30 Haziran 2025 Pazartesi
Gülmenin en çok yakıştığı oyunculardan: Kemal Sunal
Sivas Madımak Şehitleri Hamburg’da Anıldı
CHP´NİN GÜNDEMİ 38. KURULTAY DEĞİL, TÜRKİYE OLMALI!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
“Semerkant’ım… Senin gözlerin neden bu kadar nemli? Seni fena hırpalamışlar. Her güzelin başına gelen, senin de başına gelmiş. Rus işgaliyle başlayan, ardından ideolojik kırılmalarla derinleşen yaralar aldın, bunu biliyoruz. Diyeceksin ki: ‘Madem biliyordunuz, neden el uzatmadınız?’ Elimizi uzattık aslında. Ama gücümüz yetmedi. Çünkü senin başına gelenler, bizim de başımıza geldi.”
Berlin Türk Eğitim Derneği olarak, Özbekistan ve Türkistan’a düzenlediğimiz 12 günlük kültür gezimizin önemli duraklarından biri Semerkant’tı. Bu şehre, bir rüyaya yürür gibi geldik. Çünkü Semerkant, bizim için sadece bir yer değil; bir medeniyetin aklı, ruhu ve hafızasıydı.
Gecikmiş bir vuslattı bu. Yıllar boyunca kitaplarda okuduk, haritalarda izledik, zihnimizde yaşattık. Şimdi o satırlara, o taşlara, o kubbelere dokunabiliyoruz. Gönlümüz her zaman buradaydı. Kaşgarlı Mahmud’un sözlerinde, Birunî’nin satırlarında, Uluğ Bey’in gökyüzüne açılan bakışlarında Semerkant’ım seni hep hissettik. Bugün o izlerin peşindeyiz.
Senin yetiştirdiğin ilim ve irfan sahipleridir dünyaya yön verenler. Gökbilimin, tıbbın, matematiğin, felsefenin temelleri senin bağrında atıldı. Bugün dünya onların mirasıyla ayakta duruyor; çoğu zaman da onları anmadan. Ne hazin bir nankörlük…
Bibi Hatun Camii’nin avlusunda taşların yüzyıllık suskunluğu arasında dolaşıyoruz. Her köşe, her kemer geçmişin zarafetiyle örülmüş. Registan Meydanı’nda her adım bir çağın izini taşıyor. Medreseler arasında yürürken zamanın içinden geçiyoruz. Uluğ Bey Medresesi’nin duvarları hâlâ bir bilgi uğultusunu saklıyor gibi…
Ama Semerkant, senin gözlerin hâlâ nemli. Her güzel gibi sen de örselenmişsin. İsimlerin değiştirilmiş, seslerin bastırılmış, hatıraların silinmeye çalışılmış. Eskiden öğrencilerin sesleriyle çınlayan medreselerde şimdi hediyelik eşyalar satılıyor. Diller susturulmuş, kimlikler törpülenmiş. Ve sen hâlâ ayaktasın. Çünkü bir milletin hafızası duvarlardan önce yüreklere kazınır. Sessiz ama onurlu bir direnişle mesajını vermeye devam ediyorsun.
Ey Semerkant! Seni anlamak, kendimizi anlamaktır. Çünkü sen sadece Özbekistan’ın değil; Türk-İslam dünyasının ve insanlık tarihinin ortak mirasısın. Seninle buluşmak bir geçmişe selâm duruş değil sadece, geleceğe karşı verilen bir sözdür. Senin önünde minnetle ve hürmetle eğiliyoruz.
Registan’da üç ayrı mimariye sahip üç medrese. Üç çağ, üç bakış, üç ruh. Her biri seni anlamamızda birer anahtar. Bu yolculukta bize rehberlik eden iki güzel isim var: Hüseyin Bağır ve Yıldız Amangaldiyeva. Anlatmakla yetinmeyip, yaşatan; bilgiye zarafet katan iki yoldaş. Onların sayesinde gördüğümüz her yapı, duyduğumuz her cümle daha anlamlı hâle geldi.
Hoş bulduk Semerkant. Geç de olsa geldik, gördük, tanıştık.
