23 Haziran 2025 Pazartesi
Merz, Gazze'de ateşkesin zamanının geldiğini bildirdi
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
TEOS’TA YENİDEN DOĞAN MÜREFFEH BİR RUH
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Ankara Anakent Belediyesi tarafından Altındağ ilçesinde bulunan Talat Paşa Bulvarı üzerine Talat Paşa anıtı yaptırıldı. 18 Haziran 2025 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda ‘Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ görüşmeleri devam ederken söz alan DEM Parti Mardin Milletvekili George Aslan, Ankara Anakent Belediyesi tarafından Talat Paşa anıtı yaptırılmasına sert tepki göstererek, Türk Milleti için soykırımcı, İttihat ve Terakki’nin önde gelen ismi Mehmed Talat Paşa’ya da (1874-1921) katil diyerek hakaret etmiştir.
George Aslan, konuşmasında “biz 1915’de Hristiyan halklara yönelik yaşanan soykırıma yönelik samimi bir yüzleşme beklerken aksine faillerin isimleri kamusal alanlara, sokaklara, parklara, okullara verilmekte ve anıtları dikilmektedir. Ankara Anakent Belediye Başkanı Mansur Yavaş tarafından Altındağ ilçesinde Talat Paşa için bir anıt yapıldı. 1915’te öldürülen, sürgüne gönderilen ve malları gasp edilen onbinlerce Ermeni için bir anıt dikilmesi gerekirken onların ölüm emrini veren biri için anıt verilmesini kabul etmiyoruz. Bir halk için bazı kişiler kahraman olabilir ama başka halklar için bu insanlar kahraman değil birer katildir” dedi.
TBMM çatısı altında milletimizin onurunu ve devletimizin saygınlığını hedef alan George Aslan’ın bu konuşmasına İYİ Parti milletvekilleri sert tepki verdi ama CHP, MHP, AKP milletvekilleri sessiz kaldı. TBMM Başkanvekili CHP’li Tekin Bingöl ise ulusal kahraman Talat Paşa’ya yapılan hakarete gereken yanıtı vermek yerine, bu konuşmaya tepki gösteren İyi Parti Manisa Milletvekili Şenol Sunat’a üslup uyarısında bulundu. Bunun üzerine TBMM Kâtip Üyesi ve İYİ Parti Denizli Milletvekili Yasin Öztürk, TBMM Başkanvekili Tekin Bingöl’ün aymazlığına tepki gösterdi. TBMM Başkanvekili masasına vurarak; “DEM Parti milletvekili eleştiri yaparken haddini aşmıştır. Bu konuşmaya sessiz kalan Meclis Başkanı, kendi konuşmacımız Şenol Sunat’ın konuşmasını kesmiştir. Meclis’i tarafsız yönetemiyorsunuz. Size tavsiyem bir an önce bu görevden ayrılın” sözleri üzerine Yasin Öztürk’e CHP, AKP ve DEM oylarıyla kınama cezası verildi. MHP ise böyle bir konuda çekimser kaldı.
CHP’li Tekin Bingöl’ün TBMM’yi yönettiği sırada yapılan bu hakarete tepki vermesi gerekirken TBMM Kâtip Üyesi Yasin Öztürk’e patlaması düşündürücüdür. Zaten Tekin Bingöl, 6 Mart 2025 tarihinde katıldığı bir televizyon programında Anayasa’nın 66. maddesinin yeniden ele alınması gerektiğini belirterek, ‘Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür’ şeklindeki maddenin tartışmaya açılmasını önermişti. Ayrıca Türk tanımının keskin bir şekilde konulmasının yanlış olduğunu bildirerek; “Türk var, gerisi yok anlayışının toplumsal mutabakatı zedelediğini ve bu durumun çözüm sürecine zarar verdiğini” söylemişti.
Bu tartışmaya katılan CHP Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi İsmail Emre Telci; “Cumhuriyet Halk Partisi, Talat Paşa’yı savunmak, ona destek olmak zorunda değildir” dedi. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise TBMM Başkanvekiline sahip çıkarak; “Tekin Bingöl’ün ‘Ermeni soykırımı’ konusundaki tutumunun ne benden ne partimizden farklı olmadığı açıkça ortadadır” dedi.
