TARİHİN DÖNÜM NOKTALARI

ABONE OL
11:54 - 23/10/2020 11:54
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 

İçinde bulunduğumuz Ağustos ayı, aslında tarihte, tüm dünya, Almanya ve Türkiye için birçok dönüm noktasının yaşandığı bir aydır.
Örneğin; 05 Ağustos 1945 günü tüm dünyanın okullarında okutulan fizik kitaplarında ” Bölünebilir en küçük molekül atomdur ve atom bölünemez..!” yazmaktaydı.
06 Ağustos 1945 sabahı tüm dünya gözlerini Hiroşima’ya çevirdi. Atom bölünmüştü ve yalnız bölünmekle kalmayıp yüz binlerce insanın hayatını da birkaç saniye içinde ölümle yaşam arasında bölmüştü. Aslında; 05 Mayıs 1945 günü, Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasından sonra ikinci dünya savaşı Avrupa’da bitmişti ama Pasifik’e Japonlar, sahip oldukları binden fazla ada ve adacıkta, teslim olmayı kabul etmiyor ve ölümüne dövüşüyorlardı. Japonya’nın Pasifik’teki en büyük adası olan Okinawa’da her gün onbinlerce asker, aslında çoktan ve her bakımdan bitmiş olan bir savaşı sürdürmek adına, hayatını yitiriyordu.
Sıfır noktasına çoktan gelmiş olan Japonya, imparator Hirohito’nun teslim olmayı kabul etmemesinden dolayı, anlamsız bir direnç içine girmişti. Hiroşima Japonya’yı olduğu kadar tüm dünyayı da şoka soktu ama buna rağmen imparator Hirohito teslim olmayı kabul etmedi ve Japonlar direnişi sürdürmeye devam ettiler. 09 Ağustos 1945 günü ikinci atom bombası Nakazaki’de patlayınca, ikinci dünya savaşı bütün cephelerde bitmiş oldu ama bu sefer de başka bir devir başladı. Atom Devri. Bu arada; Berlin de doğu ve batı olarak bölünmüştü. Böylece soğuk savaş yıllarına girildi. Bir tarafta batı dünyası, diğer tarafta Sovyetler Birliği. Silah gücü bakımından dengesiz bir bölünmeydi bu. Bir tarafın elinde atom bombası, diğer tarafın elinde ise konvansiyonel ( klasik) silahlar bulunuyordu. Bu dengesizlik 1949 yılında Sovyetlerin de atom bombası üretmesi ile dengeye geldi ama bu sefer de tüm dünya bir atom savaşı tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Aynı yıl batı dünyası NATO çatısı altında birleşirken, Sovyetler Birliği ve etkisi altına aldığı sosyalist ülkeler de Varşova Paktı çatısı altında birleşince, dünya tam anlamı ile ikiye bölündü ve akıl almaz bir silahlanma yarışı başladı.Bu yarışta Nato’nun çekirdeğini oluşturan ABD, elindeki atom silahlarını bazı NATO ülkelerine yerleştirmekle kalmadı, bazılarına ( Fransa gibi) atom teknolojisini de verdi.Sovyetlerde ise, bu teknolojiyi sadece, Sovyetler ve Varşova Paktı’nın çekirdeğini oluşturan Rusya elinde tuttu.Ancak; her iki blokta yer alan bilim adamları atomun öldürücü gücünü, barışçıl amaçlarla kullanmanın yollarını aramaya başladılar ve çok geçmeden buldular da.Başta enerji ve tıp olmak üzere, nükleer enerji birçok alanda kullanılmaya başlandı.Önce ABD ve ardından Fransa nükleer santrallerle elektrik üretmeye başladılar.Ama bir sorunun cevabı net olarak verilemiyordu, bugün de hala verilebilmiş değil…
