesi yazarı Seth Frantzman, tartışmaya dahili olarak “Yahudileri Ortadoğu’da rol oynamaktan dışlamanın bir anlamı olmadığını” yazıyor! 

İngiliz The Guardian gazetesi ise, tarihçilere söz vererek Kleopatra’nın aslında Mısırlı olmadığını, Makedon kökenli olma ihtimalinin de yüksek olduğunu kanıtlamaya girişiyor. 

İngiliz tarihçi Mary Beard daha da ileri gidiyor: “Kleopatra’nın çağlar boyunca devam eden binlerce tasviri, bölük pörçük veya alenen güvenilmez kanıtlardan elde edilen tehlikeli bir dizi çıkarıma dayanıyor. O kadar az şey biliniyor ki, Kleopatra bugün bize ‘yüzü olmayan kraliçe’ olarak görünmeli.” 

Bu tartışmaları takip ederken, en az Türkiye’deki tartışmalar kadar yorulduğumu itiraf edeyim. Rahatlatıcı olan ise, dünyanın geri kalanının bizden daha iyi bir entelektüel hava solumadığını bilmek! Hepimiz aynı gemideyiz, yani! 

Patty Jenkins’in yönettiği ve Gal Gadot’un baş rolde oynayacağı filmin ne zaman seyirci ile buluşacağı belli olmamakla birlikte, epeyi ilgi uyandıracağını söylemek kehanet olmaz, sanırım. 

Şimdiden, iyi seyirler!

 

Devamını Oku

BEKTAŞÎ ESERLERİ SAHİPLERİNE VERMELİDİR!

0

BEĞENDİM

ABONE OL

İSTANBUL’DA BÜYÜKŞEHİR BEKTAŞÎ ESERLERİNİ SAHİPLERİNE VERMELİDİR!

Ne yazık ki, Ak Parti yönetimi altında İstanbul’un Bektaşîlere ait, tekke, dergâh, zaviye gibi yapıları talan edildi. Kelimenin tam anlamıyla yağmalandı!

Kimi dergâh kebapçı, kafeterya yapıldı. Bazıları sosyal tesise! dönüştürüldü. Ama, çoğunlukla Bektaşîlik ile alâkası olmayan, hattâ tam karşısında yer alan, mezhepçi siyasal islâmcı dernek ve vakıflara peşkeş çekildi!

Ancak, hiçbir zaman herhangi bir Alevî-Bektaşî kurumuna tahsis edilmedi. Yapılan tüm başvurular ise, ya duymazlıktan gelindi, ya da reddedildi!

Söz konusu Alevî-Bektaşîler olunca, bakmayın vakıf senetlerine uymanın kutsiyeti hakkında edilen koca koca laflara; biz, hasbelkader korunan Şahkulu Sultan, Karacaahmet gibi dergâhlara dahi el koymak için Ak Parti İBB yönetiminin olağanüstü gayret gösterdiğini dün gibi hatırlıyoruz.

İşte, bu mezhepçi yağma döneminin bir mağduru da, Edirnekapı’daki Emin Baba Tekkesi’dir.

Emin Baba Tekkesi veya Valide Sultan Tekkesi; İstanbul Edirnekapı Surdışı, Fethi Çelebi Mahallesi Savaklar Caddesine cepheli olarak, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından 1867 tarihinde yaptırılmıştır.

Pertevniyal Valide Sultan’ın nasipli Bektaşî olduğu pek çok kayıtta vardır. Emin Baba ölüm tarihi olan 1886 yılına kadar tekkede postnişinlik yapmıştır.

Tekke 3 katlı bir yapıdır. Giriş katındaki kısım kâgir olarak inşa edilmiştir. Kâgir duvarlar dışındaki ara kat döşemeleri ve üst kat ahşaptır. Arka bahçesinde Otakçılar Mezarlığı bulunmaktadır.

Kuyubaşı Tekkesi olarak da bilinen Emin Baba Tekkesi, Ak Parti yönetimi zamanında İBB tarafından restore edilerek, siyasal islâmcı bir STK’ya tahsis edilmiştir.

