ERZİNCAN VE SİVAS

ABONE OL
18:13 - 01/10/2020 18:13
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

ERZİNCAN VE SİVAS


VENİ VİDİ SCRİPSİ (XII)
“Geldim, gördüm, yazdım” 2015


Erzincan’dayız. 2 saat zamanımız var. Bu iki saat içinde Gülayşe Hanım teyzesiyle görüşecek ve bizler de bakırcılar çarşısından hediyeliklerimizi alacağız. Tabii ki öğle ve ikindi namazlarını da kılmamız lazım. Bakırcılar Çarşısı’nda mescit var, namazlarımızı yine cem ederek orada kıldık. Biraz soluklandık. Yemek yiyenlerimiz de oldu.
Hediyelikler, kahve takımı, duvar saati, bakır tepsi, semaver, biblo, tabak, kaşık, şekerlik, sigaralık, kupa, vazo… gibi ürünler,  daha çok süs eşyası niteliğinde…Sektör talep azalması nedeniyle önemli ölçüde işini kaybetmiş. Zarara uğramış, birçok işyeri kapanmış. Eskiden, dövme bakırcılık çok yaygınmış: Tepsiler, kazanlar, kaplar, ibrikler, leğenler yapılırmış.
Aluminyum ve plastik eşyanın yaygınlaşmasıyla dövme bakırcılık önemini yitirmiş, yerini bakır el işlemeciliğine bırakmış. Esnaf sıkıntılı, yine de Allah bereket versin diyorlar.

Erzincan hakkında bilgiyi otobüste rehberimiz Yasin’den aldık: „M.Ö. iki bin yıllarında, bu yörede, Hurrilerin ve Hititlerin yaşamıştır. Erzincan yakınlarındaki  Altıntepe’de yapılan kazılarda (1953) Urartular’a ait birçok eser çıkarılmıştır. Halife Osman zamanında(655) Habib bin Mesleme Erzincan ve yöresini Müslümanların yönetimine katmıştır.
1228′de I. Alaeddin Keykubad’la Anadolu Selçuklu Devleti hâkimiyetine giren Erzincan, Çaldıran savaşından sonra (1514), bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile beraber Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Ruslarla burada Ermenileri silahlandırarak geriye çekilmişlerdir. İlk ermeni olayları Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu Armıdan nahiyesinde meydana gelmiştir. Çete faaliyetleri şeklinde başlayan olayların failleri ve elebaşıları başlangıçta yakalanıp cezalandırılmışsa da olayların önü alınamamıştır.
Erzincanlı bir Ermeni komitacısı olan Dikran Papazyan’ın şu itirafı Ermenilerin Erzincan halkını tamamen imhaya kararlı olduklarının kanıtıdır. “Üçbeş gün kadar daha geçmiş olsa idi komitacıların almış oldukları tertibat sayesinde Erzincan’ı tamamen ateşler içinde bırakacaktık. Yakıp yıkacak bütün Müslümanları ve askerleri öldürecektik. Fakat buna vakit bulamadık.“
Erzincan katliamını hakkında, Kazım Karabekir şunları söylüyor: „Bütün kuyular şehit edilmiş insan cesetleriyle doluydu. İnsanlar evlere ve camilere toplanmış, orada hunharca yakılmışlardı…“

Sonuç olarak Erzincan veya Erzincan halkı Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde üzerine düşen görevi fazlasıyla yapmıştır.
Erzincan deprem bölgesidir. 1939’da şiddetli depreme maruz kalmış, şehir harabeye dönmüştür. Şehirde taş taş üstünde kalmamış, onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden sonra bugünkü Erzincan şehri inşa edilmiştir.”

Erzincan benim askerlik yaptığım şehir. Biz Erzincan değil de “Erzindan” derdik bu şehre. Soğuğu ile meşhurdur. Askerlik yaparken hiç ısınamamıştım bu şehre(1982), yine de eski hatıralarımı canlandırayım şöyle bir şehirde tur atayım dedim ama içimden gelmedi… Bakırcılar Çarşısı’nın önünde oturarak verilen zamanın gelmesini beklemeyi yeğledim.

Zamanından önce geldiler arkadaşlar otobüsün yanına. Alışılmışın dışında bir davranış. Ayşegül Hanım teyzesiyle vedalaştı ve yola koyulduk.  Otobüste anladık ki, Erzincan arkadaşların da ilgi alanına girmemiş.