Nükleer Artıklar ne olacak. Sovyetlerde de durum farklı değildi ve böylece atom günlük yaşamımıza girmiş olmakla kalmadı dünya gerçek bir Atom Çağına girdi. Artık atomsuz ve nükleer enerjisiz bir dünya düşünmek mümkün değildi. Beri tarafta; iki bloğun ideolojik savaşları ve yayılma politikaları sonucu, bölgesel savaşlar, klasik silahlarla sürmeye devam etti. Ama burada da bir dengesizlik ortaya çıktı. Batı bloğu, genelde, ülkeleri demokrasi, özgürlük ve ekonomik gelişmişlikle kendi tarafına çekmeye çalışırken, Sovyetler silah gücü, baskı ve otoriter bir anlayışla ülkeleri kendi tarafına çekmeye, kendi yanında olanları da yine aynı enstrümanlarla elinde tutmaya çalışıyordu. Bu arada; Demokratik Alman Cumhuriyeti de kurulmuş, doğu, batı bölünmesi yalnızca Berlin değil tüm Alman coğrafyasında gerçekleşmişti. Bu baskıcı sosyalist rejime ilk olarak 1956 yılında Macaristan baş kaldırdı ama silah zoru ile ve acımasızca bastırıldı. Bu olay tüm sosyalist ülkelerin halklarında bir dönüm noktası oldu ve soru işaretleri oluşturmaya başladı. Ama ardından, 1958 yılında Batista yönetimine karşı ayaklanan Fidel Kastro ve arkadaşları Küba İhtilalı’nı gerçekleştirip ülkeye sosyalist rejimi getirince, diğer sosyalist ülkelerin kamuoyları yine bir ikilem içine girdiler. Kübalılar kendi istekleri ile sosyalizmi seçtiklerine göre, bu rejim sadece bir Korku Rejimi olamazdı. Tüm bu gelişmelere rağmen, aslında sosyalist blok ülkelerin kamuoyları, batı dünyasını tanıma olanaklarından yoksun bırakıldıkları, inanılmaz bir baskı ve propaganda altında oldukları için, kaderlerine razı olmak zorunda kaldılar.
Tabii; bu arada Hindistan’da Gandi’nin, kansız bir mücadele yöntemi olan Tuza Yürüyüşü vahşi kapitalizmin eksi hanesine yazılırken, Mao Ce Tung’un Çin’deki kanlı ihtilalı, sosyalist rejimin artı hanesine yazılıyordu ama Avrupa’da artık sosyalizmin çatırdamakta olduğu da bir gerçekti. Özellikle Berlin’de. Çünkü doğu sektöründe yaşayan insanlar günlük yaşamlarında batı sektörüne geçiyor ve gelişmeleri gözleri ile görüp bir kıyaslama yapıyorlardı.
Bunun önlenmesi gerekmekteydi, aksi halde sosyalizm çok kısa bir sürede çökebilir ve diğer ülkelere örnek teşkil edebilirdi.13 Ağustos 1961 günü, gerek doğu ve gerekse batı Belin’liler gözlerine inanamadılar, çünkü akıl almaz bir insanlık suçu gerçekleşmiş Berlin Duvarı yapılmıştı… Bu duvar insanlık dışı olmanın ötesinde, artık sosyalizmin yaşayamadığının bir belgesi, bir anıtı olacaktı ve yıkıldığı tarih 8-9 Kasım 1989’a kadar da öyle oldu. O günleri yaşayan ve bugün, ne yazık ki, hala aynı kafada olanlara sorarsanız, o duvar insanları vahşi kapitalizmden korumak ve barışı kollamak içindi. Bu nasıl bir korumadır ki, duvarı aşmak, öte tarafa geçmek isteyen insanlar vurularak öldürüldüler..? Bugün o insanların anısına tüm Berlin’deki resmi binalarda bayraklar yarıya indirildi.
Tarih hepimize şunu defalarca göstermiştir ki; silah zoru ile dayatılan, insanların özgürlüklerini kısıtlayan rejim ve yönetimler yıkılmaya, çökmeye muhkümdurlar…
Kalın sağlıcakla efendim.
  
M. Deniz Olcayto   

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.