Ancak, Bektaşîlerin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde görevi devralan yeni yönetimden beklentisi, bu mağduriyete son verilerek, Emin Baba ve diğer Bektaşî eserlerinin gerçek sahiplerine iade edilmesidir.

Umarız, İBB Bektaşîlerin de sesini duyacak ve mağduriyetlerini giderecektir.

Devamını Oku

DİYANET TÜRKİYE’NİN MİLLÎ GÜVENLİK SORUNUDUR!

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Diyanet İşleri Başkanlığı kurum olarak çökmüş, çürümüş, sadece Cumhuriyet için değil, bu ülkede yaşayan herkes için sorun haline gelmiştir.

Uzun yıllardır, Diyanet’in bu haliyle tehlikeli bir kuruma dönüştüğünü, ya lağvedilerek yerine yeni bir kurum oluşturulması, ya da ciddi anlamda kökten yeniden yapılandırılması gerektiğini anlatıyorum.

Ancak, “Anayasal kurum” gerekçesi ile itiraz edenlerin, ülkemizde din/inanç konusunun toplumun her kesimini kapsayarak, barış ve huzur sağlanması fikri yerine, inançsal farklılıkları iktidarlarını sağlamlaştırma garantisi olarak görmeleri yüzünden “Diyanet sorunu” her geçen gün büyüdü ve artık millî güvenlik sorununa dönüştü.

Rize’nin Güneysu ilçesinde 15 yaşında genç bir kızımızın intihar girişimi, yeniden Diyanet’in devlet içinde devlet olduğunu, devletin kurallarını ve kararlarını hiçe sayarak, kendi kural ve kararlarına göre hareket ettiğini gözler önüne serdi.

Van’dan 13 genç kız Rize’nin Güneysu ilçesine, Kuran Kursu’na, sınav gerekçesi ile getirilmiş. Yüzyüze eğitim salgın nedeniyle yasak olmasına rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı kendi kurallarına göre davranma yetkisini ve cesaretini nereden alıyor?

Bu olay, Diyanet içerisinde yuvalanmış bir tarikat eylemi midir? Yoksa, Diyanet Türkiye’nin her yerinde, Cumhurbaşkanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı’nın kararları hilâfına, kendi bildiğini mi okumaktadır?

İktidar ve muhalefet Diyanet’e dokunmayarak, sorgulamayarak, hatta tüm halkı infiale sürükleyen skandalları dahi yadsıyarak Türkiye’ye kötülük yapmaya daha ne kadar süre devam edecektir?

Bakınız, Rize İl Müftüsü Abdülkerim Çelik’in yerel basında yayınlanan şu açıklaması her şeyi anlatan itiraf niteliğindedir:

“Ben izindeyim olaya pek vakıf değilim, ancak 13 kız çocuğumuz Van ilinden Güneysu Ortaköy’deki yatılı kız kuran kursumuza okumaya geldiler. Pandemi öncesi burada okuyorlardı daha sonra evlerine gönderdik; şimdi yeniden geldiler. Kızlarımızdan biri kurstan ayrıldı ve merkezde kendisini köprüden attı. Diyanet İşleri Başkanlığı yatılı eğitim faaliyetlerimize izin verdiği için hafız olan kızlarımızı yeniden eğitime aldık. Yeni öğrenci almıyoruz.”

Millî Eğitim Bakanlığı yüzyüze eğitime izin vermiyor ama Diyanet İşleri Başkanlığı yatılı eğitime izin veriyor!

Demek ki, Diyanet eğitim konularında da karar alma yetkisine sahip midir? Yoksa, MEB kararları Diyanet için yok hükmünde midir? Tevhid-i Tedrisat Kanunu ne zaman yürürlükten kalktı?

Tüm bu sorularımıza iktidar cenahından cevap alamayacağımızı biliyorum. Ama, hiç değilse, siyaset kurumunun diğer üyelerinden bu faciaya karşı duyarlı davranmalarını beklemek hakkımızdır, diye düşünüyorum.

Diyanet’in Türkiye’nin millî güvenlik sorununa dönüştüğünü iktidarı ve muhalefeti ile siyasi erk ne zaman kavrayacak, çok merak ediyorum.

Devamını Oku