Emin kardeşimiz bizlere Erzincan Sivas arasında ziyafet çekeceğini söylemişti ama bu vaad gerçekleşmedi. Haksızlık etmeyelim Emine tekif etti. Ancak hedefimizde Sivas var. Tarihi eserlerin bolca olduğu şehir. Aynı zamanda “yiğidin harman olduğu yer.” Merak ediyoruz. Ve de acele ediyoruz, gün batmadan önce Sivas’a varmalıyız. Kaptan Sezgin Sivas türküleriyle arkadaşları Sivas moduna sokmaya çalışıyor:

Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
………..

Gök Medrese



Gök Medrese’den başladık Sivas’ı gezmeye. İnşaat halinde ama görünen kısımları göz kamaştırıyor. Restorasyonda olduğu için, içini gezemedik. Asıl adı “Sahibiye Medresesi” olan Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde, 1271 yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış. Açık avlulu ve iki katlı. Giriş eyvanının sağındaki mescidin ve iki yan eyvanın firuze renkli çinileri bu medreseye Gök Medrese adını verdirecek kadar etkili olmuş. Selçuklu sanatının en seçkin en abidevi anıtlarından biri olan Gök Medrese, süsleme sanatı ile mimarinin birbiriyle bütünleştiği nadide eserlerimizden bir. Girişin sağındaki mescit bölümünün firuze renkli çinilerinin büyük bir kısmı düşmesine rağmen ihtişamını hâlâ korumakta. Taç kapı on dört sıralı mukarnasdan oluşuyormuş, petek gibi. Taç kapı süslemelrinde, Orta Asya Türklerinin geleneklerinin devamı olarak hayvan başları, hayat ağacı ve yıldız süslemelerine bolca yer verilmiş.

Eyliya Çelebi, Kızıl Medrese diye söz etmiş bu Medreseden. Ve bu eserin mislini yapmanın mümkün olamayacağını notlarına eklemiş: “Diyar-ı İslam’da emsaline rastlamadım ben bu eserin. Kapısı kale kapısı kadar sağlamdır, iki katlıdır, 80 odası vardır, talebeler kışın alt katlardaki odalarda çalışırlar yazın üst katlarda. Mescit ve kütüphaneden başka bir de fakirler için yemek pişirilen Dar’-üz-ziyafe’si (ziyafet odası/Aşevi) vardır.“

Yazılanlara göre, Gök Medrese’de bulunan figürlerle, İslam Kozmolojisi betimlenmiş: “Sekiz kollu yıldız dünyayı temsil edermiş. İçindeki yazı da Allah yolunun kulu ve dünyanın yüz akı Selçuklu Sultanı’nı temsil edermiş. Yıldızın hemen üstündeki bitkisel motif hayat ağacı ya da bir başka deyişle kozmos ağacıymış. Ağaç kollarıyla yayılan kâinatı temsil edermiş.
Ağaç dallarının en üstünde kanatlı, insan yüzlü bir varlık varmış. O da bu kâinatın koruyucusu, bekçisiymiş.

Hayat ağacının üstündeki yine sekiz kollu olan yıldız dünyadan görünmez âleme geçişi, yani bir anlamda Arş’ı temsil edermiş. Dünya’nın ve Selçuklu Sultanı’nın yıldızının bu yıldıza göre daha küçük ve soluk oluşu sultanın ve dünya ehlinin aczini belirtirmiş.

Orta Asya Türk mitolojilerinde dünya ile gök arasındaki kapı Kutup Yıldızı’ymış. Türkler müslüman olduktan sonra da bu temsili kullanmaya devam etmiş ve Kutup Yıldızı’nı Arş’a yormuşlar. Yıldızın içindeki kapı şeklindeki oyuk bu iki dünya arasında geçiş özelliğini görselleştirirmiş. Arş motifinin üstünde nazardan korunmak için yazılmış yazılar bulunurmuş. Allah bu temsili ve yaratılmış âlemi, kötü şeylerden korusun diye yazılmış. Onun da üstünde cennet, böylelikle, görünen âlemin ötesindeki ve hepsinin üstündeki mekân temsil edilmiş.”

Sivas’tan Arş’a uzanan bu Göklerin Medresesi’ni yapan ecdâdımıza Allah gani gani rahmet eylesin.

Sırlı ve mavi çini işçilikli tuğla örgülü minareler taç kapıyı daha da önemli kılmakta. Taç kapının üst iki köşesini iç içe girmiş hayvan başları doldurmakta. Koç, domuz, aslan, yılan, ejder başlarının tanındığı bu kompozisyonla burçlara işaret edilmiş. Türklerin on iki hayvanlı takvimlerinde de bu hayvanların bir kısmı mevcutmuş.

