İsmail Hocanın oğlu Adem Ceyhan

İsmail Hocanın oğlu Adem Ceyhan

ABONE OL
18:05 - 22/03/2015 18:05
İsmail Hocanın oğlu Adem Ceyhan
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 
İsmail Hocanın oğlu Adem Ceyhan

Berlin’de okumuş, ailesi 35 yıldır şehrimizde yaşayan bir Türk işçi çocuğu, Prof. Dr. Âdem Ceyhan’la yaptığımız görüşmenin metnini sunacağız size.

Ceyhan’ın 45 yıllık hayatı, ilk, orta ve yükseköğrenimi, sonra lisansüstü çalışmaları ve mesleğinde yükselişi üzerine yaptığımız sohbet, umuyoruz ki, hem kültür, edebiyat ve eğitim konularına ilgi duyan yetişkin okuyucularımız, hem de öğrenim çağındaki gençlerimiz tarafından ilgiyle okunabilecektir.

“Bize kısaca hayatınızı anlatır mısınız?”

Adem Ceyhan: Ben 1964 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Harun köyünde doğdum. İlkokula köyümde başladım. 1965’te Almanya’ya işçi olarak giden babam, 1974’te bizi de ailece Berlin’e getirdi. Beni Wedding’te o zaman oturduğumuz evin yakınında bulunan Humboldthain Grundschule’ye kaydettirdi. Burada okul idaresi tarafından Türk çocuklarının toplandığı sınıfa yazılmış olmam, sonraki yıllarda fark ettim ki, hayatımın akışında önemli bir rol oynamış: Türk çocuklarının sınıfına devam ederek ilkokulu bitiren öğrencilerin çoğu, iyi derecede Almanca öğrenemedikleri için, ancak orta öğretimin en alt kademesindeki okullara gidebiliyor; bu okulları bitirenlerin ise üniversiteye girme ve yükseköğrenim görme imkânı yok denecek kadar az görünüyordu… Ben de Türk sınıfında iyi derecede Almanca öğrenememiştim. Bu şartlar altında sürdüreceğim öğrenimin bana işçilik veya zanaatkârlıktan başka bir istikbâl vaad etmediğini bildiğim için, tahsilime Almanya’da devam etmek istemedim…

Türkiye’ye dönme istek ve ihtiyacı nasıl uyandı içinizde? Hem de küçük yaşta ve tek başına…

Berlin’de geçen çocukluk yıllarımda babam ve onun arkadaş çevresi, diyebilirim ki, kültür olarak bana çok şey kazandırdı. Rahmetli babam, iki yaşında yetim, 13-14 yaşlarında öksüz kalmış; kimsesizliğin getirdiği maddî imkânsızlıktan dolayı –maalesef- okuyamamış; düzgün bir resmî öğrenim görememişti. Bu sebeple biz çocuklarını daima okumaya, cahil kalmamaya teşvik eder; elinden geldiği kadar bilgili, iyi ahlâklı, ailesine, milletine ve bütün insanlara faydalı kişiler olarak yetiştirmeye çalışırdı. İlkokulu dahi bitirmemiş olan peder, Avrupalıların “otodidakt” dedikleri türden bir insandı: Okumayı sever; çalışma, dinlenme ve sohbet zamanları dışındaki vakitlerini kitap, dergi ve gazete okumakla geçirmekten zevk alırdı. Ömrü boyunca kendisini ilmî ve kültürel yönden geliştirmeye uğraşan babam, “alet ilimleri” arasında kabul edilen sarf ve nahivden başka, hadis, tefsir, kelâm, akaid, siyer, tasavvuf gibi ‘âlî, yani yüksek ilimlere dair Arapça, Türkçe eserler de okuyarak İslâmî ilimler konusunda hatırı sayılır derecede bilgi sahibi olmuş; Osmanlı Türkçesini de öğrenmişti. Bundan dolayı çevresinde “İsmail Hoca” namıyla tanınmaktaydı. Millî ve manevî değerlere saygılı yahut bağlı yayın organlarını takip eder; millî kültürle ilgili faaliyetlere katılır; elinden geldiği kadar destek olur; Türkiye’den yahut Almanya’nın diğer şehirlerinden gelen ilim adamlarının, siyasetçi, şair ve yazarların konferans, seminer ve sohbetlerine iştirak ederdi. Cami, matbaa, kültür derneği gibi mahfillerde, şahsen de dersler yapar; çoğu işçi ve öğrencilerden meydana gelen dinleyicilere hitaben okuduğu eserleri açıklardı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü ben işçilikle yetinmeyi düşünmüyor; yükseköğrenim görme isteğini içimde şiddetle hissediyordum…
Türkiye’den Berlin’e gezi, konferans, ihtisas gibi maksatlarla gelen büyüklerimden dinlediklerim, bende İstanbul’a gitme ve öğrenimime orada devam etme isteği uyandırdı. 1977’de -elbette babamın da uygun bulması üzerine- İstanbul’a gittim ve adını duyduğum, bazı Türk gazetelerinde reklâmlarını gördüğüm özel bir lisenin ortaokul kısmına kaydedildim. Henüz on üç yaşında, küçük bir çocuktum.. Büyük bir şehirde, yıllarca ailemden ayrı yaşamak zorunda kaldım. Önceleri yatılı, daha sonraları ise “gündüzlü” öğrenci olarak lise 2. sınıfa kadar bu okulda okudum. Ortaokul ve lisede en çok Türkçe, edebiyat ve tarih gibi derslerden zevk alıyor; şiir, hikâye, roman, hatıra, sohbet, makale, biyografi ve sair edebî türlere dair eserler okumaktan hoşlanıyordum.