Taşkent’e ayak bastığımız andan beri zihnimizde hep sen vardın, ey Semerkant! Her durakta adın anıldı, her sohbet seninle başladı. Kitaplardan, hatıralardan tanıdığımız isminle geldik sana. Ama karşımıza çıkan, beklediğimizden çok daha fazlasıydı.
Meğer sen, köklü bir medeniyetin omurgasıymışsın.
Taşlarında ilim varmış, kubbelerinde hikmet. Sokaklarında ise ağırbaşlı ve onurlu duruş varmış, vakar varmış.
Ama sen yorgunsun. Sesin kısılmış. Gölgelere itilmişsin.
Bizler seni ihmal etmişiz. Dinlemeyi, anlamayı, sahip çıkmayı ertelemişiz.
Belki de asıl eksik olan sendeki değil, bizdeki sessizlikmiş.
Bu topraklarda doğan Emir Timur’un hikâyesi; köklerine sırt çevirmeyen bir liderin hikâyesiymiş. Yalın ayak başı açık dolaştığı sokakları hiç unutmamış, onları terk etmemiş. Bugün onun adı; geçmişinden utananlara, halkına mesafe koyanlara bir uyarı gibi duruyor.
Çünkü Timur, yalnızca büyük bir imparator değilmiş; aynı zamanda geldiği yere sadık bir aklın, onurlu bir vicdanın adamıymış.
Ey Semerkant!
Sana geç de olsa geldik. Ama boş gelmedik.
Gönlümüzde bir selâm vardı, dilimizde bir dua, gözlerimizde bir hayranlık…
Geldik. Gördük. Ve bir söz verdik: Bundan sonra seni unutmayacağız.
Uluğ Bey’e Gelince…
“Bugün size bir emiri değil, bir yıldızkâşıyı tanıtacağım. Gökyüzüne sevdalı bir hükümdarı. Adı: Uluğ Bey.”
Rehberimiz Yıldız böyle başladı söze. Ardından taş duvarların gölgesine düşen medreseyi gösterdi. Zaman, mozaikleri örselemiş ama hâlâ göz kamaştırıcı. Burası bir sultanın değil, bir bilgenin mekânı gibiydi.
Uluğ Bey, Timur’un torunu, Şahruh’un oğludur. 1409’da Semerkand’ın idaresini devraldı. Fakat o, dedesi gibi fetihler peşinde koşmadı. Ordularla değil, yıldızlarla ilgilendi. Semerkand’ı bir ilim merkezine dönüştürdü. Bu medrese, onun bu hayalinin ilk adımıdır.
Yıldız, o tanıdık titrek sesiyle devam etti:
“Kurduğu rasathanede, 1018 yıldızın konumunu kayda geçirdi. O zamanki teknik imkânlarla bu, olağanüstü bir başarıydı. Yıldızları gözlemlemek için yere dev bir sekstant inşa ettirdi. Işığı özel açılardan geçiren şeffaf şişelerle çalıştı. Bu yöntem, ışığın kırılma özelliklerini anlamak için eşsizdi. En meşhur öğrencisi Ali Kuşçu’dur. Bugün göğe bakarken gördüğümüz yıldızların bir kısmını ilk defa o hesapladı.”
Sonra bir iç çekti ve ekledi:
“Ama ne yazık ki bu gökyüzü dostu adam, yeryüzünün ihanetine uğradı. Kendi oğlu tarafından öldürüldü. Bu, yalnızca bir babanın değil, bir düşüncenin infazıdır. Ne yazık ki bu topraklar bazen, göklerin dilinden anlayanları yere gömmekte bir beis görmemiştir.”
Yanımda duran İsmail Kıratlı hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı:
“Yani bu adam hem emir hem âlim öyle mi? Bizde olsa, biri diğerine fazla gelir vallahi!”
Gülümsedim. Ama sözlerinin içinde ince bir gerçek vardı. Çünkü Uluğ Bey de sonunda kendi evladının ihanetiyle tahtını ve canını kaybetmişti.
Medresenin avlusunda sessizlik hâkimdi. Taş duvarlar, geçmişten kalan bir kararlılıkla ayaktaydı. Bugün o rasathaneden geriye sadece sade bir duvar kalmıştı. Sessizdi ama anlam yüklüydü.