12 hayvanlı Türk takvimi:



Türklerin 12 hayvanlı takvim figürleri Gök Medrese’de yerini almış. Tabiat olaylarıyla iç içe olan atlı göçebe Türkler, zamanla hayatlarını belli bir düzene koyma ihtiyacı duymuşlar. Bu sebeple “geçmiş- şimdi – gelecek” bilgisi yoluyla, zamanı sistemli hale getirmişler. 12 hayvanlı takvim, Türklerin kullandığı en eski takvimdir. Güneş yılını esas alır. Bu takvimde  yıllar bir hayvanın adıyla anılır. Bu hayvanlar: Fare, sığır, pars, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. Tarihte ilk kez bu takvimi Hunlar daha sonra Göktürkler, Uygurlar, İdil ve Tuna Bulgarlar’ı kullanmış. Bu takvim de miladi ve hicri takvimlerdeki gibi her yıl 12 aydan oluşur. Bazı aylar 30, bazı aylarda 31 gündür. Miladi ve hicri takvimlerdeki gibi aylar 28 veya 29 çekmezmiş.

Gök Medrese hüzünlü, boynu büküm, gözü yaşlı. Refah Partili Temel Karamollaoğlu, belediye başkanı olduğu dönemde, Vakıflar da Refah Partisi’nin elindeydi. Bunlar, Sivas’ta hangi hayırlı hizmetin altına imza atmıştır? diye sormadan geçemeyeceğim.

Mustafa ve Ayşegül Yücel de burada ayrıldılar ekipten. Bir gece de olsa anne ve babalarını görmek için Kırşehir’e gittiler. İsmail Yılmaz Hopa’da, İlhami Büyükbaş Şavşat‘ta ayrılmışlardı.

Otobür otelin olduğu yere kadar gidemiyormuş maalesef. Eşyalarla birlikte de gezimizi sürdüremeyiz.  Otele yerleşip sonra geziye çıksak zaman buna müsaade etmiyor. Çaresiz eşyalar arabada kaldı. Biz geziye devam ederken, kaptan yardımcısı otel çalışanlarından yardım alarak eşyaları otele taşımış. Teşekkür ettik. Mazlum bir delikanlı.

Rehberimizin anlattığına göre; Gök Medrese 20 yıla yakındır restore ediliyormuş. ne yazık ki ya aslına uygun olmayan çalışmalar yüzünden ya da ihaleyi alan  firmanın iflası gibi sebeplerden dolayı, restorasyon hep yarım kalmış. Bugünlerde yine restorasyona alınmış önünde ki bilgi tabelasında Şubat 2016 tarihinde bitirileceği yazıyor. İnşallah bu sefer biter.
O görkemli taç kapıyı ve minarelerini uzun uzun seyrettik. Fotoğraflar çekildik, tarihe yolculuk yaptık, hayıflandık da. Yapacak bir şey yok. Sorumsuz sorumluları göreve davet ederek vedalaştık Gök Medrese ile…

Ulu cami



Sırada Ulu Cami var. Anadolu Selçuklu Devleti sultanı II. Kılıç Arslan zamanında, Kızılarslan bin İbrahim tarafından 1196-1197 yıllarında Kul Ahi’ye yaptırılmış. Kubbe fikrinin henüz gelişmediği dönemde yapıldığı için kubbesi yok.
Anadolu’nun en eski ve en büyük camilerinden biriymiş. Minaresine 116 basamakla çıkılıyormuş. Camii’nin içi etkileyici, ahşap taşıyıcıları varmış. Sonradan bu taşıyıcılar ahşap görünümlü olmuş. Ahşap tavan 1955 yılı onarımında tamamen değiştirilerek ahşap taklidi betonarme tavan haline getirilmiş, akıntıyı önlemek amacıyla da üzeri bakır kaplı kırma çatı ile örtülmüş. Mihrap, minber ve kürsü de onarım sırasında betonarmeleştirilmiş. Avlusuna da betonarme bir ucube bina yapılmış.

Çevre düzenlemesi berbat, Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu. Eserin güzelliğine gölge düşüyorlar.

Birkaç defa yıldırım isabet etmesi nedeniyle, kıymetli süslemelerin bulunduğu minare gövdesi boydan boya yıpranmış ve zamanla eğilmiş. Rehberimizin anlattığına göre minare yıkılacakmış. Bugünün tekniği minarenin tamir edilmesine yetmiyormuş. Mimari yapısı ve eğik minaresiyle dikkati çeken Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri olarak biliniyormuş.

