17 Haziran 2025 Salı
DMM'den Fatih Altaylı'nın tutuklanmasına ilişkin açıklama:
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
-İnsan, geçmişini severek, insanlığına sarılarak ancak yürüyebilir geleceğe. Geçmişini bilmeyenler, beğenmeyenler, inkâr edenler geleceklerini inşa edemezler. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz…-
Bazı yollar vardır; sadece ayaklarınızla değil, ruhunuzla da yürürsünüz.
Bazı topraklar vardır; sadece geçmişinizi değil, özünüzü de hatırlatır.
Berlin’den yola çıktık, serin bir akşam saatinde, Ankara aktarmalı bir uçuşla Taşkent’in o sımsıcak kucağına düşüverdik. Anladık ki; adımlarımız bizi sadece başka bir ülkeye değil, zamanın çok öncesine, dedelerimizin yattığı topraklara götürmüş. Ne güzel…
Taşkent’te, Emir Timur’un o heybetli heykelinin önünde saygımızı sunarken, bir komutanın değil, bir medeniyetin önünde eğiliyorduk. Rehberimiz Hüseyin Bağır’ın konuşmaya başlamasıyla taşlar dile geldi, konuşan sanki Hüseyin değildi, o taşlardı. Meydanların fısıltısı da kulaklarımıza kadar geliyordu, şahit olduklarını bizlerle paylaşmaya çalışıyorlardı.
Rehberlerimiz, Hüseyin Bağır, Muhammed Emin ve Yıldız Amongaldiyeva ile şehrin atar damarlarında adım adım yürürken, geçmiş ve gelecek birbirine karışıverdi. Bir medeniyetin yalnızca anıtlarda değil, insanların bakışında vesokakların rüzgârında da yaşadığını fark etmeye başladık.
Taşkent’ten Ürgenç’e uçup, oradan otobüsle Hiva’ya geçerken, zamanın yavaşladığına, hatta yer yer durduğuna şahit olduk.
Hiva, sanki yüzyıllardır aynı nefesi alıyordu. Surlarının gölgesinde yürürken, bir taşın, bir kapının, bir minarenin, bir sarayın, bir çadırın bize binlerce hikâye fısıldadığını hissediyorduk. Orta Çağ’ın tarih kokan tozlu sokaklarını adımlıyor gibiydik. Her adımda bir dua, her duvarda bir sır gizli gibiydi. Şehrin tarihi güzelliği, mimarilerin ve sokakların verdiği Orta Çağ hissiyatı bizleri büyülemişti.
Buhara’ya vardığımızda ise ilmin ve irfanın başkentine, Mâverâü’-nehrin en kadim ve kutsal şehrine geldiğimizi, rüzgar beraberinde getirdiği peygamber kokusuyla müjdeledi bize; İmam Buhari’nin şehriydi burası. “Kubbetü’l-İslâm.”
Burada yalnızca kubbeler yükselmiyor, dualar da semaya doğru sonsuz bir sabırla akıyordu.
İmam Buhari’nin, İbn Sina’nın, Şah-ı Nakşibendi’nin ayak izlerini görüyorduk sokaklarda, bu ne sadetti böyle. Yıllar ve yıllar sonra İbn. Sina ve İmam Buhari ile aynı sokaklarda yürüyor, aynı havayı teneffüs ediyorduk. Yarabbi sana ne kadar şükretsek azdır…
İlim burada, sadece kitaplarda değil; her nefeste, her bakışta, her dokunuşta yaşayan bir şey…
Hızlı trenle Semerkand’a geçtiğimizde, yeni bir büyü başladı.
Registan Meydanı’nda gözümüzü kamaştıran o üç medresenin turkuaz kubbeleri, sanki gökyüzünden kopmuş birer göktaşı parçası gibiydi.
Turkuaz(yeşim), burada yalnızca bir renk değil; bir dua, bir ebediyet arzusu…
Emir Timur’un doğup büyüdüğü, yaşadığı ve sonra da oğullarını defnettiği şehirde dolaşırken, Emir Timur’a bir daha hayran olduk. İlme ve ilim adamına aşık, onun gibi kaç tane hükümdar vardır tarihte bilmiyorum ama o bir başka imiş meğer. Bize anlatılan Timur mu hakikattir, yoksa bizim eserleriyle tanıdığımız Timur mu? Biz onun yaptıklarına tüm Özbekistan’da ve Şehrisebz’de aynelyakin şahit olduk.
Semerkand mâşuk, ilim ise ona aşıkmış; Uluğ Bey’in yıldızlara bakıp, yeryüzünün sırlarını çözmeye çalıştığı gözlem evinden o aşkın ışığını gördük, hâlâ o şişeden sızıyordu.
Bibi Hatun Camii’nin taşlarında ise hem aşkın zarafeti, hem de bir hükümdarın sevdiğine armağan ettiği ebedi sevdanın izleri vardı.
Bu toprakların yetiştirdiği büyük isimler —El-Harezmi, El-Biruni, Ali Kuşçu, İmam Tirmizi, Zemahşeri, İbn Sina, İmam Maturidi ve daha niceleri— her biri yalnızca kendi çağını değil, çağların ötesini de aydınlatmıştı.
El-Harezmi sıfırı tanımlamasa, bugün belki bilgisayarlarımız olmayacaktı.