Çünkü o duvarın altında yalnızca yıldızlar değil; sabırla geçirilmiş geceler, düşünceyle yoğrulmuş saatler, akılla inşa edilmiş bir gelecek yatıyordu. Belki de bize şunu hatırlatmak için hâlâ orada duruyor:
Zaman her şeyi siler, ama akılla kurulan medeniyetin izlerini silemez.
Bugün Uluğ Bey’in Semerkand’daki heykeli, meydanda ziyaretçilerini karşılamaya devam ediyor. Gözleri göğe dönük vaziyette. Sanki hâlâ bir şeyler hesaplıyor gibi…
Uluğ Bey’in hikâyesi, yalnızca geçmişte kalmış bir dehânın portresi değildir. O, bilgisiyle siyasete, aklıyla iktidara yön veren ender örneklerden biridir. Semerkand’daki rasathanesi, bir çağın gökyüzüne yazdığı en parlak satırlardan biridir. Bugün oradan geriye sadece bir duvar kalmış olabilir. Ama o duvar, hâlâ göğe bakmayı bilen gözler için bir çağrıdır: O iktidarıyla değil; ilmiyle Uluğ Bey olmuştur. İktidar geçicidir, ilim kalıcıdır.
Bibi Hatun Camii
Yıldızın peşindeyiz. Çubuğu takip ederek ilerliyoruz. Semerkand’ın göbeğinde, yaya yürüyoruz. Bibi Hatun Camiinin önüne geldik ve arkadaşların toplanması için biraz soluklandık. Fotoğraf çekmek ve hediyelik eşyalarla ilgilenmekten dolayı toplanmamız biraz uzan sürebiliyor.
Rehber Yıldız başladı anlatmaya:
“Ey Anadolu Kervanı! Şimdi önünüzde duran yapı, Timur’un rüyasıydı. Burası Bibi Hatun Camii. Adını Timur’un eşi Bibi Hatun’dan aldığı söylenir. Aşk, ihtişam ve yıkımın iç içe geçtiği bir hikâyesi vardır buranın. Bu devasa giriş kapısının gölgesindeyiz. Sadece büyüklüğüyle değil, zarafetiyle de insanı içine alan bir mekân burası. Caminin yapımına 1399’da başlandı. Timur, o sırada Hindistan Seferi’nden yeni dönmüştü. Delhi’den sadece ganimetlerle değil, sanatkârlar ve mimarlar da getirmişti. Semerkand’ı İslam dünyasının en gözde başkenti yapmak istiyordu. Bu cami de o büyük planın bir parçasıydı. Temelini Timur attı ama inşaatın devamı ve özellikle süsleme işlerinin gözetimi, eşi Bibi Hatun’a emanet edildi.
Efsane işte tam burada başlıyor. Rivayete göre, Bibi Hatun bu camiyi Timur seferden dönmeden bitirtmek ister. Sevgilisine sürpriz yapacaktır. “Ben Timur’a layık bir eşim” anlamında. Ancak inşaat çok zordur. Bibi Hatun da mimarı durmadan sıkıştırır. Israrlara dayanamayan baş mimar, yapının zamanında tamamlanması için ondan bir öpücük ister. Bibi Hatun önce direnir ama sonra bu isteği kabul eder. Durum bir öpücükten ibaret olmasa gerektir. Timur döndüğünde bu durumu öğrenir. Öfkeyle mimarı yargısız infaz eder. Bazı anlatılara göre Bibi Hatun’u da saraydan uzaklaştırır.”
Hikmet, bu hikâyeyi duyunca yanıma yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Yani cami tamamlandı ama aile dağıldı desene Hocam…”
Yıldız eliyle devasa kapının giriş kemerini işaret ederek sözüne devam etti: “Bu kapının bir sırrı daha vardır. Akustik. Dış mekânda olmasına rağmen, burada sesinizi yükseltmeden konuştuğunuzda bile sesiniz 15 metre mesafeye kadar net bir şekilde duyulur. Bu, taşların iç bükey düzende yerleştirilmesiyle sağlanmış özel bir seslendirme tekniğidir. Sadece estetik değil, teknik bir dahilik de barındırır içinde.”