Peki, yazmaya ne zaman başladınız? Daha doğrusu yazdıklarınızı yayımlamaya?..

Berlin’de henüz 12-13 yaşlarında bir çocukken, bir Türk gazetesinin Avrupa baskısına ait okuyucu köşesinde çıkan bazı kısa(ltılmış) yazılarım sayılmazsa, diyebilirim ki, basılan ilkyazım, 19 yaşındayken yayımlanmış bir makalemdir: Dünyaca tanınmış Alman şair ve yazarı Goethe’nin, doğu-İslâm kültür ve edebiyatına duyduğu alâkadan, şarkın büyük insanlarıyla münasebetlerinden bahseden bir yazıydı bu… O zaman ölümünün 150. yıldönümü dolayısıyla yoğun bir şekilde Goethe’yi anma programları yapılmaktaydı Almanya’da. Bundan dolayı, ömrü boyunca bizim tarih, kültür ve edebiyatımıza da ilgi ve sempati duyan, hatta doğulu şairler gibi bir divan (şiir kitabı) meydana getirmiş olan o zeki, çok yönlü, meraklı, hakikati araştırıcı, filozof sanatkâr hakkında bir yazı yazma isteği hissetmiştim..

Lise 2’ye kadar İstanbul’da okuduğunuzu söylediniz.. Lise son sınıfı nerede okudunuz?

Devam ettiğim özel okulun öğretim kalitesi git gide düştüğünden, tahsilimi burada artık boşuna para ödeyerek sürdürmek istemedim… Zaten çok varlıklı bir ailenin mensubu değil, orta hâlli bir işçi çocuğu olduğum için, özel okul masrafları da babama fazladan bir malî külfet getiriyordu… Bundan dolayı 1983’te memleketime, Sivas’a gittim ve lise son sınıf öğrencisi olarak Sivas Gazi Lisesi’ne devam ettim. Daha önceki Türkçe ve edebiyat öğretmenlerim gibi, bu lisedeki edebiyat hocam da hoşlandığım, bağlandığım bilgi ve sanata sevgimin artmasında rol oynadı: Hüseyin (Akkaya) Bey, branşıyla ilgili bir hayli eser okuyarak kendisini iyi yetiştirmiş; mesleğini severek, zevk ve heyecanla icra eden, üstelik hafızasından pek çok şiir okuyan değerli bir öğretmendi… (Cumhuriyet Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanıdır şimdi).
1984’te yeni bir yol ayrımına daha gelmiştim: Üniversite imtihanında hangi fakülte ve bölümleri seçmeliydim? Başka bir ifadeyle, ömür boyu sıkılmadan, severek yapabileceğim iş, ne olabilirdi? Esasen bu sırada meslek seçimi konusunda fikir danışabileceğim, bana yol gösterecek, tecrübeli kimse de pek yoktu çevremde… İtiraf etmem gerekirse, orta öğrenim hayatı boyunca matematik, fizik, kimya gibi derslerden ancak güçlükle sınıf geçebilecek kadar notlar alabilmiştim. O yıllarda hukuk, siyasal bilgiler gibi fakülteler de Türkçe-sosyal ve fen grubu branşlarına ait bulunmak üzere eşit ağırlık puan türüyle öğrenci aldıklarına göre, seçeceğim meslek, hemen hemen belli olmuştu… Fazla tereddüt geçirmeden, ilk tercihimi yazdım: Evet, kendi zevkime, kabiliyet ve ilgi sahama en uygun gördüğüm meslek, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliğiydi…

