17 Haziran 2025 Salı
DMM'den Fatih Altaylı'nın tutuklanmasına ilişkin açıklama:
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
-Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için-
HAREZM BÖLGESİ
Emir Timur’la uzunca bir sohbetimiz oldu, Taşkent’teki Hürriyet Meydanı’nda. Bir hayli dikleştik. Konu elbette Ankara Savaşı’ydı (1402). Farklı bir kişilik Emir Timur. Biz ona Aksak Timur diyoruz, yani Timurlenk. Savaş için zaman zaman ülkesinden ayrılmış ama hiçbir zaman yurduna eli boş dönmemiş. Ülkesini seven bir devlet adamıymış Emir Timur.
El koyduğu topraklardan eli kalem tutanları, sanatkârları, ilim adamlarını, kitapları ve ne yenilik varsa hepsini toplamış, getirmiş Özbekistan’a. Getirdiği o ilim ve sanat erbabına ise imkân tanımış: Paraysa para, elemansa eleman, devlet desteğiyse devlet desteği… Ne gerekiyorsa önlerine sermiş. Sonra da “Haydi bakalım, yürüyün!” demiş.
Ülkesi için iyi şeyler yapmış. Hem de çok iyi şeyler. Yapmış yapmasına da bütün bu yaptıkları bizim nazarımızda onu bütünüyle aklamaya yetmedi. Kendi ülkesini güzelleştirmek adına, bir başka ülkeyi—hem de Müslüman kardeşinin ülkesini—yerle bir etmek, yakışmamıştı Emir Timur’a. Ayrılırken cümlemizi şöyle tamamladık: “Buna rağmen…”
Akşam yemeği için başka bir restorana gittik. Albenisi yüksek, hayli kalabalık bir yerdi. Yerlerimiz Hüseyin tarafından önceden ayrılmıştı. Uzunca bir masa… Bir ucuna ben, öbür ucuna da Hüseyin oturdu. Gün boyunca gezdiğimiz yerleri değerlendiriyoruz, bir yandan da mezelerden atıştırıyoruz.
Aslında şu meze işini, yeniden gözden geçirmek lazım. Ana yemek gelene kadar karnımız doyuyor; sonra da yemeğin yarısı masada kalıyor. Hele ki restorana gelmeden önce geç vakitte bir de samsa yemişseniz, zaten pek aç olmuyorsunuz.
Birdenbire… Öyle bir gürültü koptu ki, sorma gitsin! “Ne oluyor?” diye başımızı sesin geldiği yöne çevirdik. Garsonlar müzik ve dans eşliğinde bize doğru geliyor, ama ne olup bittiğine bir türlü anlam veremiyoruz.
Otobüste Hüseyin’e sormuştuk, “Bugün menüde ne var?” diye. O da “Sürpriz,” demişti. Meğer sürpriz buymuş!
Yaklaşık on garsonun omuzlarında taşıdığı dev bir şiş… Adana kebabından kuzu şişe, tavuk şişten envai çeşit et dizilmiş şişe. Sonradan öğrendiğimize göre bu şiş tam 12 metreymiş! Daha önce en fazla 6 metre yapmışlar; bu şiş rekormuş yani. Grup 34 kişi olunca şiş de 12 metre olabiliyor…
O güzelim ekmeği bir kenara bıraktık; sırf etler ziyan olmasın diye yaptık bunu ama nafile… O güzelim etlerin bir kısmı yine şişte kaldı. “Paket yaptırsak nereye götüreceğiz, nerede yiyeceğiz?” derken vazgeçtik.
Orta Asya mutfağı, görkemli sunumları ve doyurucu lezzetleriyle tam anlamıyla bir kültürel şölene dönüşebiliyor. Özellikle misafirperverliğin baş tacı edildiği bu coğrafyada, yemekler yalnızca karın doyurmak için değil; aynı zamanda bir gösteri, bir paylaşım vesilesi. Turizme yeni yeni açılıyor olmalarının da etkisi var elbette bu cömertlikte. Bizim yaşadığımız o 12 metrelik şiş sürprizi de bunun canlı bir örneği.
O kadar yemekten sonra hemen yatılmaz elbet. Biz de yatmadık zaten. Bir grup arkadaş, otele kadar yürümeyi tercih ettiler. Yediklerini hazmetmek istediler. Ama ben o cesareti kendimde bulamadım; otobüsle dönmeyi seçtim.
Otele vardık. Günü noktalamadan önce bir kahve iyi gider diye düşündüm. Ne var ki Türk kahvesi henüz buralara uğramamış. Yerine “Americano” dedikleri, pek de ciddiye alınmayacak bir kahve veriyorlar. Ama insan, yemekten sonra şöyle sade bir fincan kahve içmek istiyor. Uyduruk da olsa, kahve kahvedir dedik ve başladık yudumlamaya.
