Mahpushaneler de ülke toprağına dahildir!

ABONE OL
11:32 - 23/10/2020 11:32
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Mektup almak heyecan verir, mutlu eder insanı. Keşke yine öyle olsaydı, gazeteden teslim edilen mektuplar yaşam sevinci verseydi. Maalesef tersi oldu, acılar yazıyordu hapishanelerden gelen tutsak mektuplarda. Zarflı, pullu, kalem inceliğiyle biçimlenmiş mektup çağı bitti. Demir parmaklıklar ardındaki insanlar sesini duyurmak için hâlâ bu yolu kullanmak zorunda gerçi. Doğrusu bir yanıyla dost dokunuşudur mektup yazmak, almak, okumak; öte yandan farklı zamanları yaşadığımızı gösteriyor bize. Mahpushanede zaman daha ağır, farklı akıyor. Çocuk tecavüzcülerinin, kadın katillerin bir yolunu bulup dışarı çıktığı zindanlarda, hâlâ on yıllara mahkûm siyasi hükümlüler yatmakta. İşin siyasi, hukuki boyutunu kenara koyuyorum, ancak ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor. Özellikle hasta mahkûmların acılı öyküleri yürek burkuyor. Hukuk devleti olmanın birinci göstergesi mahpushanelerin durumudur.
Bir insanın suçlu olması, hüküm giymiş bulunması hakları olmadığı anlamına gelmez. Hele ki “suç nedir?”, “suçlu kimdir?” tartışması sürerken, bunca kaygan zeminde kolayca yerler değişirken, ayrıca üzerinde durmamız gerekir bu sorunların. İnsanlar asla hapse düşeceğini aklına getirmez günlük yaşamda. İçerideki insanın tecrit edilmesini umursamaz. Oysa mahpuslar da bu ülkede yaşamaktalar, aileleri, sevenleri, hakları var.
Hapishanenin dört duvarı arasından çıkıp kanser hastalığımla birlikte oturmak istedim sizle sohbetlere… Nâzım’ın dilinden dostça bir merhaba ve gerçek hikâyemle geldim yanınıza” diye başlıyor Mesude Pehlivan’ın mektubu. Özenle kurulu cümleleriyle aktarıyor kanser hastası olduğunu. Dört ayda üç hapishane değiştirmiş. Bürokrasiyle, onur kırıcı uygulamalarla boğuştuğunu yazıyor Pehlivan. Doktoruyla baş başa görüşme hakkına saygı duyulmadığından, elleri kelepçelenerek (jandarmaya) bir hayvan gibi itilip kakıldığından söz açıyor. (Hayvanlara da bu muameleyi layık görmüyoruz, o ayrı yazı konusu). Her gün yeni mağduriyet yaşadığını aktarıyor. Kanser hastası birinin, bu güç mücadeleyi kazanması için asgari koşulların bile olmadığını anlıyoruz.
Pehlivan, 2000 yılında adına “Hayata Dönüş Operasyonu” denen cinayetler sırasında zehirlendiğini yazıyor. Cezaevlerine yapılan saldırılarda kimyasal gaz kullanıldığını ve altı arkadaşını kaybettiğini ekliyor. Kadınların kömüre döndüğü bu vahşetin ardından Mesude Pehlivan’ın payına da kanser düşüyor. O günleri anımsadım. Basının nasıl aşağılık haberler yaptığını, gencecik insanların ölümünü alkışladığını düşündüm. Dönemin sorumluları hesap vermek yerine, utanmadan hâlâ akıl veriyorlar, bu da ayrı rezalet.
Hükümlüler, sohbet haklarının verilmediğinden, onur kırıcı üst aramalarının sürmesinden, kamera eşliğinde mahkemeye/ hastaneye götürülürken gördükleri muameleden şikâyetçiler. En önemlisi de seslerini duyuramamak elbette! Açlık grevine gitmek dışında seçenek bulamayan mahkûmların sorunları hepimizi ilgilendirmelidir. Yeni “adalet paketi” de sorunları çözeceğe benzemiyor doğrusu. Temel bakış sorunlu. “Hükümlü insana ne yapılırsa azdır, çünkü o suçludur!” tavrı yanlıştır.
Cezayı mahkeme verir, nasıl çekileceğini de yasalar belirler. Eli kolu bağlı insanlara ek ceza vermeye, keyfi uygulama yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Hukuk suçsuzların konumunu da, suçlununkini de tarif eder. Herkes buna uymak, saygı göstermek zorundadır. Kaldı ki bana gelen mektupların neredeyse tümü siyasi davalarla ilgili. Bizim gibi ülkelerde ne zaman suçlu sayılacağınız, hangi koşulda masum ilan edileceğiniz belli olmaz!

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.