O an içimden geldi ve akustiği denemek istedim. Sela okumaya başladım. Sesim yankılanmadı; taşların içinden geçercesine yumuşak bir şekilde yayılıverdi etrafa. Orada ötede duran Zeynep Bozkurt ve Yeliz Gezer başlarını salladılar ve akustiği onayladılar. “Sesin buraya kadar net bir şekilde geliyor Hocam” anlamında. Demek ki anlatılan gerçekmiş.
“Timur, ustalara bu yapının ‘taşı taşa vurmadan’ yapılmasını emretmişti. Göğe saygı göstermek için… Ama bu verilen emir yanlış olmalı ki, bazı taşların tam oturmamasına neden olur. Gösterişli kubbesi vardı var olmasına da sağlam temeller üzerine oturmamıştı. Caminin çatısı, Timur hayattayken bile çatlamaya başlamıştı.”
Hindistan’dan mimar getiriyorsun ama mimara müdahale ediyorsun. İşi ehline bırakmamak. Büyük hata…
Orada bir taş rahle var, kocaman bir rahle, önünde durduk. Bu nedir demeye kalmadan Yıldız devam etti:
“Avlunun ortasındaki bu büyük taş, rahledir. Zamanında Osman Mushafı’nın bir nüshası konmuştu üzerine. Halk burada dua eder, rahlenin etrafında dönerek dilek dilerdi. Bugün bile hâlâ gelip o niyetle dolaşanlar var. Üstünde Osman Mushafı olmasa da.”
Nihayet o devasa kapıdan caminin içine girebildik. “Caminin Kubbe yüksekliği 41 metredir. Timur, sadece ibadet etmek için yapmadı aslında bu camii, bu olağanüstü yükseklikteki kubbeyle, halkına göğe nasıl bakılacağını göstermek istedi. Ama zamanla mimarların Timur’un izni olmadan değiştirdiği süslemeler, Çinli ustaların aşırı detaylara yönelmesi ve aceleyle yapılan uygulamalar bu yapının ihtişamını maalesef zayıflattı. Bu sorumsuzluklara rağmen Bibi Hatun Camii, ihtişamını yine de korumaktadır. Ancak bu cami, ihtişamın, gururun, hırsın, işi ehline bırakmamanın; çöküşe ne kadar yakın olabileceğini de anlatır.”
Oraya, avlunun bir köşesine oturuverdim. Taşlar sessizdi ama yine de bir şeyler anlatıyordu bana: “Göğe yükselmek isteyen her yapı, önce kendi içini sağlamlaştırmalıydı. Dışarıdan mükemmel görünen her şey sağlam olmayabilirdi. İçine kurt düşen yapının çöküşü yakın demekti…”
Alacağımı aldım ben taşların öğüdünden. Kubbeyi çatlatan bir aşk, rahlenin etrafında dönmenin kurtuluşa vesilesi olacağına olan inanç ve hikâyelerle dolu efsane bir şehir Semerkant.
Her köşede bir sır, her duvarda yarım kalmış bir aşk ve dua var. Burada ihtişam sadece mimaride değil, yıllar yıllar sonra hatırlanışın gücünde de saklı.
Bazen bir öpücük, bir kubbeyi sarsıyor; bazen bir kelâm, yüzyıllar boyunca taşın hafızasında yankılanıyor.
Semerkand’ın taşları yalnızca tarihin yükünü değil, insan kalbinin hafızasını da taşıyormuş meğer.
Bibi Hatun Camii; ihtişamla tevazunun, aşk ile aklın, güç ile kırılganlığın kavşağında duran bir taşın destanıymış meğer.
Registan Meydanı
Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Emir Timur’un aşkının adaletsizliğe sebep olacak kadar büyük olduğunu düşünerek ilerliyoruz Yıldız’ın peşinden. Zamanımızda böyle aşkların neden olmadığını da düşünüyorduk. “Belki vardır da biz şahit olmuyoruzdur,” diyenler de oldu.