Kahve eşliğinde yapılan akşam sohbeti ise gerçekten enfesti. Yorgunluk yavaş yavaş çökerken bir yandan günün muhasebesi yapılıyor, bir yandan da kahkahalar gece karanlığını delip geçiyordu. Taşkent’te gün boyu yürüdük, öğrendik, hayran kaldık, şaşırdık, yorulduk. Restorandan otele yürüyenler sessizliğe eşlik ettiler, benim gibiler geceyi otobüsün penceresinden seyretmeyi tercih ettik.
Her yolculuğun sonunda insan biraz daha susmayı öğreniyor. Belki yorgunluktan, belki içimizdeki sesi daha iyi duyabildiğimizden… Taşkent’in bu son gecesinde, kahve fincanında telve gibi biriken hatıralarımızı fal bakmadan bıraktık yerli yerinde.
Taşkent’teki son gecemizdi… Midemiz dolu, ruhumuz yorgun ama gönlümüz huzurluydu. Şehir, bize sadece tarihî meydanlarını, ihtişamlı müzelerini değil; akşam yürüyüşlerini, garsonların dansını, kahkahaların yankılandığı uzun sofraları da armağan etti. Otele döndüğümüzde içilen bir fincan kahve, belki de günün en sessiz ama en anlamlı anıydı.
Burada öğrendiğimiz şeylerden biri de şu oldu: Her güzel şehir, kendine has bir ritimle veda edermiş misafirine. Taşkent bunu bir fincan kahveyle yaptı. Telvesiyle değil ama hatırasıyla iz bıraktı bizde.
Yarın yeni bir şehir, yeni bir sabah, yeni hikâyeler…
Hiva’ya gidiyoruz
Sabahın saat dördünde kaldırdı rehberimiz Hüseyin grubu. Uçakla Ürgenç’e, oradan da karayoluyla Hiva’ya geçecekmişiz. Otelde kahvaltı için kumanya hazırlanmıştı. Havaalanında uçuşu beklerken yedik onları, otobüste yiyenler de oldu. Çünkü uçağa sokmak yasakmış.
Uçuş kartlarımızı alıp beklemeye koyulduk. Küçük bir havaalanı. Hüseyin, aldı sazı eline, vurdu teline, teline. Arka arkaya Bektaşi deyişleri okumaya başladı. Güzel okuyordu, hem de çok güzel. Anlattığına göre müzik eğitimi de almamış. Alaylı. Kabiliyet meselesi. Ama sabah sabah, o saatte, insanın içine işleyen bir cazibesi olmuyor. Olmuyor olmasına da yine de eşlik ettik Hüseyin’e. Müzik bu, icra edildiği yerde hemen etkisini gösteriyor. Özbekler de dinleyiciler arasına katılınca havaalanının bekleme salonu birden bire konser salonuna dönüşüverdi.
Ürgenç’e gelince beklemeden hemen otobüse atladık. Bavullarımız Taşkent’te kalmıştı. Sadece el bagajı olunca alandan dışarıya çıkmak uzun sürmüyor. Hiva’ya yaklaştıkça içimizdeki heyecan da artıyordu. Şehri bugüne dek yalnızca fotoğraflardan tanımıştık; şimdi ise gerçeğiyle yüzleşecektik. İç kaleye doğru ilerlerken rehberimiz anons etti: “Hiva’ya geldik!”
O an gözlerimiz ister istemez sağa sola kayıverdi. “Neresidir acep bu Hiva?”
O bildik turkuaz çinili minareler, kubbeler ortalıkta yoktu. Önümüzde yalnızca toprak yığınından yapılmış, sade bir kale duvarı duruyordu. Burası, hayalimizdeki Hiva değildi.
Omuz çekip dudak bükerek, otobüsten indik; içeriye araç girişi yasakmış. Bavullar görevliler tarafından otele taşınacakmış. Toplandık rehberimiz Yıldız’ın etrafında. İki rehberimiz var. Türkistan’a geçince rehberimiz üç olacak. Rehberimizin biri de Taşkent’te eşlik etmişti bize.
“Ey Anadolu kervanı, Orta Çağ’dan kalma bir şehirde dolaşmaya hazır mısınız?” dedi ve elindeki çubuğu havaya kaldırarak yürümeye başladı Yıldız. Biz de arkasından.
Kalenin içine adım atar atmaz başka bir dünyaya geçtik. Uzaktan bakınca sıradan görünen bu şehir, yaklaştıkça geçmişin büyüsünü göstermeye başladı. Denizde, uzaktan sadece bacası görünen bir gemi gibi… Görmek istediğimiz o muhteşem manzarayla burun buruna geldik. Gerçekten de Orta Çağ’dan kalma bir şehir burası. Hem de öylece bırakılmış değil, özenle korunmuş bir şehir. Doğru demiş Yıldız.
Kerpiçten yapılmış küçük küçük evler, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar… Hatta bazı yerlerde taş da yok; toprak yollarda yürüyoruz. Asfaltın uğramadığı bu coğrafyada zaman sanki yavaşlamış gibi. Meğer dış görünüş gerçekten de aldatıcıymış.
