GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VII)

ABONE OL
18:21 - 01/10/2020 18:21
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VII)

-Ezber bozan bir kalıntı-

Göbekli Tepe

Göbeklitepe giriş kapısında Mahmut Kılıç karşıladı bizi. Bilet alınarak giriliyor içeriye. Sohbet ettik kendisiyle. Mahmut Kılıç dertli: “Ben karasabanla çift sürerken sabanın ucuna takılan oymalı taşı müzeye götürdüm, teslim ettim. Yıl 1963. Yetkililer geldiler keşif yaptılar ve sonra da burayı kamulaştırdılar. 




Arazide, çok güzel kırmızı mercimek yetişirdi. 55 dönümlük araziye 80 bin TL. ödediler. Bu çok az bir para. Ben para istemiyorum, arazime karşılık arazi verin dedim. Yapmadılar. Burada kesilen her biletin 50 kuruşunu bana verin dedim, onu da yapmadılar. İstediğimi alamayınca hakkımı aramak için istemeden de olsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittim, sonucu bekliyorum. Şimdilik burada bekçilik yapıyorum.”   

Biz Mahmut Kılıç’ı samimi bulduk ve ‘Haklısın’ dedik. Vatanını seven mütedeyyin bir Müslüman olduğu her halinden belli mahmut Kılıç’ın. Devlete de saygılı. Devlet Mahmut Kılıç’ı ve onun gibileri mağdur etmemelidir.

Şanlı Urfa’ya 15 km uzaklıkta Göbeklitepe. Günümüzden tam 12.bin yıl önce inşa edilmiş bir tapınağı saklamış bağrında bugüne kadar. Ezber bozan bir kalıntı.




İmran anlatıyor: “Göbeklitepe, Şanlıurfa’da bulunan, dünyanın bilinen en eski mabetler topluluğunun bulunduğu bölge. Göbeklitepe, insanlığın doğduğu yer olarak kabul ediliyor ve son yılların en büyük arkeolojik keşfi olarak nitelendiriliyor. Zira şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların mabet inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnek yapı burası(M.Ö 9.600 – 7.300). 

Göbeklitepe yapıları,  yerleşim amaçlı olarak kullanılmamışlar. Bu yapılar dünyanın ilk tapınaklarıymış. 1995 yılında kazılara başlayan Alman Arkeolog Prof. Klaus Schmidt’in dediği bu.  Taş devrinden kalma bu tapınakların yapılış biçiminde, ortak bir özellik göze çarpıyormuş. Bu tapınakların merkezinde, iki tane ‘ T ’  biçiminde sütun varmış. 




Bu sütunlar üzerine işlenmiş hayvan tasvirleri ve soyut semboller de var. Boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, turna ve yaban ördekleri en sık görülen hayvan tasvirleriymiş. Taşlar üzerine kazılan bu hayvan tasvirlerinin yanında üç boyutlu kabartma şeklinde yapılan başka betimlemeler de bulunmuş. Bunlardan en önemlisi‘ T ’ biçimindeki sütunun yan tarafından aşağı doğru iner biçimde tasvir edilen aslan kabartması.

Göbeklitepe’nin günümüze kadar bu denli mükemmel olarak korunmuş şekilde gelmesi, arkeologları şaşırtan bir diğer konuymuş. Yapılan araştırmaya göre, tapınağın yapıldıktan yaklaşık 1.000 yıl sonra bilinçli olarak toprağın altına gömüldüğü anlaşılmış. Göbeklitepe’nin niye gömüldüğü, cevabı bilinmeyen sorular listesinde yer alıyormuş. 

Stilize edilmiş insanları tasvir eden ‘ T ’ biçimindeki sütunların ağırlıkları 40 ile 60 ton arasında değişiyormuş. İlkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve nasıl dikildiği arkeologlar tarafından henüz çözülememiş. Belki tüm bu sorulara cevap bulunduğunda insanlık tarihi yeniden yazılacaktır.” 