‘Çelik halatlarla sağlamlaştırılması neden mümkün olmasın?’ diye arkadaşlarla yorumlar yaptık. Aramızdaki mimar ve inşaat mühendisi arkadaşlar bunun mümkün olabileceğini söylediler. Pizza Kulesi’ni örnek gösterdiler. İyi de burası İtalya değil ki, Türkiye…

Sivas Ulu Camii’nin vakıfları da varmış. 1578’de tanzim edilmiş. Evkaf ve tahrir defterlerinden tespit edilmişler. Camiye altı köy, yedi mezra, dört zemin (arazi) vakfedilmiş. Caminin vakıfları bu yüzyılın başlarına kadar biliniyormuş. Ondan sonrası belli değilmiş. Neresidir, kim kullanmaktadır? cevabı alınamayacak sorular bunlar.

Ulu camiyle ilgili bir de efsane var



“Vaktiyle ulu cami, istasyon civarındaki Gazhane denilen mevkie yapılacakmış; fakat bir türlü muvaffak olamamışlar. Caminin yapılması için icabeden malzeme gündüz akşama kadar Gazhane’ye taşınırmış, sabahleyin kalktıklarında aynı malzemeleri caminin bugünkü yerinde bulurlarmış. Bu durum  40 gün boyunca böyle devam etmiş. Nihayet 41’inci gün ihtiyar bir zat çıkagelmiş. Caminin Gazhaneye değil hâlihazır yerine yapılmasını söylemiş, nasıl yapılacağını da izah etmiş. Sonra birdenbire gözden kaybolmuş. Bunun üzerine derhal o ihtiyarın söylediğini yerine getirmişler. Ve o zâtın da Hızır olduğuna kani olarak caminin ilk direğini onun görüldüğü yere dikmişler. Adına da “Hızır Direği” demişler.
Hızır direği ayrı bir hususiyet taşırmış. Herkes bunun dibinde oturmak mistermiş. Hatta daha da ileri giderek bu camiye nur yağdığını bizzat gördüklerini söyleyenler bile varmış. Bu efsaneye en çok inananlar da bayanlarmış.”

Zaman geçtikçe eski eserlerimiz yavaş yavaş hususiyetlerini kaybediyorlar. Nitekim Ulu Cami de birçok hususiyetini kaybetmiş. Çünkü eskidikçe tamir ihtiyacı, eserlerin eski varlıklarından büyük bir kısmının kaybolmasına sebep oluyor.

Madımak
Ulu Cami’den şehir meydanına doğru yaya yürüyoruz. Önce Taşhan. Sivas’ın en önemli caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde bulunuyor. Taşhan Çarşısı 19. yüzyılda yapılmış. İki katlı, ortası açık avlulu. Kesme taşla inşa edilmiş.  İç avlusunda bir taş havuz var. Çift başlı arslanların ağzından su akıyor. Üç girişi var. Üstü kiremit örtülü. Taşhan restore edildi diyorlar ama, restore edilmiş mi, edilmemiş mi, biz  fark edemedik. Albenisi fazla yok. Her tarihi eser gibi bu eser de sevgisizlikten, bakımsızlıktan  ve yalnızlıktan muzdarip.

Yolumuza devam ediyoruz, biraz ilerde sağda belediye sokak var. Atatürk Caddesi’nden görünüyor. Madımak Oteli var orada. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında orada  yangın çıkmış ve çoğunluğu Alevi 35 kişi otelde yanarak ya da dumandan boğularak can vermişler.
Orada durduk, cadde üzerinde. Rehberimiz olayı anlatıyor. Etrafımızı birer ikişer gençler sarmaya başladı. Gittikçe de fazlalaşıyorlar. Biraz sonra, içlerinden birisi burada toplantı ve bilgilendirme yapamayacağımızı söyledi ve ekledi; “biraz sonra burada olay çıkarsa sorumluları siz olursunuz.”
Ben, “Sen hangi taraftansın kardeş, neden sıkıntılısın. Biz 3 bin km. den geldik buraya, olayın gerçekleştiği yerdeyiz, ne olup bittiğini anlamak istiyoruz” dedim. Hangi taraftan olduğum belli olmuyor mu ? dedi ve oradan ayrıldı. Daha fazla konuyla ilgili konuşmaya cesaret edemedik ve biz de söylene söylene ayrıldık oradan. Otelin önüne kadar gidip fotoğraf çektirmek istiyorduk ama, cesaretimiz kırıldı bir kere.

