17 Haziran 2025 Salı
Berlin'de on binlerce kişi "Gazze için birlikte" yürüyüşüne katıldı
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
-Kibirli olmayın, kibir zaaftır, hem de en büyük zaaftır. Kendinizi bilin, kendini bilmeyen, Rabb’ ini bilemez-
Ahmet Yesevi’ yi ziyaret etmek için Taşkent’ten çıktık yola. Önce Aslan Baba… Ahmet Yesevi ’nin hocası imiş Aslan Baba. Rehberimiz Yıldız Amongaldiyeva öyle anlattı. Ahmet Yesevi’ yi, Ahmet Yesevi yapan Aslan Baba imiş. Aslan Baba, Ahmet Yesevî’nin ilk hocası ve aynı zamanda manevi terbiyecisi olarak kabul edilen bir sufi imiş. Hakkındaki bilgiler daha çok menkıbevî kaynaklara dayansa da, Türk tasavvuf tarihinde çok önemli bir figürmüş Aslan Baba.
Peygamberimizin kendisine emanet ettiği hurmayı sahibine ulaştırmak için 400 sene ağzında hurma ile oradan oraya dolaşmış durmuş. 400 sene sonra ancak ulaştırabilmiş hurmayı sahibine. Ahmet de kendisine malum olan o kişinin yolunu gözlermiş, doğduğu günden beri. Aslan baba Türkistan sokaklarını arşınlarken, birdenbire önüne bir çocuk çıkıvermiş.
“Sen Aslan Baba olmalısın.”
”Evet ben Aslan Babayım.”
“Sen de Ahmet’sin.”
“Evet ben de Ahmedim.”
Kucaklaşmışlar, gözyaşları sel olmuş akmış Türkistan sokaklarında. Rivayet bu ya, olur mu olur. Olmuş işte. Bu vesile ile Peygamberimizin müjdesine nail olan o çocuk, geleceğin Ahmet Yesevi’ si olmanın, ilk adımını atıvermiş.
Sonrasında gönüllerin fethi için açmış yelkenleri. O ülke senin bu ülke benim derken, tâ Balkanlara kadar gelivermiş. On binlerce insanın gönlüne dokunmuş. Arkasından gelen fatihler de fethi tamamlamışlar. Anlaşılan odur ki; insanları bir hedefe doğru yürütmek istiyorsanız olağanüstü hikâyeler kurgulamanız gerekiyor. İstanbul’un fethinde olduğu gibi.
Ben derim ki; Aslan Baba olmasaydı, Ahmet Yesevi olmazdı. Ahmet Yesevi ile Peygamberimizin arasındaki köprüyü kuran zat, Aslan Baba’dır. Ertuğrul Bey’in rüyasında gördüğü çınar ağacı gibi.
Aslan Baba’ nın türbesi mütevazı bir şekilde orada öylece duruyor. Türbe, gökten boşalan yağmur misali ziyaretçi sağanağına uğruyor. Şaşâ yok. Debdebe yok. Türbenin içinde bir hafız tarafından mütemadiyen Kur’an okunuyor. Yasin suresi okunuyor. Biz oradayken ikinci sayfayı okuyordu. Tertemiz bir türbe. Taşkınlık yapanları görmedim. Türbenin orasına burasına elini yüzünü sürenlere de şahit olmadım. Anlaşılan odur ki, bizdeki türbe ziyaret adabı(!) Türkistan Müslümanlarına daha ulaşmamış. Veya Türkmenistan Müslümanları ziyaret adabını içselleştirilmişler. Onlar ölülerin egemenliğinden medet ummuyor olmalılar.
Hürmetimizi, saygımızı ihmal etmeden, müsaade isteyerek ayrıldık Aslan Baba’ dan. Ahmet Yesevi bizi bekliyordu. Gün sonlanmadan varmalıydık huzura. Bizler ne kadar da acele etsek olmuyor bazı şeyler. “Kaderin üzerinde bir kader var” demiş ya şair. Doğru demiş.
Yol arkadaşlarımızdan birisinin burnu kanayınca vakitlice selamlayamadık Ahmet Yesevi’ yi. Mevla’ya şükürler olsun ki, arkadaşımız çabuk toparladı, rehberimizin çağırdığı sağlık ekibi 15 dakika içinde müdahalesini yaptı ve yolumuza devam ettik.
Hava çok sıcak, gün boyu sıcaklık hiç düşmedi. 30 derece. Beynimiz fokurduyor desek abartılı olmaz. Bazı arkadaşlarımız Özbek takkesi taktılar başlarına. Siperlikli şapka takanlar da var. Zamanımızın çoğunu da Otrar Kalesi’nde geçirince, geciktik. Otrar Kalesi Emir Timur’ un Çin üzerine sefer düzenlediği sırada öldüğü kale. Zehirlendi mi yoksa bize anlatıldığı gibi soğuk algınlığından mı öldü? belli değil. Üzüldük elbet.
Sen o kadar meydan savaşı yap, ülke işgal et. Sonrasında da soğuk seni esir alsın ve yatakta can ver. Yiğitler yiğidi, hanlar hanı, emirler emiri bir adama yakışmayan bir ölüm şekli. Olacak olan olmuş, olan da olacak olan değil mi zaten.