CHP milletvekilleri, TBMM’de DEM Parti milletvekilinin Talat Paşa için ‘soykırımcı’, ‘katil’ demesine ses çıkarmıyor ve savunuyorsa; CHP Atatürk’ün partisi olmaktan çıkmış, Türkiye’yi bölmek isteyenlerin partisi konumuna dönüşmüştür. ‘Şimdi zamanı değil’ diyen ve CHP zarar görmesin diye susan her CHP’li bu suçun ortağıdır. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak için and içenlerin kurdukları bir partidir. Türkiye’yi bölmek isteyenlerin savunuculuğunu yapan bir parti, Mustafa Kemal Atatürk’ün partisi olduğu iddiasında bulunamaz.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen kişilerinden ve vatansever devlet adamı olarak emperyalist işgale karşı direnişin simgesi olan Talat Paşa, 23 Temmuz 1908 tarihindeki İkinci Meşrutiyet sonrasında Meclisi Mebusan’da Edirne milletvekili seçilmiş ve birinci reis vekili olmuştur. Temmuz 1909 tarihinden başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı, Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı görevlerinde bulunmuştur.
Rus Ordusunun yardımı ile Doğu Anadolu köylerinde katliam yapan Ermeniler, bölgede Ermeni Devleti kurma kararı almışlardı. Osmanlı’nın müttefiki Alman Komutan Limon Van Sanders’in önerisine uyan Dahiliye Nazırı Talât Paşa zorunlu göçü organize etmiştir. Ortada bir soykırım yok, zorunlu göç vardır. Talat Paşa, Büyük Ermenistan hayalini bitiren insandır.
Talat Paşa 3 Şubat 1917-8 Ekim 1918 tarihleri arasında Sadrazamlık görevine getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine, İttihat ve Terakkinin üç büyükleri Talat Paşa, Enver Paşa (1881-1922) ve Cemal Paşa (1872-1922) yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır.
1915 yılında Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni sorumlu tutan Ermeni Komitacılar, bu örgütün önderleri durumundaki Enver, Talat ve Cemal Paşalardan intikam için fırsat kollamaya başladılar. Talat Paşa, 15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de Solomon Tehliryan (1896-1960) adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Alman mahkemesi, kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiçbir ceza vermeyerek, tehcirden dolayı travma geçirdiği gerekçesiyle Tehliryan’ı beraat ettirdi. Yıllardır dost olarak bilinen, Birinci Dünya Savaşı’nda kader birliği edilen Almanya, Talat Paşa’nın anısına ve ölüsüne bile saygı göstermemişti. Böylece efsane haline gelen ‘Berlin’de hakimler var’ sözünün içinin de boş olduğu ortaya çıktı.
Talat Paşa’nın suikastla öldürülmesi sonrasında Mustafa Kemal Paşa “vatan büyük bir evladını, inkılap büyük bir teşkilatçısını yitirdi” demiştir. TBMM, büyük kahraman Talat Paşa’yı şehit ilan etmiş, Talat Paşa’nın ailesine 1926 yılında çıkarılan yasayla ev verilmiş ve şehit maaşı bağlanmıştır. Talat Paşa’nın Berlin’deki Türk mezarlığında bulunan naaşı, 25 Şubat 1944 tarihinde İstanbul’a getirilmiş ve törenle Abide-i Hürriyet şehitliğine defnedilmiştir.
15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa’ya emperyalist, işgalci devletlerin maşası eliyle sıkılan kurşun, ne yazık ki bugün TBMM’nin içine girmiştir. Ermenistan devletinin ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin (1867-1938), Ermeni sorunuyla ilgili 1923 yılında Bükreş’te yapılan Taşnak Partisi toplantısında sunduğu “Taşnatsutyun’un Artık Yapacağı Bir Şey Yok” adlı rapor bütün gerçekleri gözler önüne sermektedir. Ancak TBMM Başkanvekili ve başta CHP’li milletvekilleri olmak üzere birçok milletvekilinin bundan haberleri olmadığı bellidir. Ermenistan’ın Şirak kentinde dikilen, Talat Paşa’nın kesik başını ezen Ermeni katil Solomon Tehliryan’ın heykelinden de haberleri olmadığı gibi…
Suay Karaman
Manisa Anakent Belediye Başkanı ve Ege Belediyeler Birliği Başkanı Ferdi Zeyrek (1977-2025), oturduğu sitenin havuzunun makine dairesindeki arızayla ilgilenirken elektrik akımına kapıldı, kısa bir süre yoğun bakımda tedavi görmesine karşın yaşamını yitirdi. Tecrübeli bir mimar olan Ferdi Zeybek’in, havuzun makine dairesine girerek, elektrik çarpması sonucunda yaşamını yitirmesi akıllarda soru işaretleri bırakmıştır. Bu bir cinayet ya da siyasi suikast olabilir. Ne olduğu ancak yürütülen soruşturma sonucunda belli olacaktır.
30 Nisan 2025 tarihinde partisinin grup toplantısında konuşan Tayyip Erdoğan’ın; “bakalım cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek” sözünden sonra günümüzde siyasetçilerin her ölümü kuşkuludur.