Hangi üniversitenin hangi fakültesinde okumayı seçtiniz?

Türkoloji’nin, yani Türk dili, tarihi ve edebiyatını araştıran, inceleyen ilim dalının merkezi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü sayıldığı için, önce burayı tercih etmek istemiştim. Fakat o sıralarda da Millî Eğitim Bakanlığı’nın Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ihtiyacını öncelikle eğitim fakültelerinden karşılamak istediğini, dolayısıyla fen-edebiyat fakültesi mezunlarının istihdam durumunun belirsiz olduğunu öğrenince, fikrimi değiştirdim: 1984’te birinci tercihim olan Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümüne, taban puana ve sınıf ortalamasına göre hayli yüksek sayılabilecek bir puanla girdim. İlk günlerde burada umduğumu pek bulamamış; hatta fakülte değiştirmeyi bile düşünmüştüm. Fakat daha sonra bunun zaman kaybından başka bir şey olmayacağını, asıl meselenin insanın şahsî çabasına bağlı bulunduğunu anladığımda, niyetimden vazgeçmiş, okuluma alışmaya bile başlamıştım!.. Bu yıllarda Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, Tahir Üzgör, Ahmet Topaloğlu, Birol Emil, İnci Enginün gibi, branşlarında Türkiye çapında tanınan hocalardan Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı ve Türk diliyle alâkalı dersler gördüm.

Peki, sizi lisansüstü öğrenim görmeye ve branşınızda uzmanlık yoluna girmeye sevk eden faktörler neydi?

Fakülteden mezun olacağım yıl, yani “okuldan memlekete” dönüş zamanı geldiğinde buruktum: İşin başında o kadar iyi niyet ve idealistçe düşüncelerle ulaşmak istediğim hedef, gerçekten bu mu, bir Anadolu köyü veya kasabasında Türkçe öğretmenliği miydi?!. Evet, lisans eğitiminin başında orta dereceli okullarda öğretmenlik yapmayı düşündüğüm hâlde, son yıllarında bu işle yetinemeyeceğimi anlamış ve kararımı vermiştim: İhtisas yaparak üniversitede öğretim üyesi olacağım.. Lisans yıllarında bazı hocaların, bilhassa bir kısım öğretim görevlilerinin derslere -ne yazık ki- hazırlıksız girdiklerini, dolayısıyla ders saatlerini çoğu zaman verimsiz bir şekilde geçirdiklerini görmem, onları ilim, irfan ve heyecan bakımından kusurlu ve noksan bulmam da bu karara varmamda tesirli oldu. Üniversitedeki bölümünü, ilim dalını sevmeyen ve kendini geliştirmek için şahsî gayret sarf etmeyen öğrencilerin, lisans yıllarında alacakları bilgilerin çok sınırlı ve yetersiz kalacağını da bu arada belirtmek isterim..