El-Birûnî olmasaydı, güneşin hareketlerini, mevsimlerin ne zaman başladığını-bittiğini, dünyanın çapının ne kadar olduğunu hesaplamasaydı belki coğrafya diye bir bilimden bîhaber olacaktık.
Taşkent’e döndük, bir gece soluklandık ve ardından Türkistan’a doğru yola koyulduk.
Otrar’ın sessizliğinde kaybolduk, Aslan Baba Türbesi’nde yüzyılların duasına karıştık.
Ahmet Yesevi’nin türbesinde, ilahi aşkın ve tasavvufun asıl kaynağına vardık.
Burası, yalnızca Orta Asya’nın değil, Anadolu’nun da ruhunu mayalayan bir merkezmiş, yıllarca bizlerden saklanan bir ilim merkezi.
Burada edilen her duayı, rüzgar alıp götürmüş ve tüm dünyaya yaymış. Ancak kokusunu nasiplileri alabilmiş…
Özbekistan’ın camilerinde, medreselerinde neden hep turkuaz tercih edilmişti acaba diye düşündük ve sorduk rehberimiz Yıldız Hanıma;
Göğe en çok benzeyen renk turkuazmış.
İnsanın başını kaldırdığında gördüğü o sonsuzluk, kubbelere işlenmiş ki her dua, doğrudan ulaşsın sonsuzluğa diye.
Turkuaz; gökyüzünün cömertliğinden, umudundan ve sonsuzluğundan ilham alan bir duaymış.
Yol boyunca kurulan sofralar da bizimle muhabbete teşne idi.
Her tabakta bir öykü, her yemekte bir asalet vardı.
Özbek pilavı, sadece bir yemek değil, bir milletin sabrı ve sevgisiydi.
Yanında ikram edilen süzme yoğurtla birleşince, yüzyıllık dostluklar kurulmuş gibiydi sofralarda.
Ve belki de en çok, insanlarında gördük biz Özbekistan’ı.
Sokak başında bir çocuğun saf gülüşünde, yaşlı bir adamın avuçlarındaki nasırlarda, gençlerin umut dolu adımlarında, çarşıda pazarda alışveriş yaptığımız esnafta…Hoş geldiniz! Türk müsüz?
Hepsinde tarifsiz bir samimiyet, bir asalet, bir kardeşlik vardı.
Türkiye’den geldiğimizi öğrenince, gözleri parlayan insanlarla karşılaştık.
Sanki uzak bir akrabanın geri dönüşü gibi, sıcak, içten ve hasret dolu…
Türkleri seviyorlar; hem de öyle yüzeysel bir sevgi değil onların sevgisi; aynı kökten çoğalan, aynı gökten inen bir muhabbetin sevgisi.
Ve tüm bu yolculuk boyunca şunu anladık:
Eğer Emir Timur figürünü çekip alırsanız Özbekistan’dan, ortada sadece birkaç taş parçası kalmaz; topyekûn bir medeniyet kaybolur gider.
Çünkü Emir Timur yalnızca bir fatih değilmiş meğer; ilmin, adaletin ve insanlık onurunun büyük bir hamisiymiş.Yapılan savaşlar konjonktür ile alakalıymış.
Evet iddia ederek yazıyorum, Timur olmasaydı, bizim tabirimizle Timurlenk olmasaydı; Semerkand yıldızlara bakamazdı. Buhara dualarla yoğrulamazdı. Hiva ise sessiz bir harabeye dönüşebilirdi.
Abartmıyorum; Özbekistan, yalnızca taşlarda, kubbelerde, kitabelerde değil; insanların ruhunda yaşıyor.
Türk Eğitim Derneğinin vefakâr üyeleri; bu topraklardan tarihin tozunu değil, insanlığın özünü topladı. Heybelerinde o öz ile döndü Berlin’e.
İşte böyle…
Özbekistan’da atılan her adım, bir duanın yankısı, bir ilim yıldızının ışığıydı.
Gökyüzüne her baktığımızda, o turkuaz kubbeler gibi gönlümüz de sonsuzluğa açıldı.
Ve bir kez daha anladık ki:
İnsan, geçmişini severek, insanlığına sarılarak ancak yürüyebilirmiş geleceğe. Geçmişini bilmeyenler, beğenmeyenler, itibarsızlaştırmaya çalışanlar, gericilikle – yobazlıkla itham edenler, inkâr edenler geleceklerini inşa edemezlermiş. Geçmişi olmayanın geleceği olmazmış…Ben böyle bilir böyle söylerim…
Bir dua ile sonlandıralım Özbekistan yazımı:
Ey yolların ve yollarla yürüyenlerin Rabbi,
Her adımda gönlümü genişlet,
Her adımda gözümü hakikate aç,
Beni geçmişin hikmetine, geleceğin umuduna taşı.
Gittiğim her yerde dostluk,
Döndüğüm her yerde bereket olsun.
Yazdığım her kelime dua olsun,
Okuyan her gönle şifa olsun. Âmin!
Not: Özbekistan gezimizin kısa bir özetini sizlerle paylaştım. Tamamı MOCCA dergisinde 45. Sayıdan itibaren tefrika halinde yayınlanacaktır.
BİTTİ
Rüştü KAM
Özbekistan 2025