31 Mart 2024 yerel seçimlerinde %57 oy alarak belediye başkanı seçilen Ferdi Zeyrek, 1950 yılından beri Manisa’da ilk kez CHP’li bir adayın belediye başkanı seçilmesini sağladı. Sadece 14 ay görev yapan Ferdi Zeyrek, çalışkanlığı ve gülen yüzüyle tüm Manisalıların sevgisini kazanan, takdir edilen bir başkan oldu.
On binlerce insanın katıldığı törenle son yolculuğuna uğurlanan Ferdi Zeyrek için CHP Genel Başkanı Özgür Özel buğulu gözleri ve titreyen sesiyle şunları söyledi: “Ben aklımın yarısını kaybettim, kalbimin yarısını kaybettim. Ne yapacağız, bilmiyorum. O varsa benim gözüm arkada kalmıyordu. O gidince ne yapacağız, bilmiyorum.” Yılların dostluğu ile yakın bir arkadaşı yitirmenin acısı çok zordur; üzülmek doğaldır ama acıya yenilmemek gerekir. “O bayrağı alıp, daha yükseklere taşıyacak devrimciler vardır” demenin zamanıdır. Kalbin yarısı yitirilse, duygularda aksama olabilir ama aklın yarısı yitirilirse, işler zorlaşır ve o zaman yanlışlara imza atılır.
Özgür Özel’in ‘çocukluk arkadaşım’ dediği Ferdi Zeyrek’in cenazesindeki gözyaşları, mezara inerek defin işlemlerinde bulunması, tahtaları yerleştirmesi büyük bir vefa ve dostluk duygusudur. Toplum bu manzara karşısında memnun kalmış, şimdiye kadar bir genel başkandan görmediği böyle bir olay için Özgür Özel’in insani olarak yaptıkları ile toplumda popülerliği artmış ve övgüleri hak etmiştir.
Toplumun bir bölümü, Özgür Özel için gereğinden fazla, abartılı sözler söylemiştir. Aynı Özgür Özel, ne yazık ki PKK terör örgütünün açıkladığı bildiriye destek vermiştir. Bölücülerin yeni sesi konumuna gelen Özgür Özel, eşit yurttaşlık ve Kürt sorunu diyerek, ülkemizin parçalanmasına destek olmaktadır.
Kürtler eğitim mi alamıyorlar, meslek sahibi mi olamıyorlar, işe mi giremiyorlar, darp mı ediliyorlar, toplumdan mı dışlanıyorlar, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı mı olamıyorlar? Nedir Kürt sorunu ve eşit yurttaşlık? Özgür Özel’in gündemdeki anayasa değiştirme girişimlerine destek vermesi nasıl unutulabilir? Ulus devleti yok etme, Türk tanımını anayasadan silme, anadilde eğitim gibi konuları desteklemesi unutuldu mu? Özgür Özel’in vefalı davranışları önümüzdeki tehlikeyi unutturmamalı. Manisa’da vefalı davranış gösterip, Van’da Kürtçe konuşarak, Bayburt’ta dine sarılarak ve sıkışınca ‘Atatürk’ün partisiyiz’ diye oy avcılığı yaparak iktidar olunmaz. İşte böyle siyasetçilerle doğru, ilkeli ve ahlaklı yaşamak öğrenilemez. Lozan Barış Antlaşmasını ve 1924 Anayasası’nı eleştiren bölücülere karşı tepki vermemek, Mustafa Kemal Atatürk’ün partisine yakışıyor mu?
Toplum 2010 yılında Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı da aşırı övgülerde bulunmuş, “laiklik tehlikede değildir”, “yargıda cemaatçi yapılanma yoktur” sözlerine tepki vermemiştir. Ekmek için Ekmelettin olayına, 16 Nisan 2017 tarihinde mühürsüz oylarla rejim değişikliğine tepki vermemesine, gericilerle oluşturulan altılı masaya ve seçilemeyeceği bilindiği halde cumhurbaşkanı adayı olmasına sessiz kalmıştır. Kemal Kılıçdaroğlu’nu 13 yılın sonunda ancak anlayanlar, bizi o günlerde ağır sözlerle eleştirip bugün gelinen noktayı ve haklılığımızı kavrayanlar, şimdi benzerlerini Özgür Özel için yapmaktadır.
Zamanında Kemal Kılıçdaroğlu için lider oldu diyenler, şimdi aynısını Özgür Özel için söylemektedir. CHP’nin tek lideri vardır; Mustafa Kemal Atatürk’tür. Diğerleri sadece genel başkandır. Kişileri iyice tanımadan fazla değer vermenin yanlışlığını anlamalıyız artık.