Fakülteden mezun olduğum yıl (1988), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yüksek lisansa başladım ve 1990’da bu çalışmayı bitirdim. Çeşitli orta dereceli okullarda öğretmenlik yaparken, doktoramı da -iki işi birlikte yürütmeye çalıştığım için- güçlükle sürdürdüm. Nihayet 1994 yılı yazında tezimi tamamlayarak jüri önünde savundum. Tez savunmasının hemen ardından -“gurbetçi” gençler gibi- yurtiçi bedelli askerlik kanunundan faydalanarak askerlik mükellefiyetimi Burdur’da yerine getirdim. Sözü fazla uzatmadan söylemek gerekirse, 1995’te Celal Bayar Üniversitesi’nde yardımcı doçent oldum; 2000’de bilim dalımda doçent unvanını aldım. İlmî dereceler içinde bu payeyi almak, diğerlerine göre daha zordur. Çünkü geçerli sayılan bir yabancı dil imtihanında yeterli puan almayı; belirli sayı ve kalitede ilmî yayın sahibi olmayı, değişik üniversitelerden seçilmiş beş profesörün yaptığı sözlü imtihanda başarılı bulunmayı gerektirir. Çalıştığım üniversitede 2007’de profesörlüğe yükseltildim. Günler, haftalar, aylar ve yıllar birbirini kovaladı.. On dört senedir lisans seviyesinde Eski Türk Edebiyatı, Osmanlı Türkçesi, yüksek lisans seviyesinde ise Metin Şerhi, Metin Neşri, Eski Türk Edebiyatının Kaynakları gibi dersler vermekteyim. Önümden yüzlerce, belki birkaç bin öğrenci geldi, geçti çoğunun ismini ve simasını unuttuğum…

Yüksek lisans, doktora ve doçentlik tezlerinizin konusu neydi?

Tez konularımı seçerken, onların ilgi çekici, zaman harcamaya lâyık, kalıcı, insanî, ahlâkî değerleri içine alıcı, yayımlanabilir ve çağımızın insanına da hitap edici olması gerektiği düşüncesinden hareket ettim. Yüksek lisans tezi olarak Edirneli bir Mevlevî şair, Enis Receb Dede (ö.1733)’nin hayatını ve edebî kişiliğini araştırarak biyografisini yazdıktan sonra divanının, yani şiir kitabının metnini hazırladım. 1991-94 yılları arasında hazırladığım doktora tezimin konusu ise, Bedr-i Dilşâd’ın Murad-nâmesiydi. Bu tez, 1997’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından iki cilt hâlinde yayımlandı. Kitapsever Fahri Bilge’nin vârislerinden satın alınarak Ankara Millî Kütüphane’ye kazandırılan Murad-nâme, bilindiği kadarıyla elde sadece bu yazma nüshası bulunan, nadir ve değerli bir eser… 1427 yılında Bedr-i Dilşâd adlı bir şair tarafından Sultan II. Murad’a sunulmuş; Allah’ı bilmek, peygamberlerin gönderilişi, padişahlık, vezirlik, hükümdara hizmetkârlık, yeme, içme, aşk, mizah, hamama gitme, uyuma, av yapma, savaş, Allah’a ibadet, anne-baba hakkı, tıp, astroloji, şiir, musiki, ticaret, evlilik, çocuk terbiyesi… Gibi çok çeşitli dinî, ahlâkî, siyasî ve sosyal konularla ilgili bilgi ve öğütler veren, nasihatnâme-siyasetnâme kategorisine de dahil edilebilecek bir kitap, meşhur Kabusnâme’nin manzum bir tercümesidir. Böylece, altmış senedir (1934-94) adı duyulan, fakat kendisi ortada görülmeyen değerli bir eser, ilim dünyasının geniş ölçüde faydalanmasına sunulmuş oldu. Arapça, İngilizce, Fransızca gibi dillere çevrilen Kabusname, H. F. von Diez tarafından Buch des Kâbus adıyla Almanca’ya da tercüme edilmiş ve 1811’de Berlin’de yayımlanmıştır.

Doçentlik tezi olarak da “Türk Edebiyatı’nda Hz. Ali Vecizeleri ile İlgili Tercüme ve Şerhler” konusunu inceledim. Celâleddin-i Rumî torunlarından olan hocam rahmetli Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu’nun tavsiyesi dolayısıyla 1996’da başladığım bu ilmî çalışma, aşağı yukarı on sene sürdü ve nihayet 2006 yılında Ankara’da yayımlandı. Bu araştırma, İslâm tarih ve kültürünün en önemli kişilerinden biri olan Hz. Ali’ye ait özdeyiş, şiir ve mektupların, Türk edebiyatında büyük bir ilgi gördüğünü, asırlar boyunca çevrildiğini ve açıklandığını ortaya koymuş oldu.