Derken Semerkand’ın kalbine, yani Registan Meydanı’na gelmişiz. Geniş bir meydan, zemin taşlarla döşeli. Sanki gökyüzünü bile dizginleyen bir dengeye sahip, o kadar. Yıldız, gözlerini oradaki birbirinden farklı üç anıtsal yapıda gezdirerek konuşmasına başladı. O da etkilenmiş olmalı Emir Timur ve Bibi Hatun’un aşkından:
“Burası Registan. Farsçada ‘kumluk yer’ demektir. Bu toprakta zaman, kum gibi dağılmamış; taşa işlenmiş. Bu gördüğünüz üç medrese, Semerkand’ın üç ayrı dönemine ayna tutar. Uluğ Bey’den başlayalım:”
Uluğ Bey Medresesi (1417–1420)
“Bu medrese Emir Timur’un torunu, astronom ve hükümdar Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır. Gökbilim derslerinin verildiği ilk büyük medreselerden biridir. Öğrenciler burada yalnızca dinî ilimleri değil, matematik, felsefe ve astronomi de öğrenirdi. Uluğ Bey’in anlayışı şuydu: ‘Cami ibadet içindir, medrese akıl içindir.’ Bu anlayıştan dolayı ferman buyurmuştur; “Camiyi küçük medreseyi büyük tutun.” Buyruk yerine getirilmiştir. İçeriye girdiğinizde göreceksiniz.”
Şirdar Medresesi (1619–1636)
“Bu medresenin kapısındaki aslan figürleri hemen dikkatimizi çeker. Bu medrese, Şeybanîler döneminde yaptırıldı. İlginçtir; İslam sanatında genelde canlı figür çizilmez ama burada bir aslan (şîr) ve güneş tasviri vardır. ‘Şîr-dâr’ yani ‘aslanlı’ anlamına gelir. Aslanın sırtından doğan güneş, bilgeliğin gücünü simgeler. Figür, sembolik değil mitolojik bir anlatım taşır. Burada figür yasağını aşmak için aslanın gözlerini yukarı çizerler. Böylece canlı değil, hayalî bir varlık olduğunu söylerler.” Sanatla fetva arasında ince bir denge…
Tilla Kari Medresesi (1646–1660)
Yıldız, üçüncü ve en görkemli medreseye döndü. “Ön yüzü kadar içi de altın yaldızlıdır. Tilla Kari, yani ‘altınla kaplı’ demektir. Bu medrese sadece eğitim değil, aynı zamanda ana cami işlevi de görmüştür. İçindeki mihrap ve kubbe altın varaklarla süslenmiştir. Şehrin kalbindeki bu altın, hem dinin hem ilmin parıltısını simgeler.”
Biz içeri girerken sessizliği Yavuz bozdu: “İçerisi dua, dışarısı hesap… Adamlar bu dengeyi nasıl kurmuş, inanılır gibi değil Hocam.”
Semerkand Halısı
“Şimdi size ilim kadar emek isteyen bir sanatı göstereceğiz,” dedi ve bizi Afgan asıllı ustaların çalıştığı bir halı imalathanesine götürdü Hüseyin ve Yıldız bizleri. Kıvrıla kıvrıla uzanan dar sokaklardan geçip küçük ama özenle düzenlenmiş bir halı imalathanesine vardık. Mekânın sahibi, Afgan asıllı bir aileymiş. Bizi güler yüzle karşıladılar. Sonra da halı imalathanesine götürdüler.
Yaşlı bir adam -babalarıymış- elindeki düğüm ipliğini bıraktı, biraz dinlenir gibi yaptı ve sonra o hiç dinmeyen sesiyle söze girdi:
“Bir halıyı dokumak, zamanı düğümlemektir evlatlar. Her ilmekte sabır, her motifte dua vardır. Biz sadece halı değil, hafıza dokuruz burada.”
Odada birden sessizlik oldu. Duvarda asılı halılar, canlı tablolar gibiydi. Her biri bir öykü anlatıyordu; kimi dağın taşını, kimi sevgilinin gözünü, kimi sadece sonsuzluğu.
Fiyatları sorduğumuzda ise dudağımız uçukladı. En küçüğü 5 bin dolardan başlıyor, bazıları 40 bin dolara kadar çıkıyordu. Bir anlık suskunluk oldu, herkes birbirine baktı, dudak büktü ve ardından Zeynep Tel’in sesi duyuldu: “Bu sadece halı değil, bildiğin servet.” Hümeyra da annesine şöyle bir baktı ve “Ben bir tanesini isterim anne” der gibi.
O sırada Esra ciddi ciddi halıları incelemeye başlamış ve bir tanesini de almış. Bize hayırlı olsun demek düştü.