Otele ulaştık. Yeni yapılmış ama şehrin dokusuna uygun, küçük bir butik otel. Giriş işlemlerimiz tamamlandı. Akşam yemeğini terasta yiyecekmişiz. Tüm şehir ayaklarımızın altında olacakmış. Belki biraz serin olurmuş; yani, çöl iklimi malum.
Daha fazla oyalanacak zaman yoktu. Vakit kaybetmeden daldık şehrin içine. Hüseyin, işlemleri tamamlamak için geride kaldı. Bizler, Yıldız’ın çubuğunu takip ederek yürümeye devam ettik.
Sokak aralarında müşteri bekleyen satıcılar…
Çekik gözlü karayağız insanlar, sıcak iklim…
Medreseler, saraylar, kervansaraylar ve camiler rengârenk mozaiklerle süslenmiş.
Binaların arasından göğe yükselen turkuaz renkli minareler sanki birbirleriyle yarışıyorlar. Kimisi 55 metreye kadar yükselmiş, kimisi de ona ulaşmak için arkadan yükselmeye devam etmiş ama kader orada ağırlığını koymuş, Han ölmüş, minare de 25 metrede kalmış. Olsun, böyle de güzel.
Ve kapılar…
Bambaşka bir güzellik.
O nasıl bir işçiliktir öyle! Sert ağaçların üzerine ince ince işlenmiş desenler; âdeta bir kanaviçe gibi. Sabırla, emekle, duyguyla, nezaketle…
Hiva, Orta Asya (Türkistan)’nın kadim şehirlerinden biriymiş. Tarih boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Hanlar şehriymiş. İç kale ve dış kale olarak ikiye ayrılıyormuş. İç Kale, açık hava müzesi olarak niteleyebileceğim bir şehir. Efsanelere göre Hiva şehri, Nuh’un oğlu Sam tarafından çölde kazdığı bir kuyunun etrafında kurulmuş. Bu kuyu, lezzetli suyu nedeniyle zamanla kervanların uğrak yeri olmuş; şehir de böylece gelişmiş, İpek Yolu’nun merkezi hâline gelmiş. Yıldız anlattı bunları.
Etrafı surlarla çevrili bu tarihî miras, Türk-İslâm medeniyetini ayne’l-yakīn içimizde hissetmemizi sağladı. Müthiş bir Orta Çağ şehri. Daha Özbekistan turunun başındayız ama buraya kadar anladığımız o ki, Özbekistan mutlaka görülmesi gereken bir ülkeymiş meğer.
Geç kalmışız. Hem de çok geç.
Rehberimiz Yıldız başladı anlatmaya:
Yıldız Hivalı. Burada doğmuş ve burada büyümüş. Hâlâ burada yaşıyormuş. Bir Orta Çağ şehrinde… Tam şehrin ortasında ve de sokağın ortasında durduk ve Yıldız’ın etrafında toplandık. Merakla ne anlatacağını dinlemek istiyorduk:
“Hiva, Harezm bölgesinin en eski yerleşimlerinden biridir. Arkeolojik bulgular, şehrin tarihinin en az M.S. 6. yüzyıla kadar uzandığını gösterir. Ancak gerçek anlamda tarih sahnesine çıkışı, 9. ve 11. yüzyıllar arasında gerçekleşir. Bu dönemde Hiva, sadece bir yerleşim alanı değil; aynı zamanda astronomi, matematik ve kimya gibi bilimlerin öğretildiği önemli bir kültür ve eğitim merkezidir.
İpek Yolu üzerindeki stratejik konumu sayesinde şehir; ticaret, sanat ve ilmin merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Zerdüştlükten İslam medeniyetine kadar pek çok kültürün izini taşıyan Hiva’nın, Orta Asya’nın belleğinde özel bir yeri vardır.
Ne var ki bu aydınlık dönem, 1220 yılında Cengiz Han’ın ordularının istilasıyla kesintiye uğrar. Şehir büyük ölçüde talan edilir. Bu yıkımdan sonra yüzyıllar boyunca Hiva’da taş üstüne taş konulmaz. 16. yüzyılın başlarında kurulan Hiva Hanlığı, bölgeyi yeniden canlandırmaya başlar. 1603 yılında Arap Muhammed Han, hanlığının başkentini resmen Hiva’ya taşımasıyla şehir, idarî, siyasî ve kültürel anlamda yeniden canlanır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda mimarî ve şehircilik açısından altın çağını yaşar; bugün hâlâ ayakta olan birçok anıtsal yapı bu döneme aittir.”
Evet, Müslüman böyledir: Yıkmaz, inşa eder; öldürmez, yaşatır. Moğolların Orta Çağ’da yaptığını, şimdilerde modern dediğimiz bu dünyada modernistler yapıyor. Demokrasi adına yapıyor, çağdaşlık adına yapıyor, insan hakları adına yapıyor. Ne diyeyim ben şimdi böyle medeniyete…?!