Hayat hikâyenizi dinledik: Bir Anadolu köyünde doğmuş; ilkokulu Berlin’de bitirmiş, küçük yaşta yurdunuza dönerek orada okuyup bilim dalınızda profesörlüğe kadar yükselmişsiniz… 20-25 yıldır ilim, edebiyat, kültür ve eğitim işleriyle meşgulsünüz… Genelde Avrupa ülkelerinde, özelde Almanya’da işçi olarak çalışan vatandaşlarımıza veya çeşitli derecelerdeki okullara devam eden öğrencilere neler tavsiye edersiniz?

Almanya’da yaşayan vatandaşlarımız, yaşadıkları ülkenin dilini, şartlarını, imkân ve problemlerini iyi öğrenmeli; ama kendi dillerini, dinlerini, ülkelerini, tarih ve kültürlerini de unutmamalıdır. Bilinen bir şeyi bildirmek gibi olacak ama, gerçek bu: Almanca’yı iyi öğrenemezlerse, çalışma ve bilhassa öğrenim hayatında güçlüklerle, hatta engellerle karşılaşacak; pek fazla ilerleyemeyeceklerdir. Kendi ana dillerini unuturlarsa, çok zengin olan Türkçe ilim, edebiyat ve kültür mirasından, maalesef, gerektiği gibi faydalanamayacak, pay alamayacaklar; böylece ülkeleri ve millî kültürleriyle bağları zayıflayacak, hatta kopabilecektir. Hafıza bir insan için ne kadar büyük bir nimet ve kişinin sağlıklı olabilmesi için gerekli şartsa, tarih de milletler için o kadar önemli bir kaynaktır. Bugünü ihmal ederek hep geçmişi araştırmak veya hayal vasıtasıyla daima geçmişte yaşamak, sağlıklı bir davranış tarzı değildir elbette… Ancak millî tarihi veya insanlık tarihini bilmemek de yüzlerce, binlerce yıllık tecrübeden, bilgi birikiminden habersiz kalmak, habersiz yaşamak manasına gelecektir.
Almanya’da yaşayan Türklerin konuşma diline Almanca’dan çok sayıda kelime girdiğini görmekteyiz. Bu, uluslar ve kültürlerarası münasebetin sonuçlarından biridir ve âdeta kaçınılmaz bir şey gibidir. Çünkü resmî dilin, çoğunluk dilinin, öğretim dilinin azınlık durumunda olan insanların dilinde önemli izler bıraktığı, bilinen bir gerçektir. Ayrıca, dikkatimizi çeken başka bir şey: Türk işçi ve öğrencilerde okuma alışkanlığı, ne yazık ki, istenen seviyede olmadığından, onların Türkçe kelime dağarcıkları, dolayısıyla duygu, düşünce, istek ve hayallerini doğru, düzgün, güzel ve tesirli bir şekilde anlatma imkânları çok sınırlı ve kıt durumdadır. Unutmamak gerekir ki, dil, sadece bugün aramızda anlaşmayı sağlayan bir vasıta değil, aynı zamanda geçmişimizle bağımızı kuran bir köprüdür. Eğer dilimizi iyi öğrenmezsek, ne kendimizi iyi ifade edebiliriz, ne de taşınarak bize geçen büyük ilim, kültür ve edebiyat mirasından faydalanabiliriz. Yetişmekte olan yeni nesillere millî kültür değerlerimizi aktarmakta başarılı olduğumuzu, anne babalar ve eğitimciler olarak söylememiz, -maalesef- zordur..

Sizce neler yapılabilir bu konuda?