Yıldız “Özel bir sebep için mi?” diye sorunca, Esra gülümsedi ve “Evleneceğim. Yeni evime yakışır”dedi. Allah mesut etsin… Herkes bir anda gülümsedi. Kimimiz “yakışır” dedi, kimimiz “en güzel çeyiz bu” dedi. Halının değeri artık sadece dolarla ölçülmeyecekti. Artık o, bir ömürlük hatıraya dönüşmüştü
Günün yorgunluğu ve hayranlığı iç içe geçmişti. Akşam yemeği için doğruca restorana geçtik. Gözlerimizde halı ve çini, aklımızda hesap, içimizdeyse garip bir huzur vardı. Çok şeylere şahit olmuştuk bugün. Yemekler servis edildi. Çatal bıçak seslerine günün anlatısı karışıyordu… Yemekler mükemmeldi.
Registan Meydanı’nda akşam bir ışık gösterisi olacakmış, geç kalmamak için acele etmemiz gerekiyormuş. Hüseyin acele ediyordu ama bazen ihtiyaçların da alınması gerekiyor. Fatma Mıdık restorandan çıkar çıkmaz daldı yakındaki alışveriş merkezine. Babasına ayakkabı alacakmış. Biz de peşinden girdik. Çaresiz, Hüseyin de geldi arkamızdan.
Yemekten sonra girdiğimiz o alışveriş merkezinde Mehmet Mıdık Amca için ayakkabı baktık. Buhara’da camiden çıkarken yanlışlıkla başkasının ayakkabısını giymişti ve o ayakkabı da ayağını sıkıyordu. “Yeni bir ayakkabı almamız lazım,” dedi kızı Fatma. Aldılar bir ayakkabı. Aldıkları ayakkabının da ayağını sıkacağını, başka bir model denemesi gerektiğini söyledim ama dinlemediler beni. “bu iyi” dediler. Üzerindeki dikişler sert, hemen gevşemez desem de fayda etmedi. Yine de onu aldılar. Dediğim gibi de oldu. Öbür gün şikayetler başladı. O zaman niye yenisini aldın ki; öbürü de sıkıyordu zaten…
Uzun yolculuklarda küçük bir ayakkabı detayı bile tüm günü etkileyebilir. Ayakta geçirilen saatlerin sonunda çarşıların, müzelerin, meydanların tadı bazen bir çift rahat ayakkabıya bağlıdır.
Bu arada valiz alanlar da oldu. Hediyelik eşyalar valizlere sığmamaya başlamıştı. Valizler dolunca bu kez sırt çantaları devreye girdi. Çünkü ağırlığı dengede tutmak gerekiyordu. Ve ne zaman valizler dolarsa, bilin ki gezinin sonu yaklaşmaktadır…
Hızlı adımlarla dükkândan ayrıldık, çünkü akşamki ışık gösterisini kaçırmak istemiyorduk. Meydandaki kalabalığı ve hazırlığı görünce anladık ki, gösteri başlamış bile.
Müthiş bir gösteri. Projeksiyonla üç medresenin cepheleri, yüzyıllar önceki hâllerine bürünüyordu. Renkler çinilerden taşlara, kubbelerden mihrablara akıyor; sanki tarihin kendisi canlanıyordu. Arada göğe doğru uzanan o meşhur göz figürü beliriyordu, kimileri için Tanrı’nın gözü, kimileri için Semerkand’ın kendini hâlâ izlediğinin bir simgesiydi. Belki de bir mesajdı bu: “Biz buradayız. Tarih hâlâ burada yaşıyor.”
“Siz ne yaparsanız yapın gözümüz her zaman üzerinizde olacak.” Yorum sizindir.
Gösteri bitince gruptan bazıları yürüyerek otele döndü. Biz birkaç kişi, yorgunluğun da etkisiyle otobüsü tercih ettik. Ama kafamız hâlâ oradaydı. Çünkü o meydan, görülenin değil, hissedilenin meydanıydı.
Burada akıl ile iman, bilim ile gelenek, ışık ile gölge bir arada duruyor. Ve bir akşam vakti, medreselerden biri size göz kırparsa bilin ki, Semerkand size şunu fısıldıyordur: “Ben hâlâ buradayım. Ya sen neredesin?
Devam edecek
Rüştü Kam