17 Haziran 2025 Salı
DMM'den Fatih Altaylı'nın tutuklanmasına ilişkin açıklama:
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
– Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır”-
Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman’ın Mushafı
Saat 13.00’te, dinlenmiş ve toparlanmış bir şekilde otelden ayrıldık. Sıradaki durağımız Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman Mushafı. Otobüsle bir noktaya kadar gittikten sonra, kalan mesafeyi yürüyerek kat ettik. Tabana kuvvet derler ya, işte tam da öyle… Taşkent’in öğle sıcağında yavaş yavaş soluklanan sokaklarında ilerlerken, içimde tanımlamakta zorlandığım bir dinginlik belirdi. Sanki toprağın altında bir hafıza, bizim ayak seslerimizi duyuyor ve yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyordu. Şehir, yalnızca gelişimizi görmüyor; aynı zamanda hissediyor gibiydi. Ne görkemli bir karşılama vardı ne de coşkulu bir ses… Ama ortada görünmeyen bir hazırlık seziliyordu. Bu, sessiz ama derin bir kabul töreninin sessizliğiydi belki de. Taşkent bizi henüz tanımıyordu; kim olduğumuzu anlamak için adımlarımıza kulak veriyor gibiydi. Kolay değildi elbette… Aradan neredeyse bir asır geçmiş, aramıza binlerce kilometre girmişti. Aynı toprağın insanı olsak da, hemen içeri buyur etmek öyle kolay değildi. Hasret vardı elbette, ama temkin de gerekiyordu.
Tarih, kültür, dondurma, dut
Hava 28 derece. Yol boyunca satıcılar sıra- sıra dizilmişler. Dondurmacılar, dut satıcıları, meyve satıcıları; onları görünce bir anda tüsüden etkilenen arılar gibi dağılıverdi arkadaşlar. Kimi “şeftalili dondurma” dedi, kimi “çilekli.” Dutsuz Taşkent olur mu hiç? Kara dut, mor dut, beyaz dut… Her biri ayrı bir şiir sanki. Plastik kasalarda üst üste dizilmişler. Güneşte ısınmışlar ama hâlâ davetkârlar. Biri tadına bakıyor, öteki kilosunu soruyor. Bir satıcı ise sergisine meyve koymaktan çok, sergiyi seyredenleri izliyor. Sanki kimin daha iştahlı, kimin daha tok olduğunu anlamaya çalışıyor gibi.
Yol kenarındaki bu küçük alışveriş anları, bir şehrin ruhunu en çıplak hâliyle gösteriyor insana. Dutun rengi, dondurmanın aroması, satıcının bakışı…
Taşkent sadece anıtlarıyla değil, böylesi sokak kesitleriyle de hatıralara işleniyor. Gezi, sadece gidilen yerlerden ibaret değildir, durulan, bakılan, tadına bakılan her ayrıntıyla tamamlanır.
Bu sıcakta serinlemek için dondurma mı daha etkili, yoksa dutun serin gölgesi mi? Denilse elbette ikisi de derim. Ama o yol üzerinde gölgesine sığınılacak bir dut ağacı bulmak mümkün değil. Mümkün olsa da zamanımız müsaade etmez.
Dutları görünce bir an duruyorum
Çocukluğum düşüyor aklıma. Evimizin yanındaki o kocaman dut ağacı gözümün önüne geliyor…
Her gün o ağacın dibine giderdik kardeşlerimle, dallarını eğip avuç avuç dut toplardık. Bazen de ağaca tırmanırdık. Ellerimiz, dudaklarımız morarır, üzerimiz leke olurdu ama ne gam!
Bir meyveden fazlasıydı o; bir oyun, bir kaçamak, bir sessiz sevinçti.
Şimdi, yıllar sonra, başka bir şehirde, o dutun tadı damağıma geldi. Çocukluğumla göz göze gelmiş gibiydim. Şöyle bir içimi çektim, çektim çekmesine de ne ben o benim ne de bu şehir benim köyüm…
Şeftalili dondurma
Biraz geri çekildim. Grubun arkasından yavaş yavaş geliyorum. Aynı zamanda olup biteni seyrediyorum. Şükrü elinde dondurma külahıyla bana doğru yaklaştı.