Tarihin İzinde Hiva
“Yirminci yüzyılın başında tarih bir kez daha yön değiştirir. 1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından Hiva Hanlığı yıkılır ve yerine Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti kurulur. Ancak bu yapı da uzun süre ayakta kalamaz; 1924 yılında Hiva, yeni kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanır.
Bugün Hiva, bir zamanlar hüküm süren hanlıkların, büyük bilginlerin ve eşsiz işçilikleriyle iz bırakan ustaların hatırasını taşıyan, yaşayan bir tarih sahnesidir. Şehrin en dikkat çekici bölgesi olan İç Kale (İçan Kala), UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır. Yaklaşık 30 medrese, 20 kadar cami, birkaç saray ve anıt mezarla birlikte, Orta Çağ’dan günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş nadir şehir merkezlerinden biri olarak kabul edilir. Dış dünyaya kapalı kalmış olması, bu tarihî dokunun korunmasına büyük katkı sağlamıştır.
Ancak Hiva sadece taşlardan ibaret değildir. O, aynı zamanda Türk-İslâm medeniyetinin Orta Asya’daki güçlü bir temsilcisidir. Onu anlamak için bulunduğu coğrafyayı da tanımak gerekir. Hiva’nın içinde yer aldığı Harezm bölgesi, Ceyhun Nehri’nin (Amu Derya) Aral Gölü’ne döküldüğü alanın iki yakasına yayılan tarihî bir coğrafyadır. Günümüzde bu topraklar, İran, Türkmenistan, Özbekistan ve kısmen Tacikistan sınırları içinde kalmaktadır.
“Harezm” adının kökenine dair farklı rivayetler mevcuttur. Bu rivayetlerden birine göre, Büyük Balhan Dağları’ndan gelen Hârizm kavmi bu bölgeye yerleşmiş ve adını da oradan almıştır. Bir başka görüş ise kelimenin Farsça “hâr” (diken) ve “rezm” (savaş) sözcüklerinden türediğini öne sürer. Bu durumda “Harezm”, mecazen “dikenlerin savaşı” anlamını taşır. Her iki rivayet de bu toprakların ne kadar köklü ve çetin bir geçmişe sahip olduğunu bize gösterir.
Hiva’da zaman geçmez, birikir. Her adımda, bir medresenin gölgesinde ya da bir taş kapının sessizliğinde geçmiş üzerinize eğilir. Duvarlar konuşmaz ama suskunluklarıyla anlatır her şeyi. Bazen bir türbenin önünde, bazen bir minarenin gölgesinde fark edersiniz bunu.
İpek Yolu’nun kavşak noktalarından biri olan Hiva, yalnızca taş sokaklarıyla değil, belleğiyle de bizi içine çekiyor. Burada yürümüyoruz; sanki Orta Asya’nın hafızasında dolaşıyoruz.
Harezm, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış; Ahamenişlerden Selçuklulara, Gazellilerden Arap akınlarına kadar nice iz bu topraklarda birleşmiş. 12. yüzyıldan itibaren ise yalnızca siyasî değil, ilmî bir merkez hâline gelmiş; El-Hârizmî ve El-Bîrûnî gibi büyük bilginleri yetiştirmiş.”
Hiva’nın bu kadar etkileyici olmasının nedeni, sadece mimarî dokusu değil; taşıdığı zihinsel ve tarihî yükle hâlâ yaşayan bir medeniyet tasvirine dönüşmesidir. Burada geçmişin kokusunu ciğerlerimize dolduruyoruz, kollarımızı makas gibi açarak.
Biraz ilerledik, önümüzde bir stant var: Kalpak standı. Beyazı da var, siyahı da. Satıcısından izin alarak hepimiz birer kalpak taktık kafamıza. Sonra da hatıra fotoğrafı çektirdik. Ayrı renklerde 34 kafa bir araya gelince hoş bir manzara oluştu. Aynalarda kendimize bakarken gülümsedik. Sadece şapka değil, sanki bir hafızayı, bir kimliği başımıza geçirdik. Hatıra fotoğrafları çektik ama bu kez görüntümüz değil, neşemiz de karelere girdi. Kalpak standından ayrıldık. Yıldız, gruba döndü ve İç Kale’deki diğer tarihî yapıları anlattı:
Kunya Ark (Eski Saray)
“Değerli Anadolu Kervanı, bu gördüğünüz yapı, hanların hem yaşadığı hem de devleti yönettiği yerdir. Kunya Ark, yani ‘Eski Kale’, 17. yüzyılda inşa edilmiş. İçinde zindan bile vardır sarayın. Aynı zamanda, yazlık kabul salonu olarak da kullanılırmış… Yaz sıcağında oldukça serin olan bir yapıdır. Taş işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir.”
Duvarların tarihinden ziyade, oradaki zindanın içini merak ettik; “Acaba kimleri hapsediyorlardı buralara?” diye mırıldandık.