Anne ve babalar, okul çağındaki çocuklarının dersleriyle yakından ilgilenmeli; bu yolda başarılı olmaları için ellerinden geldiği kadar çaba harcamalıdır. İyi kavrayamadıkları ve başarılı olamadıkları derslerdeki eksiklerini giderebilmek üzere onları etüt merkezlerine (nach hilfe yerlerine) kaydettirmeleri mümkündür, hatta bazen pek gerekli bir güçlendirmedir bu.. Günümüzde televizyon, internet ve bilgisayar oyunları, çocukları ve gençleri çok fazla meşgul ediyor; onların değerli zaman sermayelerini boşa harcamalarına sebep oluyor. Ayrıca, ergenlik çağından itibaren ahlâk dışı film, reklam veya internet siteleri de onların yüksek insanî duygularını, ideallerini zayıflatıcı ve köreltici roller oynuyor; çalışma isteklerini azaltıyor veya yok ediyor. Eğer anne ve babalar çocuklarının bedenen, ruhen ve zihnen sağlıklı gelişmesini, başarılı ve mutlu olmasını istiyorlarsa, uyanık olmalı; mutlaka onları bu gibi zararlı tesirlerden koruyucu tedbirler almalıdırlar.
Bedenimizin gıdaya ihtiyacı olduğu gibi, aklımızın, kalbimizin ve ruhumuzun da gıdaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç giderilmezse, insan daima içinde bir eksiklik, boşluk ve tatminsizlik hissedecek; manen huzur ve mutluluk bulamayacaktır. Bundan dolayı çocukların sadece yiyecek, giyecek ve barınak ihtiyacıyla okul, ulaşım ve eğlence masraflarını karşılamak, yeterli değildir… Çünkü insan sadece bedenden, fizikî yapıdan ibaret değil, onun akıl, kalp, vicdan gibi başka yönleri de var.

Bu yönleriyle ilgili ihtiyaçlarını karşılamak için neler yapılabilir?

Çocuklarımıza hayatın tesadüfî bir oluş- bitiş olmadığını, büyük bir manasının bulunduğunu, iyilik ve kötülüklerin mükâfatsız ve cezasız kalmayacağını anlatmalı; sorumluluk şuuru kazandırmalı; iyi, olgun ve huzurlu bir insan olmanın yollarını araştırıp göstermeli; Allah’a, kendilerine, anne babalarına, komşularına, yakınlarına, diğer insanlara karşı vazifelerini de öğretmeliyiz. Yemede, içmede, eğlencede, uyumada, konuşmada, her konuda sınırsız hürriyetin, ölçüsüz yaşayışın, sonunda kişiye büyük cezalar ve acılar çektireceğini, onlara ibret verici örneklerle kavratmak da vazifelerimizden biridir. Bir anne-babanın çocuklarına bırakacağı en iyi miras, güzel bir terbiye değil midir? Bu konuda özlü sözlerini araştırıp incelediğim Hz. Ali’nin güzel bir cümlesi geldi şimdi hatırıma: “Çoluk çocuğunu terbiye et… Böylece onlara (büyük) fayda vermiş olursun..” Bu sözü, Alman şarkıyatçı, yani doğu ülkelerinin dillerini, tarihlerini ve edebiyatını araştıran ilim adamı M. Heinrich Leberecht Fleischer (1801-1888), Almanca’ya şöyle tercüme etmiş: “Züchtige deine Kinder: so schaffst du ihnen Nutzen.”
Bir milletin mensubu olarak şunu da unutmamalı ki, bizim iyi veya kötü bütün hal, tavır ve davranışlarımız, başkaları tarafından milletimize mal edilebilecektir. Eğer biz çalışkanlığımızla, dürüstlüğümüzle, diğergâmlık, misafirseverlik, cömertlik gibi diğer güzel ve insanî sıfatlarımızla milletimizi, kendi kültürümüzü iyi temsil edersek, kabalık, tembellik, hile, aldatma, haksız kazanç gibi kötü tavır ve fiillerden kaçınırsak, tahmin ediyorum ki, çevremizdeki kişilerin de nefret ve düşmanlığını değil, sevgi, dostluk ve sempatisini kazanacağız…

Röportaj: Rüştü Kam
Tashih: Bünyamin Özdemir

ha-ber.com


Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.