Suay Karaman
27 Mayıs 1960 askerî harekâtının üzerinden 65 yıl geçti ve halen bu harekatın devrim olduğunu anlamayanların bulunması, ülkemiz adına üzüntü vericidir. Üstelik böylelerinin Atatürk’ün kurduğu partide olmaları da çelişkili bir durumdur. Eğer 27 Mayıs 1960 harekâtı, yanlış ve yanlı kaynaklardan öğrenilirse ‘demokrasiye darbe’ denir. Ancak getirdiği yeni ve çağdaş kurumlar ile ve özellikle 1961 Anayasası ile bir devrim olduğunu kavrayamayanlar için doğru bilgiler, güvenilir kaynaklar sürekli sunulmaya devam edecektir. Bunun yanında Demokrat Parti’nin ‘Tahkikat Komisyonu’ ile yaptığı sivil darbeyi bilmeyenler, yakın tarihimiz hakkında fikir ileri sürmemelidir.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, yaptığı uzun konuşmalarda daldan dala atlayarak, söylemlerini çelişkilerle bitirmektedir. 27 Mayıs 2025 günü gruptaki konuşmasında şunları söyledi: “Bugün 27 Mayıs, 1960 darbesinin 65.yıl dönümü. 65 yıl önce yapılan o darbe, seçilmişleri asker zoruyla görevden uzaklaştırıp, seçilmişlerin yerine bir vesayet kurup, ülkeyi belli bir dönem de olsa seçilmişlerin yerine askerlerin ve onların görevlendirdiklerinin yönetmesini amaçlıyordu. 12 Mart muhtırası da 12 Eylül darbesi de 15 Temmuz darbe girişimi de hep seçilmişleri hedef aldı. Darbeler iktidarlara yapılır ve herkes dönüp muhalefete bakar. Ana muhalefetin de gözünün içine bakar. Ne 27 Mayıs sabahı, ne 12 Mart’tan sonra, ne 12 Eylül’de, ne 15 Temmuz gecesi gözümüzün içine bakan kimse milli irade yerine vesayet, asker; demokrasi yerine otokrasi, seçilmiş yerine atanmışlara cesaret verebilecek, yol açacak ya da Cumhuriyet Halk Partisi’nden bu konuda destek bulacak hiçbir işareti görmediler. Biz tarihimiz boyunca her darbeye karşı olduk. Yaklaşan darbe süreçlerinde engel olmak için mutlaka pozisyon aldık. O konularda irade ortaya koyduk.”
12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 faşist darbesini 27 Mayıs 1960 İhtilali ile aynı şekilde değerlendirmek, ideoloji eksikliğidir, bilgi eksikliğidir, peşin hüküm vermektir. Ülkemizde bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmak moda olduğu için, bu yanılgıya çok kişi düşmektedir. 27 Mayıs 1960 öncesinde ülkemizde demokrasi olmadığını CHP yöneticilerinin bilmesi gerekir.
27 Mayıs Devrimi’nin tek yanlışı, başbakan ve iki bakanın idam edilmesidir. Aradan geçen yıllarda her şey unutulmuş ve 27 Mayıs 1960 sadece bu olaya indirgenmiştir. 27 Mayıs Devrimi’nin tüm ilerici kazanımları, idamların gölgesinde kalarak yok sayılmıştır. Ayrıca demokrasiye darbe yapanlara demokrasi şehidi ya da demokrasi yıldızı denilemez. Çünkü onlar demokrasi için savaşmak yerine, demokrasiyi yok ederek ülkeyi darbe ortamına sürüklediler. Tarihsel gerçekler, asla öznel yargılarla çarpıtılmamalıdır. 27 Mayıs 1960 Devrimi, cumhuriyet tarihimiz içinde çok önemli bir yerde durmaktadır. Ülkemizde bölücü, dinci ve liberal rüzgârlar dindikten sonra, 27 Mayıs Devrimi, tarihimizde doğru biçimde değerlendirilecek ve ülkemize katkıları çok net anlaşılacaktır.
Hızını alamayan CHP genel başkanı 3 Haziran 2025 tarihindeki grup konuşmasında da şunları söyledi: “Biz bu filmi daha önce gördük. 27 Mayıs darbesinden sonra, darbeciler gittiler ‘Düşükler Yassıada’da’ diye bir film çektiler. … Türkiye 27 Mayıs’ı da, 12 Mart’ı da, 12 Eylül’ü de, 15 Temmuz’u da çok ağır bedeller ödeyerek, öğrenerek ve geçmişteki hataları terk ederek, pırıl pırıl bir nesile emanet etmek istediğimiz 100. yıla, bütün badirelere rağmen ikinci yüzyıla ulaştık. … Yassıada filmini çekenler tarih oldu, yok oldu. Torunu çıkıp diyemez ‘Benim dedem 1960 darbesini yaptı’ diye. 12 Martçılar, Denizleri asanlar, 12 Eylül’ün işkencecileri hangisinin torunu şimdi insan içine çıkıyor? Var mı 15 Temmuz gecesi ‘Babam tankın içindeydi’ diyebilen.”