Cuma Camii
İçeri girerken hepimiz biraz yavaşladık. Sanki bir mabede değil de zamanın içine adım atıyorduk. Rehber Yıldız:
“İçeriye girdiğimizde sizi karşılayan şey sessizlik değil, ahşabın dili olacak. Yaklaşık 213 ahşap sütun var burada ve her biri ayrı bir döneme ait. 10. yüzyıldan kalanlar bile var. Bu cami, adeta Hiva’nın zaman tüneli. Dikkatli bakınca sütunlardaki işlemelerde eski ustaların izlerini göreceksiniz.”
Aman Allah’ım 1500 yıllık bir eser. Tabii hayranlığımızı gizleyemedik. Vavvvv sesleri dalgalandı içeride. Sütunlara göz gezdirirken, bir ara, Yunus’un ibadet aşkıyla sessizce fotoğraf çekmeye çalıştığını gördüm. Deklanşöre basarken bile ürkekti. Sanki geçmişi rahatsız etmekten korkuyordu. Bizim Yunus işte… Suna Hanım, bir sütuna yaslanmış ve gözlerini de kapatarak sanki tarihe yolculuk yapıyordu.
Ben mi? Ben de hayal âlemimde kendime yaslanacak bir sütun arıyordum. Her adımımda biraz daha geçmişe gidiyordum. Bulanlar arayanlardır derler…
Kalta Minor Minaresi
Rehber Yıldız, minarenin önünde durduğunda yüzünde biraz buruk, biraz da hayran bir ifade vardı:
“Burası Hiva’nın simgesi. Kalta Minor, yani ‘Kısa Minare’… Yapımı tamamlanmadan kalan bir hayal gibi. Hiva Hân’ı büyük bir minare yaptırmak istemiş. Hiva’daki minarelerin en yükseği onun yaptırdığı minare olmalıymış. Minare 29 metreye kadar yükselebilmiş. Hân’ın ömrü yetmemiş ve minare öylece kalmış. Ama üzerindeki çinilerle hâlâ gökyüzüne meydan okur gibi duruyor.”
Minare gerçekten de yarım kalmış bir cümle gibiydi. Göğün katmanlarına uzanmak istemiş ama kelimeler bitmiş de yeni bir cümleye başlayamamış sanki. Aslında bu eksiklik, ona ayrı bir güzellik de veriyordu. Erşan, minarenin etrafında dolanıyor, çinilere yaklaşmaya çalışıyordu. Mozaikleri inceliyordu.
Hiva’da yarım kalanlar bile tamam hissi veriyordu insana. Ben minarenin yarım kaldığına değil de üzerine kurulan baz istasyonuna üzüldüm. O güzelliğin, tarihin bize bahşettiği o eşsiz mirasın üzerine baz istasyonu mu kurulurmuş! Bu ne biçim bir aymazlık ne hazin bir vurdumduymazlıktır böyle! Çölde yer mi bulamadınız bire ahmaklar?
Yirmi birinci asrın sözde medeniyet temsilcileri! Geçmişin medeniyet sahiplerini hor gören bu ahmaklık, bu ucube, sizin ayıbınız değil de nedir? Hadi oradan! Siz, onların ayağının tozu bile olamazsınız!
Ama yine de geç değil… Bu hoyratlığınız için özür dilemek hâlâ elinizde.
Muhammed Emin Han Medresesi
Minarenin hemen yanında ziyaret etmemiz için bizi bekleyen medreseyi işaret etti Yıldız:
“Burası Hiva’nın en büyük medresesidir. 1851 yılında tamamlanmış. Dönemin en prestijli eğitim kurumlarından biridir… Burada yetişen öğrenciler sadece dinî ilimlerde değil, matematikten edebiyata oradan astronomiye, coğrafyaya kadar birçok alanda eğitim görürdü.”
Öğretmene ve ilme saygılı olunması gerektiğini temsili olarak anlatan o küçücük kapıdan içeri girerken, medresenin içinden öğrenci sesleri geliyordu sanki. Serde öğretmenlik var ya… Mesleğini unutamıyor insan. Hayal ediyorum odaya girince; bir köşeye oturmuşum, önümde talebeler… Onlara ders veriyorum. Hayalimde canlandırıyorum o öğretmen ve öğrenci ilişkisini. Öğretmenlikten istifa ederek Berlin’e geldiğime bir kez daha pişman oldum. İçim burkuldu, gözlerim doldu. Dokunsalar ağlayacağım. Bu dünyada öğretmenlik gibi kutsal bir mesleği bırakmışım ben. 3.000 mevcutlu Denizli Lisesinden. Ne oldu şimdi, başım göğe mi erdi?
Grup çoktan avluya çıkmıştı bile. Ben de ağır adımlarla arkalarından yürüdüm. Medrese avlusuna girdiğimizde, Suna Hanım bir taşın üzerine ilişiverdi. Ağzından şu cümleler dökülüyordu gayri ihtiyari:
“Burası ne hoş bir mekân böyle… İnsanı kitap okumaya kışkırtıyor.”
O da öğretmenliği bırakıp da Berlin’e gelenlerden.