Şehir merkezine girdik, girdik girmesine de bizi karşılayan falan olmadı. Oldukça gecikmiştik tabi. Olan olması gerekendi, o da olmuş. Otele bile eşyalarımızı bırakmadan, doğru restorana geçtik. Yemekten sonra Huzur’a varmak için attık kendimizi sokağa. Rehberimiz Hüseyin Bağır tarif etti Ahmet Yesevi’ nin türbesini. Otelimizin hemen arkasında.’ Şöyle gidin ve hemen sonra sağa dönün işte orada türbeyi göreceksiniz zaten’.
Ahmet Yesevi’ ye tekmil vermeden yatağa girmek olmazdı. Biz de giremedik. Gecenin o saatinde türbenin kapısına kadar geldik, geldik gelmesine de açmadılar kapıyı. Geç olmuştu. Ertesi gün tekrar gelmemiz gerekiyormuş. Duvarlara rağmen yine de selamlaştık Ahmet Yesevi ile, saygımızı sunduk. O da bizi bekliyormuş zaten, biz gecikince istirahate çekilmiş…
Sabahın 7’sinde kapısındaydık Hazretin. Bu sefer kapılar sonuna kadar açılmış. “Buyurun içeriye hoş geldiniz” denilerek gönlümüz de alındı. Rehberimiz Cengiz, Türkistan’da doğmuş büyümüş. Lisansını Uludağ Üniversitesi’nde yapmış. İlahiyatçı. Türkçesi akıcı, kavramlara hâkim. Konusuna hâkim donanımlı bir genç. Geçti öne ve başladı anlatmaya, neler anlattı neler…
Hele bir yer var ki; orayı görünce koptuk zaten. Yerin 4 metre altına bir oda yaptırmış Ahmet Yesevi. İnziva odası. “Peygamber 63 yaşında vefat etti, bana daha fazla yerin üzerinde yaşamak yakışmaz” demiş ve girivermiş yerin altına. Hür iradesiyle yapmış bunu. Ölmeden evvel ölmek böyle bir şey olsa gerek…
Ahmet Yesevi’nin Hikmet adı verilen şiirleri, İslam’ı sade, anlaşılır ve halk diliyle anlatması bakımından eşsizdir. Bu yaklaşım, İslam’ın Orta Asya’da kalıcı ve halk tabanında güçlü bir şekilde benimsenmesini sağlamıştır.
Yesevi, zahiri ilimlerin yanı sıra, batıni ilimleri ve nefis terbiyesini esas alan bir eğitim sistemi(Tarikat) kurmuş. Tarikatlar ve dergâhlar aracılığıyla maneviyatı hayatın merkezine koymuş.
O tarikat, İslam’ı bir korku dini olarak değil, sevgi, merhamet ve ahlak dini olarak sunar. Bu tarikat, Anadolu’daki Bektaşilik dahil olmak üzere pek çok tasavvufi hareketin temellerini oluşturur. Ahilik, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi yapılar, büyük ölçüde onun mirasından beslenmiştir.
Ahmet Yesevi’nin öğretileri, özlü, pratik ve doğrudan hayatın içine dokunan niteliktedir. Ona göre en temel mesele, kişinin kendi nefsini tanıması ve dizginlemesidir. Nefsine hâkim olamayan bir insan, hakikate ulaşamaz. Açgözlülük, kibir, haset gibi duygularla mücadele etmek, tasavvufi yolculuğun ilk adımıdır.
Ahmet Yesevi, o daracık odadan, kendisiyle kurduğumuz iletişim yoluyla tavsiyelerde bulundu bizlere:
“Kibirli olmayın, kibir zaaftır, hem de en büyük zaaftır. Kendinizi bilin, kendini bilmeyen, Rabb’ ini bilemez.
İnsanlara hizmet edin ama karşılık beklemeyin. Dünyaya bağlanmayın, sade bir hayat yaşayın. Dilinize sahip çıkın, geleceğinize sahip çıkın.
İnsanlara hizmet etmek, Allah’a ibadet sayılır. Bireysel ibadetlerin ötesinde sosyal sorumluluklar vardır. Bu yüzden dervişlik, sadece inziva değil, halkın arasında, halk için yaşamaktır (halvet der-encümen).
Gösterişten, riyadan uzak durmak gerekir. Süslenmiş sözlerden çok, sade ama içten sözlere değer vermek lazımdır.Tevazu lazımdır.
Bilgi, ancak uygulamaya geçirildiğinde anlam kazanır. Sadece bilmek değildir esas olan, esas olan bilginin gereğini yerine getirmektir.
Allah aşkı olmadan hakikat yolunda yürünmez. Bu aşk mecazi değil, hakiki bir aşk olmalıdır. Bu aşktır kişiyi kendini aşmaya götüren. Akıl ve kalp birlikte yol almalıdır…
Türk Eğitim Derneğinin değerli üyeleri; haydi yolunuz açık olsun, Berlin’e bizden selam edin…”
Devam edecek
Rüştü Kam