Özellikle AKP iktidarı geldikten sonra, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ne, darbe demek moda oldu. Siyasi iktidar kendi yaptığı sivil darbeyi görünmez kılmak için sürekli askeri darbelere gönderi yapmaktadır. Bu darbe söylemine ideolojisi, bilgisi ve kültürü yeterli olmayanlar da sıkı sıkı sarılmaktadır.
22 Mayıs 2010 tarihinde CHP’nin 33. Olağan Kurultayında Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu, seçildikten iki gün sonra ilk ziyaretini Zaman Gazetesi’ne yaparak “bugün 27 Mayıs’ı yapanlar utanıyor” biçimindeki söylemiyle proje olduğunun sinyallerini vermişti. Ertesi gün bu demeç bazı gazetelerde yer aldı. 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe olarak niteleyenlerin kim oldukları, neye hizmet ettikleri bugün daha iyi görülmektedir.
Eğer 27 Mayıs 1960 darbe ise 1923 Türk Devrimi’ne, 1917 Rus Devrimi’ne ve 1789 Fransız Devrimi’ne de darbe demek gerekir ki bu çok büyük haksızlık ve yanlış olur. Günümüzde darbe ile devrim arasındaki farkı görmeyenler, havadaki oksijenin değerini bilmeyen aymazlardır. Gerek 27 Mayıs 1960 öncesi olaylarda, gerekse sonrasında asker ve sivil olarak büyük sorumluluklar alanların çocukları da torunları da babalarıyla, dedeleriyle büyük gurur duyuyordur. 1961 Anayasası’nın hazırlığını yapanlar arasında bilim insanları, CHP ve askerlerin bulunduğunu bilmeden, gerçeklere aykırı şekilde konuşan CHP yöneticileri de tarihe karşı sorumludurlar.
Üstelik bugün Atatürk ilkelerinden uzaklaşan, emperyalistlere yamanmaya çalışan, PKK terör örgütünün bildirisine destek veren, ülkemizi bölünmeye doğru götüren sığ politikacıların çocukları, torunları “nasıl böyle bir ihanete ortak oldunuz” diye utanacaklardır ve sokaklara çıkıp “babamız, dedemiz bunları yaptı” diyemeyecekler. Atatürk’ün koltuğuna oturan babalarıyla, dedeleriyle gurur duyamayacaklar. Ben nasıl 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapanlar arasında olan babamın yaptıkları ile gurur duyuyorsam, 27 Mayıs Devrimi’nin içinde olanların da katkı verenlerin de çocukları, torunları gurur duyacaklardır.
Kasım 2021 tarihinde yayınlanan ‘Türkiye Uçuyor’ adlı kitabıma sayın Kemal Anadol’un yazdığı önsözden kısa bir bölüm ile yazımı sonlandırmak istiyorum: “27 Mayıs 1960 tarihi, siyasal ve özellikle Cumhuriyet tarihimiz içinde çok önemli bir yerde durmaktadır. Bugün saptırma amaçlı siyasal tartışmalar içinde 27 Mayıs’ı, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle aynı kefeye koyma çabaları yanlıştır; kasıtlıdır.
18. Yüzyıldan bu yana dünya siyasal tarihinde 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Sovyet Devrimi özel önem taşırlar; geleceği etkilemişler ve şekillendirmişlerdir. Başarıyla sonuçlanan ilk antiemperyalist devrim olan Kemalizm, doğal olarak 1789 ve 1917 devrimlerinden etkilenmiştir. 27 Mayıs 1960 Devrimi ise Kemalist Devrimin devamıdır. Tıkanan demokratik düzenin önünü açmış ve halkımıza dünyaya örnek bir hukuk belgesi olan 1961 Anayasası’nı armağan etmiştir. Eğer mevcut iktidarı deviren hareket kendi halkının yararına ise ve her şeyden önemli ileriye dönükse, adı “Devrim”dir. Halkının zararına ve gerici ise adı bu kez “Karşı Devrim”dir.”
Suay Karaman
Kimin özeli olduğu belli olmayan CHP Genel Başkanı, geçtiğimiz hafta sonu Rudaw internet sitesine röportaj verdi. Röportajda ülkemizin üniter yapısıyla ve yürürlükteki anayasasıyla çelişen birçok bölüm vardı. Eğer bunları önemsemezsek, ülkemizin parçalanmaya doğru gideceğine de seyirci kalırız.