Gülümsedim. Aynı hissi paylaşmanın sıcaklığını hissettim yüreğimde. Bazı mekânlar vardır ya, gerçekten de insanı dinlendirir, içine serin bir huzur salar ve okuma isteğini çoğaltır. Emin Han Medresesi işte tam da öyle bir yerdi…
Bazı mekânlar yalnızca taştan tuğladan ibaret değildir; içine binlerce ses, hayal ve dua da sinmiştir. Eğer bir gün yolunuz Hiva’ya düşerse, Emin Han Medresesi’nin avlusunda biraz durun. Oturun bir köşeye. Gözlerinizi kapatın. Belki siz de bir öğretmenin sesini duyarsınız. Belki sizin de içinizde yarım kalan bir meslek, bir hayal, bir öğrencilik anısı kıpırdar. Ve belki, tam da o an, bir kitabın sayfalarını çevirmek gelir içinizden. Sadece bilgi için değil; kendinize, geçmişinize ve hatıralarınıza yaslanmak için.
Pehlivan Mahmud Türbesi ve Kapısı
“Şimdi de Hiva’nın manevî merkezindeyiz: Pehlivan Mahmud Türbesi’nde. Pehlivan Mahmud, sadece bir sûfî ya da şair değil; aynı zamanda halkın gözünde bir kahramandır. Türbesinin etrafında yer alan cami ve hamam da onun adına düzenlenmiş bir külliyedir. Hiva halkı hâlâ ona dua eder. Saygı gösterir.”
Sessizlik burada başka bir tonda yankılanıyordu. Dua eden birkaç ziyaretçiye biz de sessizce eşlik ettik. Ramazan Amca da ellerini havaya kaldırmış, kendince bir duaya dalmıştı. Kimi zaman kelimelere gerek bile kalmaz; sadece ellerin göğe doğru yükselmesi yeterlidir. Tıpkı mezar taşlarının üzerindeki suskun yazılar gibi… Bazı hakikatler sessizlikle anlatılır.
Yıldız, türbenin yanında kısa bir duraklama yaptı. Sonra hafifçe gülümsedi ve önemli gördüğü birkaç cümle kurdu:
“Sûfî şairlerin en büyük eseri, yaşadıkları hayattır. Burası Pehlivan Derveze Kapısı. Kapı, adını Pehlivan Mahmud’dan alır. 1806’da inşa edilmiştir. Hiva’nın İç Kale’sine açılan dört ana kapıdan biridir. Ancak bu kapının bir farkı vardır; halk arasında ‘Câllâd Kapısı’ ya da ‘Köle Kapısı’ olarak da bilinir. Çünkü bir zamanlar türbenin hemen sağ tarafında köle pazarı kurulurmuş. Firari köleler, isyancılar burada yargılanmayı beklerlermiş.”
Bir anlığına sessizlik oldu içerde. Belki rüzgâr sustu, belki biz… İçimizi bir ürperti kapladı. Hemen o kapıdan çıkarak taş sokakta yürümeye başladık. Başladık başlamasına da ayaklarımız geçmişe değiyordu sanki. O kapı sadece bir geçiş kapısı değil, adeta bir yüzleşme kapısıydı. Korkularla, adaletle, zulümle ve en çok da ölümle yüzleşenlerin kapısı…
Aslında ölüm; her şeyin ötesinde, herkesin önünde duran değişmez hakikattir. Unutmamamız gereken tek hakikat…Bunu biliyoruz, biliyoruz ama ölümle yüzleşmek de istemiyoruz. Soğuk bir yüzü var. O mutlak gerçekten uzaklaşmak isteriz her dem, isteriz istemesine de bir gün başımıza geleceğini bildiğimiz için de sadece şunu söyleyebiliriz; Allah gecinden versin…
Allah Kulu Han Medresesi ve Sarayı
Evet Yıldız’ın eli gösterişli bir duvar süslemesinin üzerinde, anlatıyor:
“Allah Kulu Han döneminde, mimarîde büyük bir zarafet yakalamışlar. Bu medrese o zarafetin bir örneğidir. Saray, Hiva’nın estetik anlayışını ortaya koyar. Özellikle Han’ın kabul odasındaki tavan süslemeleri dikkat çekicidir. Her detayda bir hesap, her desende bir anlam gizlidir.”
Tavan gerçekten göz alıcıydı. Ama bizi asıl etkileyen, sessiz bir matematik gibi işleyen kusursuz simetrilerdi. Şükrü yanımdaydı. Hafifçe yaklaşıp fısıltıya yakın bir sesle dedi ki:
“Hocam, bunları yapan sanatkârlar sadece elleriyle değil, gönüllerini de işin içine katarak yapmışlar.”
Etrafı gezerken Semra’nın bir köşede defterine bir şeyler karaladığını fark ettim. Belki de o tavanın etkileyici güzelliğini birkaç cümleyle bir notaya dönüştürüyordu… Sessizliğin içinden yükselen bir melodi gibi.