Olayın üzerinden 17 sene geçmiş, sıcaklığı hâlâ devam ediyor. Dün olmuş gibi. Her an ufak bir kıvılcım yeniden yangının alevlenmesine sebep olabilir. Sivas’ı ziyarete gelmiş insanların orayı tanıma ve olayı yerinde algılama hakları vardır. Hatta orada, o mekanda  gelenlere olayla ilgili bilgilendirme yapılmalıdır. Bilgilendirilmeli demek doğrudur elbet, ancak kim yapacak bu bilgilendirmeyi sorusuna gelince, işte sıkıntı burada başlıyor galiba.
Hangi konuda olursa olsun, tarafsız olmayı birtürlü beceremiyoruz. Şeffaf olamıyoruz. Mutlaka bir taraf haklı öbür taraf haksız oluyor.

Yukarıya doğru yürüyoruz, şehir meydanındayız. Karşıda Sivas Kongresi’nin yapıldığı kongre binası var. Ancak geç kaldığımız için oraya giremiyoruz.

Şifaiye Medresesi(Tıp Fakültesi)



Merdivenlerden inerek, Şifaiye Medresesi’ne gidiyoruz. Şifaiye Medresesi de Selçuklu Parkı içerisinde, 1217 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılmış. Anadolu Selçuklu tıp sitelerinin ve hastanelerinin en eski ve en büyük olanlarındanmış. 1220 yılında vefat eden I. İzzeddin Keykavus’un vasiyeti üzerine çok sevdiği Sivas’taki Şifaiye Medresesi’nin güney eyvanındaki türbede ailesiyle birlikte yatmaktaymış.

Büruciye Medresesi (Teknik Üniversite)



Yine çok uzağa gitmeden, bu sefer Buruciye Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Buruciye Medresesi veya diğer adıyla Hacı Mes’ud Medresesi, Anadolu Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında dönemin ileri gelenlerinden Hibetullah Burucerdi oğlu Muzaffer tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Taç kapıdaki taş işçiliği ile girişin solunda yer alan türbe çinileri göz kamaştırıcı. Dört eyvanlı ve ortası açık avlulu güzel bir Selçuklu medresesi.
Doğu-batı tarafı birer sıra revakla kuşatılmış. Yapıda; kesme taş, moloz taş, devşirme, tuğla ve çini olmak üzere beş tür malzeme kullanılmış. Kesme taş kuzey cephede ve avluda kaplama malzemesi olarak kullanılmış. İlmiye çalışmaları için medrese olarak yaptırılmış ve devrin pozitif ilimlerinin(Fizik, matematik, Kimya, Astronomi) okutulduğu bina olarak uzun yıllar kullanılmış.

Revakların arkasında medrese odaları, ana eyvanın yanlarında da iki kubbeli oda var. O zamanlar biri  kütüphane olarak kullanılmış. Bu medresenin odalarında/hücrelerinde şu anda farklı farklı dükkânlar yer alıyor. Ortası da kafe olarak hizmet veriyor. Ki, biz de orada papatya çaylarımızı içtik.

Oranın sorumlusuyla görüştük. Bu tarihi binaların neden bakımsız olduğunu sorduk. İçerde bulunan tahta rafların tarihi binaya yakışmadığını dile getirdik. Hatta duvardaki “Cocacola” reklamının böyle bir yapıda bulunmasından duyduğumuz rahatsızlığı anlattık, rahatsızlığımızı açıkça dile getirdik. Bütçe yetersizliğinden v.s. dem vurdu yetkili.

Biraz önceki Madımak Oteli’nin önündeki karşılaştığımız olayı anlattık. Etrafına bakındı, gözlerini dışarıya çevirdi, bizleri gözleriyle tekrar kontrol etti, korkuyor gibi, birşeyler söyleyecek ama, korkusundan söyleyemiyor gibi, telaşlandı. Biz de üzerine fazla gitmedik ve ayrıldık Büruciye Medresesi’nden. Sorumsuz sorumlu diye bu anlayıştaki kişilere deniyor galiba.