Röportajda Özgür Özel’e PKK terör örgütünün fesih bildirisi ile ilgili düşüncesi soruluyor. Özgür Özel ise sadece sevindiğini söylüyor; o bildiride Lozan’ın hedefe konmasının, 1924 Anayasasının göz ardı edilmesinin ve soykırım suçlamasının kabul edilemeyeceği yönünde bir yanıt vermiyor.
Röportajda şunu söylüyor: “Türk gençlerinin sorunları var, Kürt gençlerinin daha çok sorunları var. Türk kadınlarının sorunları var, Kürt kadınlarının daha çok sorunları var.” Ancak daha çok olan sorunlardan söz etmiyor. Varsa yoksa acıklı etnik eşitsizlik ve mağduriyet anlatılıyor. Ülkemizde cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili olanların, önemli bürokratik makamlarda olanların Kürt kökenli olduğu nedense hiç akıllara gelmiyor. ‘Kürt sorunu’ ifadesi, Kürt kökenli yurttaşlarımızı ötekileştirip hedefe koymaktır. Çünkü Kürt kökenli yurttaşlarımız da ülkemizin eşit ve onurlu yurttaşlarıdır. Anayasamızın 10. maddesine göre kanun önünde herkes eşittir.
‘Eşit yurttaşlık’ diye çırpınanlar, ihanete giden yolu açmaktadır. Eşit yurttaşlık demek, etnik bölücülük yapmaktır; yurttaşlar arasındaki değil, etnik ya da dinsel yapılar arasındaki eşitliktir. Eşit yurttaşlığın dayandırıldığı temeller; çok dillilik, anadilde eğitim, özerk yönetim ya da yerel yönetimlere yetki devridir. Böylece etnik topluluklara hukuksal kimlik kazandırılması sağlanacaktır. Bu girişimlerle din ve ırk farklılıklarına dayanan federatif yapılanmalar ortaya çıkarılarak, ulus devletin yıkılması amaçlanmaktadır.
Röportajda Özgür Özel, ‘ana dilde eğitim’ ve ‘kapsayıcı bir vatandaşlık tanımı’ vurgulamaktadır. Buna göre anayasanın 42. ve 66. maddelerinin değiştirilmesi gerekmektedir. Ana dilde eğitim konusu CHP kurultaylarında ya da parti meclisinde tartışılmadan, örgütlerin ve seçmenlerin görüşü alınmadan ortaya atılacak bir konu değildir. Böyle bir konu parti politikası olarak açıklanamaz. Her çocuğun ana dilini öğrenme hakkı vardır ama ana dilde eğitim farklı bir olgudur. Eğitimde ayrılık, toplumda bütünleşmeyi değil ayrışmayı körükler. Ulus devletlerde böyle bir uygulama yoktur. Ana dilde eğitim, ulus devletin parçalanmasının yollarından biridir. Anayasamızdaki “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesindeki Türk tanımından rahatsızlık duyanlar ise emperyalizme meze olanlardır. 42. ve 66. madde üzerindeki tartışmaların, anayasamızın ilk dört maddesindeki değiştirilemez olan ulus devlet ve Türkçenin resmi dil olması hükümlerini de tehlikeye sokacağı bilinmelidir.
Röportajda Özgür Özel; “elbette sivil, özgürlükçü, kapsayıcı bir anayasaya ihtiyaç var” diyerek, bir yerlere yeşil ışık yakmaktadır. Atatürk’ün koltuğunda Müdafaayı Hukuk duruşu sergilenir, tam bağımsızlık benimsenir, emperyalizme karşı dik duruş gösterilir. O koltukta oturup, emperyalizmin bölünme projelerine destek verilmez.
Ülkemizin büyük sorunları terör örgütüne destek vererek, emperyalizme mavi boncuk dağıtarak çözülmez. Eğitimin bitik durumu siyasileri ilgilendirmemektedir. Son günlerde yaşanan önemli bir olay muhalefetin bile gündeminde yer almamaktadır. Kendini Ekümenik Patrik olarak isimlendiren Fener Rum Kilisesi Patriği Bartholomeos, Yunanistan Genelkurmay Başkanı General Dimitrios Hupis tarafından ziyaret edildi. İstanbul’un fethi olan 29 Mayıs tarihinde yapılan ziyarette Yunanistan Genelkurmay Başkanı, Bartholomeos’a Trakya topraklarının ve İstanbul’un Türkiye’ye ait olmadığı bir Helen haritası hediye etti. Megali İdea’yı (Büyük Ülkü) çağrıştıran bu harita sunumu konusunda Türk kamuoyu, terör örgütünün bildirisinde olduğu gibi sessizliğini korudu. Toplumda ulusal duyarlılık bitirilirken, altımızdan ülkeyi çekip alacaklar ve ne yazık ki bu gidişle farkında olamayacağız.