Gerçek sanat, sadece göze değil, gönle de hitap eder. Hiva’daki bu yapılar, bir zamanlar yalnızca taşla değil; sabırla, inançla ve derin bir estetik duygusuyla yoğrulmuş.
Bir tavan süslemesi düşünün; bakarken sadece desenleri değil, o deseni işleyen ellerin kalp atışlarını da hissediyorsunuz. O eller belki hiç bilinmeyecek, isimleri de tarihe yazılmayacak… Olsun, ruhu, hâlâ o tavanın kıvrımlarında yaşıyor ya, o yeter.
Sanatın en yüce hâli belki de budur: Adını anmadan iz bırakmak.
Taş Avlu (Hauli) Sarayı
“Han ailesinin yaşadığı, elçilerin ağırlandığı yer burasıydı,” dedi Yıldız, kapının eşiğinde durarak. “Taş Avlunun üç iç avlusu ve 150’den fazla odası vardır. İçeriye girince duvarlardaki süslemelere dikkat edin; her biri ayrı bir hikâye anlatır.”
İçerdeyiz. Avlunun ortasına gelince bir süre durduk. Gölgeler uzamış, taşlar yavaş yavaş ısısını kaybetmeye başlamıştı. Hayriye Hanım, bir köşedeki pencereden içeriye bakıyordu, bir taraftan da usulca mırıldanıyordu, “Acaba hangi odada kim ağladı, kim sevindi, kim hangi kararları verdi?” Normal konuşmasında sesi çok az duyulan Hayriye Hanım’ın sesini Yıldız duydu, ona döndü ve gülümseyerek şu tespitleri yaptı:
“Hayriye Hanım, Hanlar da insandı. Sarayların içinde olanlar olmuştur… Unutulup gitmiş olabilir belki o yaşananlar, ama taşlar… Taşlar olanları unutmazlar. Saraylar gösterişli duvarlardan ibaret değildir. Her odasında yankılanmış bir ses, her penceresinden süzülmüş bir bakış vardır.”
Taş Avluda yürürken yalnızca tarihî bir yapının içinde değil, duyguların yankılandığı bir hafıza koridorunda ilerliyoruz. Bir odada sevinç, diğerinde keder; birinde bir veda, ötekinde bir hüküm…
Taşlar konuşmaz belki, ama unutmazlar.
Kim bilir, belki de en çok onlar bilir onlar tanır insanı.
“Taşkale Kervansarayı, Özbekistan’ın Hiva şehrinde, İçan Kala’nın doğu kısmında, Pehlivan Derveze Kapısı’nın hemen yakınında yer alır,” dedi Yıldız. “19. yüzyılın ilk yarısında, Hive Hanı Allah Kulu Han döneminde, 1832-1833 yılları arasında inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlıdır. İki katlıdır ve ortasında geniş bir avlu bulunur. Alt katta dükkânlar ve depolar, üst katta ise tüccarların konakladığı odalar vardır. Bu odalara ‘hücre’ denir. Toplamda 105 hücre mevcut. Giriş kapısı doğrudan bu avluya açılır. Avlunun zemini biraz alçaltılmıştır; yük taşıyan hayvanlar rahatça hareket edebilsin diye böyle yapılmıştır. Burası, Hiva’nın ticaret hayatında çok önemli bir yere sahipti. Buhara, İran ve Rusya’dan gelen tüccarlar burada kalır, mallarını burada saklar ve satarlardı. Bu kervansaray, şehrin ticaretini büyütmüş, ekonomisini güçlendirmiştir.”
Gözüm, taş duvarlara ve odalara ilişti. Zamanla tükenmiş, ama ruhunu kaybetmemiş gibiydiler. Taşkale, sadece ticaret değil; insan hikâyelerinin, beklentilerin ve umutların da bir istasyonuydu belki…
Kervansaraylar sadece tüccarların dinlendiği, malların alınıp satıldığı yapılar değildir. Onlar, yüzyılların yorgunluğunu sırtlanmış taş hafızalardır.
Taşkale’de yürürken taş duvarlara yalnızca bakmayın; dinleyin.
Her taş, uzak bir yerden gelen bir yolcunun suskunluğunu saklar. Her hücrede, memlekete dönmek için edilen bir dua, kazanılmış bir ticaretin sevinci ya da kaybedilmiş bir umudun izi vardır.
Ve bazen bir yapı, sadece ekonominin değil, halkın gönlündeki bir değerin de göstergesidir.
Korunmak için kanunlara değil, yüreklere ihtiyaç duyar.
Tıpkı Emir Timur gibi.
Özbekler, onun için ‘Özbekistan’ı Özbekistan yapan adam’ diyorlar. Halkın her kesimi, onun önünde hâlâ saygıyla eğiliyor. Emir Timur’dan söz ediyorum. O kanunla falan da korunmuyor. Korunmasına gerek kalmamış.
İçimi garip bir sızı kapladı. Bizde kaç tane büyük insan böyle gönüllerde yaşatılıyor ki?