Otele doğru döndürdük yönümüzü. Sivas, gezimizin son durağı. Akşam veda programımız var otelde. Sofra çok güzel donatılmış. Sivas’ın meşhur köftesi de yerini almış sofrada. Yemekten sonra kısa bir konuşma yaparak emeği geçenlere teşekkür ettim. Ve hizmeti geçenlere küçük de olsa hediyeler verdim. Gezi boyunca arkadaşlarımızın hizmetini yürüten; Recai Şentürk ve Hüseyin Bozkurt’a, geziyi ölümsüzleştiren fotoğrafçılarımız; Gülseren Şentürk, Sebahattin Bozkurt, Mustafa Yücel ve Yunus İnci’ye, ve de 10 gün boyunca kaşlarını bile çatmadan, burun kıvırmadan canını kendilerine emanet ettiğimiz tur yetkililerine; başta Emin Oruç, Kaptan Sezgin ve  bu gezide bizleri bilgilendiren, yöreleri ve tarihi eserleri tanıtan, Yasin kardeşimize ve de belki en zor işleri yapan görünmez kahraman kaptan yardımcısı ….teşekkür ettim.
Gezi grubu adına sevgi Bozdağ bir konuşma yaptı. Türk Eğitim Derneğine teşekkür etti. Memnuniyetini dile getirdi. Ayrılık zor bir şey, gözlerimiz doldu. Daha sonra birbirimize sarıldık.
Sonra serbest zaman verildi. Sivas’ı dolaşmaya çıktık. Herkes kendi yolunu kendi çizdi. Birkaç arkadaş, bizler de arşınladık Sivas sokaklarını. Saat 12’ ye gelmişti ki, yolumuz Taşhan’a düştü. Berber kapatmak için toparlanıyormuş. Bizleri kırmadı ve böylece Saçlarımızı da “hatıra” olarak Sivas’ta bıraktık. Hoşcakal Sivas.

Sivas’la ilgili kısa bilgiler
Sivas




İç Anadolu’nun en eski ve önemli kentlerinden biri. Şehir nüfusu 350 bin civarında. Sahip olduğu değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahip.
Kazı ve araştırmalarda ele geçen buluntular, yörede ilk yerleşimin Neolitik Çağ’a, M.Ö 8000 e kadar uzandığını göstermekteymiş.
Selçuklular döneminde Sivas yeniden gelişmiş. Kentteki anıtların en önemlileri 13. yüzyılın ikinci yarısında İlhanlılar döneminde yapılmış.
Sivas’ın Milli Mücadele’nin kazanılmasında önemli bir yeri de var. Mustafa Kemal’in ‘Cumhuriyetin temellerini burada attık’ dediği Sivas’ta 4 Eylül 1919’da, Sivas Kongresi toplanmış ve önemli kararlar alınmış. “Hiçbir ülkenin manda ve himayesinin kabul olunmayacağının ve milletin istikbâlinin yine milletin azim ve kararıyla kurtulacağının” kararları alınmış bu kongrede.

Kangal
Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas’ın Kangal ilçesinde yetiştirilmekte. Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde kangaldan bahseder. Bu köpeklerin “aslan kadar güçlü” ve cüsseli olduğunu yazar.

İklim
Sivas, sert bir karasal iklim yapısına sahip. Kışları soğuk ve sert geçermiş, kış aylarında bol kar yağışı görülür ve ortalama 4-5 ay kar altında kalırmış. Yazları sıcak ve kurak.

Ekonomi
Cumhuriyet tarihinin de ilk vagon ve lokomotif fabrikası Sivas’ta kurulmuş. İl ekonomisinde tarım ve sanayi sektörü ilk sırada yer alırmış. Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve haberleşme sektörleri takip edermiş. Özellikle demir ve demirciliğe dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmış.
Sivas öncelikle bir tarım şehriymiş. Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, patates ve şekerpancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlermiş. Ekonamide, küçükbaş ve  büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı önemli bir paya sahipmiş.
Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilirmiş.

Folklör
Sivas yüz ölçümü olarak Türkiye’nin en büyük üç ilinden biri olması sebebiyle kültürü çok farklı. Bölge halk oyunları, Karadeniz ilçelerinde Horon, İç Anadolu ilçelerinde bozkır halayları ve Sivas gaydaları ile yer yer Kafkasya halk dansları, Divriği ve Gürün de ise tipik Doğu Halayları yer alır mış.
Karadeniz ilçelerinde kemençe ve tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz ve Aşık geleneği ve üstatları yetişirmiş. Aşık Veysel’in aşık geleneğinde ayrı bir yeri varmış. Yazımı büyük usta Aşık Vesel’in bir deyişiyle sonlandırmak istiyorum:

Kara Toprak
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
……………
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır

Bitti

Rüştü Kam 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.