Günümüzde üniter yapımızın bozulmasına, ulusallık karşıtlığına ve Atatürk ilkelerini çiğnemesine karşın halen yeni CHP yönetiminden ve genel başkan Özgür Özel’den umutlu olanlar, bu ihanet sürecinin açık ya da gizli destekçileridir. Bu iktidar ve böyle muhalefet ile ülkemizin sorunları çözülemez. Yıllardır Kemal Kılıçdaroğlu’nun en yakınında olan Özgür Özel’i tanımak için Sayın Zahide Uçar’ın “Siz Kimin Özel’isiniz?” adlı yazısını okumakta yarar var. Ülkemiz ‘eşit yurttaşlık’, “anadilde eğitim’, Kürt sorunu’ diye diye bölünmeye doğru giderken, ana muhalefet partisi genel başkanının öncülük ettiğini de unutmamak gerekir.
Özgür Özel röportajında “Kürtlerin taleplerini bağıra bağıra söylemek benim vazifem” demiştir. Özgür Özel’in görevinin ne olduğu belli olmuştur; ülkemizin bölünmesine destek olmak. Vatan severlerin ivedilikle örgütlenerek, bu gidişe dur demesi gerekmektedir.
Suay Karaman
14 Mayıs 1950 tarihinde ‘Yeter Söz Milletindir’ sloganı ile iktidara gelen Demokrat Parti, bu niteliğini kısa sürede yitirmişti. “Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. Anayasanın dili Osmanlıcaya çevrilmişti. “Beni serbest bırakınız, anarşizmi ve komünizmi bitireyim” diyen Said Nursi’nin elini öpen Adnan Menderes, hilafet bayrağı altında hayır dualarını almıştı. NATO’ya üye olabilmek için, TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı. Ülkemizi dış dünyaya rezil eden 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu Demokrat Parti iktidarıydı.
27 Ekim 1957 seçimlerindeki yolsuzluklar, Demokrat Partinin gerçekleştireceği sivil darbenin öncüsü olmuştu. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikast düzenlenmişti. 4 Ağustos 1958 tarihinde 2,80 TL olan dolar, 9,00 TL’ye çıkarıldı. Ardından kamu kuruluşlarının ürünlerine zam yapıldı, hayat pahalılığı bir anda %400-500 arttı. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Halk geçim sıkıntısı içindeydi, zamlar karşısında eziliyordu. Ülke tamamen kamplara bölünmüştü. Vatan Cephesi kurarak, halk birbirine düşürülmüş, Demokrat Partililerle, muhaliflerin camileri ve kahveleri bile ayrılmıştı.
1960 yılının başlarında muhalefete karşı iyice sertleşen Demokrat Parti, 12 Nisan 1960 günü yapılan Meclis Grubu toplantısında Tahkikat Encümeni (Soruşturma Komisyonu) kurulmasını onaylamıştı. Meclis’te muhalefetin itirazlarına karşın 15 Demokrat Partili milletvekilinden oluşan bu komisyon, savcıların, askeri ve sivil hâkimlerin tüm yetkilerine sahip olacaktı. Gazete toplatabilecek, basımevleriyle birlikte kapatabilecekti. Her türlü evrak, belge ve eşyaya el koyabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelenler bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılacaktı. Komisyon kararlarına itiraz mümkün değildi. Yapılan bir sivil darbeydi.
27 Nisan 1960 günü bu komisyonun yetkileri genişletildi. Bunun ardından protesto gösterileri başladı. 28 Nisan 1960 Perşembe günü İstanbul Üniversitesi önündeki Beyazıt Meydanı’nda toplanan ve “Hürriyet İsteriz” diye bağıran öğrencilere polisin ateş açması sonucunda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz hayatını kaybederken, çok sayıda öğrenci de yaralandı. Yaşanan olaylar nedeniyle, İstanbul Üniversitesi 15 gün boyunca kapatılmıştır. İstanbul’da gece sokağa çıkmak yasaklanmış, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiş, gazetelere de yayın yasağı getirilmiştir. Olaylar sırasında öğrencilerini korumak isteyen Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar da, tartaklanıp yerlerde sürüklenmişti. Olaylar ertesi gün 29 Nisan Cuma günü Ankara’ya taşındı. Siyasal Bilgiler Fakültesi kurşunlandı. Birçok öğrenci göz altına alındı. Halk, 28 Nisan olayına ‘Kanlı Perşembe’, 29 Nisan olayına da ‘Kanlı Cuma’ adını vermiştir. Meclis grubunda “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyebilen ve “odunu koysam milletvekili seçtiririm” sözüyle demokrasiden hiçbir şey anlamadığını gösteren Başbakan Adnan Menderes, bu olaylardan sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan “Kara Cübbeliler” olarak söz etmişti.