“Hocam, bu Özbek dondurması, buyurun” dedi. “Şeftalili dondurma. Köyümdeki sarı yarma dedikleri şeftalinin tadını aldım dondurmada. Yıllar var ki öyle bir şeftali yemiyorum. Demirel’in; “benzin vardıda biz mi içtik” dediği gibi, o şeftali var da ben mi yemedim. Demek ki Taşkent şeftalisinin aslı daha bozulmamış, soysuz (ebter) değil. Ödemeyi Şükrü yaptı. Sadece benim dondurmanın değil o tezgâhta bulunan arkadaşların da. Şükrü cömert adamdır. Yıllardır tanırım onu.
Gülümsedim. Bir şeftalili dondurma deyip geçmemek lazım. Çocukluğuma götürdü beni. Abimi hatırladım. O erken ayrıldı aramızdan… Eee bu kadar hüzün yeter…
Yorgunluk, halsizlik, bir yandan sıcaklık, bir yandan heyecan… Hepsi hâlâ devam ediyor. Buna rağmen herkesin yüzü gülüyor, heyecan dorukta.
Özbekistan’daki ilk günümüz ve ilk ziyaret yerimize gidiyoruz. Dondurmalar da iyi geldi. Dondurma deyip geçmemek lazımdır, dondurma, diplomasi gibidir; herkesin gönlünü az da olsa almasını bilir
Yolculuklarda bazen küçük bir lezzet, büyük bir anlam taşır. Özbek şeftalisinin tadı, bilinen şeftalilerden farklıydı. Belki de onun farkı, bu toprakların havasından, suyundan, iklimindendir. Belki de aslının bozuk olmamasından.
Dondurma, evrensel ilacı gibidir. Sıcakta yorgun düşmüş bedenlere küçük bir ödül ve düşmüş yüzlere gülümseme vesilesi olur. İlk ziyaret noktamız olan Hazreti İmam Kompleksi’ne doğru yürürken bu küçük tatlar, gezinin heyecanına tatlı bir fon oluşturdu.
Hazreti İmam Kompleksi’ne varmıştık. Bize Özbekistan’da tanıtılan ilk eserdi bu.
Hazreti İmam Kompleksi’nde Bir Kilit Ustası
Rehberimiz Hüseyin merdiven basamaklarını kürsü olarak kullanmayı tercih etti, ortada bir yerde durdu, elindeki şemsiyeyi kapattı ve gruba döndü. Sesi hem açık hem de sakindi.
“Değerli misafirler, şu anda Taşkent’in kalbinde, Hazreti İmam Kompleksi’ndeyiz. Hemen karşınızda gördüğünüz bu türbe, 10. yüzyılın önemli âlimlerinden biri olan Ebu Bekir Kaffal Şaşi’ye ait. Belki adı size yabancı gelebilir ama hayatı, düşündüğünüzden çok daha tanıdık. Kendisi 904 yılında burada, o dönemin adıyla Şaş’ta doğmuş. Gençliğinde demircilik yapmış, özellikle kilit ustalığında ün kazanmış. Arapçada ‘kilitçi’ anlamına gelen ‘Kaffal’ lakabı da buradan geliyor. Ancak sonra, tıpkı bir demirin ateşte şekil alması gibi, Kaffal da ilmin ateşinde şekillenmiş. Şafiî fıkhında derinleşmiş, hadis, tefsir ve kelam ilimlerinde kendini kabul ettirmiş.
Şiir yazmış, felsefeyle ilgilenmiş. 976 yılında vefat ettiğinde, işte bu türbeye defnedilmiş. Türbesi zamanla yalnızca bir mezar değil, buraya gelen herkes için bir ilham kaynağına dönüşmüş.”
O anlatırken, grubumuzdan bazıları türbenin taş işçiliğini dikkatle inceliyordu. Ben bir adım geri çekildim; hem kalabalığı hem de türbeyi aynı karede izlemeye başladım. Aklımdan yalnızca bir kelime geçiyordu: Dönüşüm. Demiri döverek başlayan bir hayat, fikirle yoğrularak tamamlanmıştı Kaffal Şaşi’de. Ebu Bekir Kaffal Şaşi, kilitleri kıran değil, açan bir ilim adamıydı. Türbesinin sade mimarisi, bu dönüşümü sessizce ama derinden yansıtıyordu; adeta bir derviş gibi.