“Artık yeter!” Dedi Yıldız hem yorgun hem de huzurlu bir gülümsemeyle. “Benden bu kadar. Şimdi serbest zaman! Akşam yemeğinde, otelin terasında buluşmak üzere…”
Kafalarımız karmakarışık. O kadar çok şey gördük, duyduk, öğrendik ki…
Beynimiz bilgiyle, kalbimiz duyguyla yüklü. Artık biraz susmaya, biraz gülmeye, biraz da çocuk gibi şımarmaya ihtiyacımız var.
Sokaktayız. Biraz ileride rengârenk kaftanlar, bluzlar, şallar… Sokaklara yayıldık. Herkesin yönü başka, ilgisi başka. Kimi bir ipek dokumasına temas ediyor, kimi bir kumaşın içinde geçmişi hissediyor. Herkes kendi hatırasının izini sürüyor.
Yunus ve ben başka bir avın peşindeydik: Fotoğraf çekme peşinde. Sarayların, medreselerin detaylarını yakalamaya çalışıyorduk. Hediyelikleri sonraya bıraktık; çünkü Hiva’nın ışığı, tarihi dokusu, havası bir daha kolay kolay yakalanmazdı.
Hiva kazan, biz de kepçe…Karıştırdık, daldık, tattık… İçinden ne çıktıysa payımıza rıza gösterdik.
Sonra arkadaşlarla yollarımız yeniden kesişti.
Bir sokaktan müzik sesleri yükseliyordu. Özbek sokak sanatçısı çalıyordu; başta yıldız olmak üzere grup çoktan entegre olmuştu müziğin ritmine. Üstelik Yıldız sadece oynamıyor, Özbek figürlerini de öğretiyordu.
Az ötede bir toprak fırın. Kuyuda pişen ekmeklerin kokusu sokaklara sinmişti. Açlık da var. Yumulduk hep beraber ekmeğe. Terastaki akşam yemeğini çoktan unuttuk bile.
Tezgahtaki ekmekler bir anda tükenince, kalanları paylaştık. Çünkü gerçek yol arkadaşlığı, bazen bir somun ekmeği paylaşmakla başlar.
Bir başka köşede, ahşap ustaları tahtaları oymaktaydı. Düz bir tahta… ama iç içe geçerek rahleye dönüşüyor. Ne yapıştırma ne çivi… Sadece sabır ve maharet.
Ben açmayı denedim, başaramadım. O tahta, ellerime değil, bana bakıp da güldü sanki. Ama becerikli arkadaşlarımız vardı, onlar başardı. Bazen de güzellik, senin yapamayışındadır aslında.
Günün sonunda terastayız.
Gün, yavaşça geceye dönüşüyordu ama ışık hiç eksilmiyordu.
Minareler; gündüz bize tarihi anlatmıştı, gece ise duayı. Turkuaz çiniler gökyüzüyle el ele vermiş, yıldızlarla dans ediyordu. Gözümüz, sesimiz, kalbimiz… her şeyimiz bu güzelliğin içinde asılı kaldı.
Terasta bir düğün varmış. Özbek düğünü. Çalgılar çalıyor, halk oynuyordu. Hazır, oynamak varken bizimkiler durur mu. Durmadılar zaten. Attılar kendilerini meydana. Özlem Özbek takkesiyle sahne aldı. Kabiliyetli bir kadın, her oyuna hemen adapte olabiliyor.
Düğün sahipleri, kendi oyunlarını bırakıp bizimkilere dönüp izlemeye başladılar. Kültürler buluşmadı burada; kucaklaştı. O gece sadece gökyüzü değil, insanlar da ışıldıyordu.
Yemekten sonra salonun yolunu tuttuk. Bizim için gece yeni başlıyordu. Hüseyin aldı sazı eline. Vurdu bam teline.
Karadeniz’den girdi, İç Anadolu’ya uğradı, Ege’ye süzüldü, Akdeniz kıyılarına ulaştı ve Erik Dalı’yla bitirdi konserini. Hem eğlendik hem dinlendik. Hem yaşadık hem de hatırladık.
Güzel bir günü daha bıraktık arkada …
Yarın Buhara yolcusuyuz.
Şimdi dinlenme vakti. Yatmamız gerek.
Her gezi bilgiyle başlar ama hatırayla biter.
Tarihi öğrenirsiniz, yapıları incelersiniz, hikâyeleri dinlersiniz…
Ama size eşlik eden kahkahalar, paylaşılan bir dilim ekmek, bir kalpak altındaki tebessüm…
İşte onlar kalır.
Hiva sokaklarında sadece alışveriş yapmadık.
Kendimizi bulduk. Biraz da çocuk olduk.
Sokakta dans ettik, ekmeğimizi paylaştık, sazla türküler söyledik.
Çünkü bir yolculuğun asıl amacı, sadece görmek değil; sizde kazandırdığı anlamdır.
Bazen bir şehir sizi biraz daha insan yapar.
Hiva, işte öyle bir yerdi.
Devam edecek
RÜŞTÜ KAM