Demokrat Parti döneminde ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuştu, bazı gazeteler sansür nedeniyle beyaz çıkmış, gazeteciler hapse mahkûm edilmişti. Demokrat Parti iktidarında yaklaşık 3000 gazeteci hakkında dava açıldı ve yaklaşık 1000 gazeteciye verilen cezaların toplamı 200 yıl civarındaydı. Sürekli olarak demokrasi dışı tutum ve davranışlarda bulunan Demokrat Parti hükümeti, adım adım 27 Mayıs’a doğru yol alınmasına neden olmuştu.
27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, bir ‘askerî harekât’ ya da bir ‘ihtilal’ olarak tanımlamak gerekir. Askerî harekâtlar, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanırlar. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu şekilde belirlenir. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken, darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence vermektedir. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir. 27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs 1960 ihtilali, tartışmasız bir devrimdir. Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.
27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarının yaptığı sivil darbe sonucunda demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, söylemin tam tersine topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs 1960 bir devrimdir.
27 Mayıs sabahı yeni anayasa çalışmalarına katkı vermek üzere İstanbul’dan gelen yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep anımsanması gereken şu tümce yer almıştır: “Bir devlette, hükümet ve onu oluşturan siyasi iktidar, hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın menfaatine dayanmalıdır.”
27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve hâkim güvencesini sağlayacak Yüksek Hâkimler Kurulu oluşturulmuş, sosyal devlet, sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Sosyal güvenlik hakkı, idare işlemlerine yargı yolunun açılması, seçimlerde hâkim güvencesi gibi haklar kazandırılmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için Fen Liselerinin açılması, üniversitelerde uzaktan eğitim açılabilmesi gibi yeni düzenlemeler yapılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak, insanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.
Son zamanlarda bazı kişiler ABD’nin 27 Mayıs’ın içinde olduğu söylemektedir. 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okunan ihtilal bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” sözleri vardı. Eğer bu söz olmasaydı, 24 saat içinde tüm dünya devletleri yeni yönetimi tanımazdı. İhtilalden bir gün sonra Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, ABD Ankara Büyükelçisiyle görüşmüştür. Görüşmede büyükelçi; “Lâtin Amerika ülkelerinde görev yaptığım zaman çok darbeler gördüm…. Bu darbe ise, şimdiye kadar şahidi olduğum darbelerin en dakik ve en süratli olanıdır” sözleriyle görüşünü belirtmiştir. Görüşmelerin sonunda Cemal Gürsel, 1 Haziran’da memurların maaşlarının verilmesi gerektiğini, halbuki elde sadece 23 milyon lira bulunduğunu bildirmiş ve ABD’den, bu maaşlar için 180 milyon liralık bir yardım istemiştir. Ancak özellikle ABD belgelerinde bu konunun gelişmesi ve sonucu hakkında bir bilgi yoktur. İşte bu görüşme yüzünden ABD’nin 27 Mayıs’ın içinde olduğu görüşüne varılmaktadır. Oysa ABD, 27 Mayıs’ın dışındadır ama hemen ertesi gün Türkiye’ye destek vererek, Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasına engel olmak istemiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs’tan sonra sisteme girmek için çabaları olmuştur ve sivil idareye geçince başarıya da ulaştığı söylenebilir.
Eğer ABD, 27 Mayıs’ın içinde olsaydı 1961 Anayasası gibi çağdaş ve özgürlükçü bir anayasa yapılabilir miydi, ABD buna izin verir miydi? 27 Mayısçılar, Cumhuriyet Senatosu’nda yaptıkları konuşmalarda sürekli ABD emperyalizmini yerden yere vurmuşlardır. Milli Birlik Komitesi Üyesi, Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın yazdığı “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CİA” adlı kitaplarla ABD’nin kirli emellerini ortaya koyanlar mı, 27 Mayıs’ın ABD tarafından yapılmasına alet olacaklar? İnsanlar bu kitapları okumuyorlar ama kulaktan dolma yanlış bilgileri gerçek sanıyorlar. Bu arada her olayı, her olguyu kendi zaman, zemin ve mekân boyutları içinde el almak gerekir. Bugünden geriye bakarak, olayları ve olguları çözümlemekte yanlış sonuçlara ulaşabiliriz.
Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve bugün yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır.
1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. Askeri bir harekât olan 27 Mayıs 1960, getirdiği kurumlarla demokratikleşmeyi, çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı hedef almıştır ve bir devrim niteliğindedir. 27 Mayıs Devrimi’nin 65. yılı kutlu olsun.
Suay Karaman