İlknur Çağlar’la yaptığı röportajda Prof. Klaus Schmidt şu tespitleri yapıyor: “Dönemin Tanrı tasavvurunun tam olarak nasıl olduğundan da emin olamayız. Bundan 40 bin yıl önce, Göbeklitepe’de yaşamış olan insanların tek bir Tanrı tasavvuruna mı sahip oldukları, yoksa canlılığa inanan bir tasavvurun mu hâkim olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu tasavvurda bütün hayvanlar tıpkı insanlar gibiler ve bütün insanlar da hayvanlar gibi. Aralarında herhangi bir fark bulunmuyor ve üstün bir Tanrı tasavvuru yok gibi. Bu tasavvurda hâkim olan doğa. Ve doğa, sürekli tekrar eden, belli bir çevrimde, sürekli dönüp durmakta. İnsan varlığının ne zaman bizatihi idrak edildiği, insandan ya da doğadan üstün bir varlığın olduğuna dair fikrin ne zaman vusule geldiği sorusuna cevap verebilmek için elimizdeki bilgiler maalesef yeterli değil. Ama bu, Göbeklitepe zamanında olmuş gibi görünüyor. İnsan suretlerinin anlaşıldığı büyük T-oklarına baktığımızda da net bir sonuç elde edemiyoruz; burada da üzerinde tartışılması gereken sorular var. Zaten hâlâ bu sorular ve cevapları üzerine çalışmaktayız. 
Göbeklitepe’de hâlihazırda dört, beş, altı… yedi tapınak ortaya çıkarılmış durumda. Geri kalan 15 tapınağı da hasarsız olarak ortaya çıkarmak istiyoruz.”




Göbeklitepe, arkeoloji dünyasının en büyük keşiflerinden biri kuşkusuz. Çünkü daha şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların, tapınak inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnek ve bu da şehirleşmede, yani medeniyet tarihinde devrim niteliğinde bir çaslışma. Hatta kazıyı yapan Dr. Klaus Schmidt, “Önce tapınak yapıldı, şehir sonradan geldi” diyor. Bu sözüyle erken medeniyet tarihine yeni bir açılım getiriyor.

İncelemelerimizi yaptıktan sonra Göbeklitepeden ayrılırken, oradaki bekçi yanıma geldi ve bana, “Rehberiniz eksik söyledi. Doğum odası aşağıda değil yukarıdadır, – eliyle işaret ederek- işte ta şurada.” dedi. Mahmut Kılıç’ın oğluymuş.

Eyyüb Peygamber




Harran Üniversitesi ile vedalaştıktan sonra, Eyyüb Peygamber’in çilehanesine doğru döndürdük otobüsü. Ziyaretçisi fazla yok. Dışardan bakıldığında öyle özel bir ziyaret mekânı gibi de durmuyor. Sanki Eyyüb Peygamber’in hastalığı devam ediyormuş gibi, ortam sessiz ve sakin. Önce çilehaneyi ziyaret ettik. Sonra da „şifalı su“ yazan çeşmeden su içtik. Şifa beklentisi ile değil elbet, sususluğumuzu gidermek için. Abdestimizi aldık ve camide öğle ile ikindi namazlarını cem ederek kıldık. Duamızı yaptık ve Halil İbrahim Peygamber’i fazla bekletmemek için düştük yollara.





Eyyüb Peygamber’in hikâyesi Şöyle: Önce malını mülkünü, koyununu keçisini kaybediyor. Arkasından evini, arkasından da çocuklarını kaybediyor. Daha sonra da sağlığını. Eyyüb Peygamber bu durumlarda hep sabrediyor. Allah’a tevekkülü tam, isyan etmiyor. Dudağından da dua hiç eksik olmuyor. “Ey güzel Allah’ım! Halim sana malumdur. Adını anamayacak kadar hastayım! Sen Şifa verensin! Şifana muhtacım…”




Yüce Allah, kulu Eyyüb’ten hoşnuttur. Bu teslimiyet Eyyüb Peygamber’in makamını, Allah katında daha da yüceltir ve kul’u Eyyüb’e: “Ayağını yere vur” diye vahyeder. Eyyüb Peygamber güçlükle ayağını kaldırıp yere vurur. Ayağını vurduğu yerden berrak bir su kaynamaya başlar. Eyyüb Peygamber o suyla yaralarını temizler. Yaraları kısa sürede kuruyup kaybolur. Yine o sudan kana kana içer ve içindeki dertler de şifa bulur. Böylece Eyyüb Peygamber, hastalanmadan önceki sağlığına kısa zamanda kavuşur. Sağlığıyla birlikte eski servetini de yeniden kazanır. Eyyüb Peygamber, refah ve sağlık içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksulluk ve hastalıktayken de O’nu unutmaz, şükrü devam eder, isyan etmez. Böylece, Allah’ın sadık ve sabırlı bir kulu olarak tarihe geçer.