Hüseyin’in sesi rüzgâra karışırken, elimi taş duvara usulca dokundurdum. O anda, zihnimde bir kapı aralandı, girdim o aralıktan içeriye. Biraz ilerledikten sonra, gözüm önce göğe uzanan minareye, sonra da taş avlunun ortasında sessizce duran o kuşa takıldı. Kuşlar bile buraya sanki daha ağır, daha bilinçli iniyordu. Burası yalnızca bir türbe değil, aynı zamanda bir hafıza mekânıydı. Ve biz, Anadolu’dan gelen meraklı misafirler, o hafızanın kıyısından sessizce içeri süzülüyorduk. Tam o sırada, diğer rehberimiz Hüseyin’den izin alarak söze başladı Muhammed Emin. Cümlelerini tartarak konuşuyordu; sanki bir ilim adamı gibi, ağırbaşlı ve dikkatli.
Muhammed Emin anlatıyor
“Hazreti İmam Kompleksi, Taşkent’in dinî kalbidir. İslam dünyasının en eski kutsal emanetlerinden biri olan, Hz. Osman Mushafı da burada muhafaza edilmektedir. Kompleks; Barak Han Medresesi, Tilla Şeyh Camii, Muyi Mübarek Medresesi ve İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi gibi yapılardan oluşur. Şu anda önünde durduğumuz yapı ise Barak Han Medresesi. Birazdan içeriye gireceğiz.
Medrese, 16. yüzyılda, Şeybanîler döneminde inşa edilmiştir. Mimarı, bu iş için özellikle İran’dan getirtilmiştir. Medrese, dönemin siyasi önderlerinden Nauruz Ahmed Han’ın oğlu Barak Han’ın adını taşır. Rivayete göre, Barak Han vefat ettiğinde buraya defnedilmiştir; ancak mezarının yeri zamanla kaybolmuştur. Yapı, özellikle çift kubbesi ve mozaik süslemeleriyle ünlüdür; mimarisindeki zarafet hemen fark edilir.
Şeybanîler Hanedanı (1500–1598), Timurlular’ın çöküşünden sonra Orta Asya’da kurulan güçlü bir devlettir. Kurucusu, Cengiz Han’ın torunlarından Muhammed Şeybânî Han’dır. 1500 yılında Semerkand’ı, ardından Buharave Taşkent’i ele geçirerek yeni bir siyasi düzen kurmuştur. Şeybanîler, göçebe Özbek boylarını bir araya getirerek, Timurlular’a karşı güçlü bir alternatif oluşturmuşlardır. Başkentlerini önce Semerkand’a, sonra Buhara’ya taşımışlardır; bu nedenle zamanla “Buhara Hanlığı” adıyla da anılmışlardır. Dinî alanda Sünnî İslam’ı korumuş, ilim ve kültüre büyük destek vermişlerdir.
Bu cami, Sovyetler Birliği döneminde kütüphane olarak kullanılmıştır. Bağımsızlık sonrasında ise yeniden ibadete açılmış ve Özbek halkı için dinî dirilişin sembolü hâline gelmiştir. İç mekândaki hat sanatının en güzel örneklerinden bazıları, Taşkentli hattat Ubeydullah Mahdum’un elinden çıkmıştır.”
Kompleksin taş duvarları arasında dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Barak Han Medresesi’nin serin gölgesinde durup yukarı baktığınızda mozaiklerin renkleri gözlerinizi kamaştırıyor. Burada sadece bir mimariyi değil, yaşayan bir inancı, yüzyıllardır süregelen bir hafızayı hissediyorsunuz, yağmur hafif hafif çiselerken.
Muhammed Emin’i dinlerken gözüm binanın mozaiklerine takıldı. Renkler hâlâ canlıydı; turkuaz, lacivert ve toprak tonları adeta birbirleriyle dans ediyordu. Bu eser bir duvar değil, sessizce okunan bir dua gibiydi.
Hz. İmam Kompleksi restorasyondaydı. İskelelerin arasından geçerek Tilla Şeyh Camii’ne vardık. Caminin avlusunda ayakkabılarımızı çıkarırken bir grup yerliyle karşılaştık. Biri yaşlıydı, beli hafifçe bükülmüştü; diğeri orta yaşlı bir adamdı. Yanlarında 7-8 yaşlarında bir çocuk vardı. Dua ediyorlardı. Gözleri bana çok şey anlattı, sanki “hoş geldiniz” der gibiydi. Türbe ziyareti yapıyorlardı; ne abartı vardı ne de gösteriş. Ellerini, yüzlerini sağa sola sürmüyorlardı. Meğer bu topraklarda dua, yüksek sesle değil; baş eğerek yapılırmış.