Hz. İbrahim




Urfa’daki son ziyaret mahallimiz. Tertemiz bir bahçesi var Halil İbrahim Peygamber’in. Duygu dolu bir müzik eşliğinde karşılıyor misafirlerini. Atmosfere uygun bir müzik. İmran hikayeyi anlatmaya başladı bile, biraz da acele ediyor. Buradan sonra otele gidilecek, yemek yenecek ve akşam 20.00’de sıra geceleri için salonda yerimizi alacağız. Zaman kısa. Ama biz etrafı görmek istiyoruz, balıkları görmek istiyoruz, mancınıkları görmek istiyoruz ve İbrahim Peygamber’in doğduğu mağarayı görmek istiyoruz. Bütün bu yerleri gezeceğiz ve iki saat sonra da otelde olacağız. Ferman Emin’den.
Bir taraftan İmran anlatıyor öbür taraftan Berna kızımız not alıyor. Bütün gezi boyunca düzenli not aldı Berna. Mocca Dergisi’nde yayınlanacak o notlar. Aferin Berna. İyi ki varsın. İmran’ı dinleyenlerin sayısı oldukça az. Kızlar fotoğraf çekmekle meşguller. 




Hz. İbrahim; Müslümanlık açısından, haniflik açısından, “oğlunu kurban et” emrine itiraz etmemesi, Kabe’yi inşa etmesi, Nemrut’la mücadelesi ve Nemrut tarafından atıldığı ateşte yanmaması gibi hikayelerin kahramanı ve sembol kişisidir. Kur’anda birçok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı “Halil” yani dost sıfatını vermiştir. Ayrıca, İbrahim Peygamber’in, “Hanif” olduğu, yani Allah’ın birliğine inanan, Allah’a ortak koşmayan biri olduğu özellikle belirtilmiştir. 

Müslümanlar,  İbrahim’in gördüğü rüyayı, oğlu İsmail’i kurban etmes gerektiği şeklinde yorumlarlar. Onun, oğlunu kurban etmek üzere yanında dağa götürdüğüne ve bu teslimiyetin de Allah tarafından ödüllendirildiğine inanırlar. Gökten bir koç indirilmiş ve İsmail Kurban edilmekten kurtulmuştur. Kur’anda çocuğun ismi verilmeden anlatılan bu hikaye Kurban Bayramlarında kürsülerden tekrar tekrar anlatılır:




“İbrahim, Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla’ diye niyazda bulundu. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, ‘Yavrum, ben rüyamda seni Allah’a kurban ettiğimi gördüm. Sen ne düşünürsün, ne dersin bu rüyaya?’ dedi. O da, ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.
Nihayet her ikisi de boyun eğdi ve İbrahim Allah’ın buyruğunu yerine getrirmek için oğlunu yüz üstü yere yatırdı. Tam bıçağı boynuna çalacağı vakit ona, şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Gördüğün rüyanın gereğini yerine getirdin. Sözünde durdun. Allah’a teslim oldun. Şüphesiz biz duruşu belli olan sadık kullarımızı böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.’
Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek O’nu sevindirdik ve onradan gelenler arasında ona güzel bir isim bıraktık. İbrahim’e selam olsun.(Saffat:100-109)




“İbrahim, ne bir “Yahudi”, ne de “Hristiyan” idi, ama kendini Allah’a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş biriydi; ve O’ndan başka bir şeye ilahlık yakıştıranlardan değildi.” (Al-i İmran 67)

Kuran’da İbrahim’in, putperestlerle ve kendini ilah sayan Nemrut’la yaptığı çetin mücadeleler anlatılmaktadır. Bu tartışmalarda ona cevap veremeyenler, onu ateşe atarak cezalandırmak istemişler, fakat bunda başarılı olamamışlardır. İbrahim için ateşin bir gül bahçesine dönüştüğü rivayet edilir.

Hikaye şöyledir: İbrahim Nemrut’u ve putları ilah edinmeyi asla kabul etmemiş, putları kimse görmeden kırarak baltayı büyük putun boynuna asmış ve Nemrut’u tek tanrı inancına çağırmıştır. İbrahim’in çağrısına kulak asmayan Nemrut, büyük bir ateş yaktırıp, İbrahim’i mancınık ile ateşe attırmış, ama ateş Allah’ın emri ile onu yakmamıştır. Rivayete göre İbrahim ateşlerin içindeyken onun Tanrısı ateşi ona bir gül bahçesi haline getirmiştir. Hikâyenin Türkiye versiyonunda olay Urfa’da gerçekleşir, ateş göle (Balıklıgöl), odunlar ise gölde yüzen balıklara dönüşür. Kur’an bu konuyu şu şekilde ifadeye koyar: “Bir kısmı eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin! dediler. Biz de Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. (Enbiya suresi; 68-69) 




İmran’ın  açıklamalarından sonra grup serbest kaldı. Hüseyin ve ben hanımlarla birlikte Urfa Çarşısı’na daldık. İsot alacağız. Harran’da aldığımız isotu beğenmedi hanım. “Bunlar, sıcakta fazla kalmıştır, özelliğini kaybetmiştir, buraya gelmişken gerçek bir isot almamız lazım dedi…” Daldık çarşıya, yine de bulamadık o aradığımız isotu. 
Neden sonra hanımlar da yoruldu biz de. Hanımlar bu sefer gümüş takı peşine düştüler. Biz onları kendi haline bıraktık. Hüseyin Sebahattin, Yunus ve ben Hz. İbrahim’in bahçesinde dolaştık, balıkların fotoğraflarını çektik. 



Bu esnada ziyaretçilerden bir müslüman kardeşimiz, eliyle işaret ederek ‘Şu balığın kuyruğu ateşe atılma esnasında yanmış olabilir bakın bakın!’ diye bağırınca, dikkatimizi o tarafa çevirdik. Vatandaşın heyacanına saygı göstermeyi yeğledik. ‘Evet olabilir’ falan dedik. Hatta o balığın fotoğrafını da çektik. Kuyruğunun ucunda bir beyazlık vardı. Vatandaşa anlatılan şekliyle vatandaşın mantığı doğruydu. O heyacanda samimiyet vardı. Yapılacak bir şey yoktu.

Kalabalık fazlalaşınca, biz oradan ayrıldık ve Nemrut Tepesi’nin  karşısındaki tepeye çıktık. Nemrud’u seyrettik oradan, yaptıklarını hayal ettik. Zulümlerine tanık olduk. Allah’ın zulme uğrayan samimi kullarına nasıl yardım ettiğinine tanık olduk. Karıncanın, Hz.İbrahim’e su götürürken sarfettiği sözdeki samimiyetin, teslimiyetin gücünü gördük, “Oraya ulaşamam ve o ateşin de harını söndüremem belki ama, safımı da belli ederim ya.” 






Mancınkların bağlandığı kulenin resmini çektik ve Nemrut’un karşısında bacak bacak üstüne atarak keyifli ve onurlu bir kahve içtik. Mancınığın ne olduğunu Gizem’e anlatma da güçlük çektik. Almancasını söyleyerek anlatmak kimsenin aklına gelmedi. Sonunda sebahattin’in aklına geldi de Gizem de rahatladı biz de.

Hanımlar da geldi biraz sonra o tepeye. İsotu bulamamışlar, istedikleri modelde bir gümüş takı da bulamamışlar. Haklılar, akşam oldu, dükkanlar kapandı. Yoksa arayıp da bulunamayanlar aslında  Urfa’da olması gerekenler. Hanımlar kahvelerini içemediler Nemrut’un karşısında. Garsonlar gecikti, bizim de otele dönmemiz gerekiyor. Emin’i kızdırmamak lazım. Sıra gecesine geç kalabiliriz.




Otelde yemeğimizi yedik ve hemen yola çıktık. Emin yerimizi önceden ayırtmış. Program başlamış, Urfa türkülerini çalıyorlar ve oynuyorlar. Zılgıtlar atılıyor: 
“Urfalıyam ezelden/Gönlüm geçmez güzelden/Göynümün gözü çıksın/Sevmeseydim ezelden.”

Derken bizimkiler de coştular. Çıktılar ortaya ve başladılar halay çekmeye. İlk önce biraz çekinerek oynasalar da sonradan açıldılar, bu sefer de sahneden inmediler. İkram olarak çiğ köfte, çay ve tatlı var. Müthiş keyif aldık. Teşekkürler Emin.




Gece sona erdi otele gideceğiz, sayı eksik diyor Emin, bakıyoruz, Nusret ile Ünal yoklar. Emine hanım tutturdu ‘kocamı bulmadan otele gitmem!’ diye. Nusret’in kaybolmayacağını Emine hanımı bir türlü anlatamadık. Kocam da kocam diye tutturdu. Sonunda, onların maç seyretmeye gittiğini söyledi de birisi otele gidebildik.


Sabah erkenden Mardin’e gidilecek. Emin otobüse binme saati 7 dedi. Erken yatmak ve erken kalkmak lazım… 






Devam edecek


Rüştü Kam
Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.