Ardından Muyi Mübarek Medresesi’ne geçtik. Kapıdan girerken içimde tarif edemediğim bir ürperti hissettim. Sanki yalnızca bir yapıya değil, zamanın ruhuna temas ediyorduk.
Hz. Osman’a nisbet edilen Mushaf
Kütüphanenin önüne vardığımızda rehberimiz Muhammed Emin grubun toplanması için durdu. Gruba dönerek sesini biraz alçalttı; konuşurken, önemli bir emaneti teslim eden bir elçinin vakarına büründü. Biraz önceki rehber gitti, sanki onun yerine başka bir Muhammed Emin geldi:
“Şimdi göreceğiniz mushaf, Kur’an-ı Kerim’in en eski nüshalarından biridir. Rivayete göre, bizzat Halife Osman bin Affan’ın okuduğu ve şehit edildiği sırada önünde açık duran mushaf işte budur. Sayfalarında hâlâ kan izleri bulunduğu da yine bu rivayetler arasındadır.
Bu mushaf, İslam tarihinde yalnızca kutsal bir metin değil; aynı zamanda bir dönemin canlı şahididir. Sayfaları arasında sadece ayetler değil, sahabe devrinin titizliği ve ümmetin hafızası da gizlidir. Mürekkebin karanlığında, yüzyılların emek ve sadakati saklıdır.
Karşınızda duran bu kitap, yalnızca bir kitap değildir; 1400 yıllık bir bağlılığın, koruma bilincinin ve emanet anlayışının somut bir yansımasıdır.
Hz. Osman döneminde, hicrî 1. yüzyılda Kur’an-ı Kerim farklı lehçelerde okunmaya başlanınca, metin birliğini sağlamak amacıyla tek bir lehçe üzerinden, Kureyş lehçesiyle yazıya geçirilmiştir. Hazırlanan bu mushaflardan birkaç nüsha, dönemin önemli şehirlerine gönderilmiştir: Kufe, Basra, Şam, Mekke ve Medine…
Bugün Taşkent’te bulunan bu Mushaf o nüshaların çoğaltıldığı orijinal nüshadır. Rivayet böyledir. Elbette bu konuda teknik analizler hâlâ devam etmektedir. Bazı akademisyenler, karbon testleriyle; yazı stili ve mürekkep yapısı gibi detaylara bakarak incelemelerine devam etmektedirler. Ancak şunu açıkça söyleyebilirim: Orijinal veya değil, bir gerçek var ki, bu mushafın tarihî ve dinî değeri tartışmasızdır.
Mushaf, tarihsel süreçte Semerkand, Buhara ve Taşkent arasında dolaşmış; nihayetinde burada, özel koruma altında muhafaza edilmeye başlanmıştır. Sovyetler Birliği döneminde St. Petersburg’a götürülmüş, ancak 1989 yılında Taşkent’e iade edilmiştir.
Peki, bu mushaf buraya nasıl geldi? Bu, kendi başına uzun bir yolculuktur. İlk olarak Medine’de bulunduğu biliniyor. Daha sonra Abbasi halifeleri döneminde Bağdat’a, oradan da Orta Asya’ya taşındığı düşünülüyor.
Semerkand’a gelişiyle ilgili ise iki güçlü rivayet vardır. İlkine göre, 8. yüzyılda Arap kumandan Kuteybe bin Müslim, Maveraünnehir seferi sırasında mushafı beraberinde getirmiştir. Diğer rivayete göre ise, 13. yüzyıldaki Moğol istilaları sırasında mushaf korunmak için Semerkand’a taşınmıştır.”
Grup o sırada sessizliğe bürünmüştü; herkes dikkat kesilmiş, anlatılanları dinliyordu. Kısa bir duraksamanın ardından Muhammed Emin anlatımına devam etti:
“Timur’un bu mushafı koruduğu ya da saray koleksiyonuna aldığı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Timur döneminde Kur’an nüshaları yalnızca kutsal metin olarak değil, aynı zamanda büyük bir kültürel ve siyasi değer olarak görülüyordu. Bu tür eserler, saray koleksiyonlarının en değerli parçaları arasında yer alıyordu.
Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde durum değişir. 1868 yılında Rus General Chernyaev, Taşkent’i işgal eder. Ardından mushaf, 1870’lerde Buhara üzerinden Rusya’ya götürülür. Bu sürecin baş aktörleri arasında Nikolay Ostroumov ve General Kaufman öne çıkar. Ne yazık ki bazı kaynaklar, mushafın taşınmasını açıkça “ganimet” olarak tanımlar.
Mushaf uzun yıllar St. Petersburg’daki İmparatorluk Kütüphanesi’nde saklanır. Fakat 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği, dinî sembollere karşı baskı politikaları yürütmeye başlar.
Bu dönemde camiler kapatılmış, dinî eğitim yasaklanmış ve kutsal metinler devletin sıkı denetimi altına alınmıştır. Kur’an gibi eserler, artık halkın ulaşamayacağı arşivlere kaldırılmıştır.
Bu süreçte Taşkent’teki yerel yöneticiler, mushafın iadesini talep eder. Sovyet yönetimi bu talebi kabul eder ve mushaf, yıllar sonra yeniden Orta Asya’ya döner. O günden bu yana, bu kutsal emanet Hazrati İmam Kompleksi’nde, özel bir cam fanus içinde korunmaktadır.”
İçeriye girdiğimizde mushaf, tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Kalın sayfaları ve kahverengiye çalan satırlarıyla sadece Kur’an ayetlerini değil, yüzyılların izini de taşıyordu. Cam fanusun ardındaki kelimeler hâlâ capcanlıydı. Ama benim aklım, o kelimelerin çevresinde dolaşan binlerce askerin, komutanın, hattatın, hâfızın ve arkeoloğun izlerindeydi.
Her bir sayfa sadece vahyi değil, tarihi de fısıldıyordu.
Grubun içinde hafif bir uğultu dolaştı. Bazıları başını eğdi, bazıları cam fanusa biraz daha yaklaştı. Odanın içinde bir sessizlik oluştu. Kalabalık vardı ama ses yoktu. Bedenler ayaktaydı, fakat ruhlar secdeye varmış gibiydi.
Her camide Kur’an vardır elbet, ama buradaki o Kur’an başkaydı. İçeri girer girmez, kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıyor insan. Belki içerideki sessizliğin nedeni de buydu. Anlatması güç bir durum. Hissetmek gerek.
Fanusa yaklaştığımda, mushafın kenarındaki o kan lekesi dikkatimi çekti. Başında toplanan bir grup ziyaretçi fısıldaşıyordu. Kimi elini kalbine götürüyor, kimisi başını eğiyor ve gözlerini kısarak daha dikkatli bakıyordu.
Fotoğraf çekmek yasaktı. Ama ben Berlin’den gelmiştim. Böyle bir mushaf her yerde karşıma çıkmazdı.
Bir daha göremeyeceğim bu mushafı, fotoğraflamadan geçemem, dedim kendi kendime.
Deklanşöre bastım. Olacak olan oldu. Olan olacak olandı ama bir yandan da içimde hafif bir suçluluk hissi vardı…Olan olmuştu.
Kompleksten ayrılırken, taş duvarların ardında sadece tarih değil; hafıza, edep ve tevekkülün de saklı olduğunu düşündüm. Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır.”
Ve sonra, savaşlar, istilalar, ganimetler, ideolojiler… Bu mushafın yüzyıllar boyunca kaç kez el değiştirdiğini düşündüm. Bir metnin, bir inancın, bir kültürün; siyaset, güç ve işgal tarafından nasıl araçsallaştırıldığını gösteren klasik bir örnekti bu. Ve tüm bunlara rağmen, hâlâ dimdik ayakta duran bir şahit vardı karşımda. Ve oradan ayrılırken kendi kendime sordum:
Modern dünyada biz bu sessizliği, bu derinliği ne kadar taşıyabiliyoruz?
Ya da şöyle sorayım: O mushafın kenarındaki kan lekesi kadar sahici ne kaldı hayatımızda?
Evet… O kutsal mushafın gölgesinden çıkarken, geçmişin bize bıraktığı bu ağır ama kıymetli mirası nasıl taşıyacağımızı bir kez daha düşünmeye başladım.
Çıkışta Muhammed Emin, zamanımız kısıtlı olduğu için ziyaret edemediğimiz İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi hakkında kısa bir bilgilendirme yaptı:
“Burası yeni kuruldu, 2018 yılında açıldı. Sadece dinî araştırmalar değil, İslam medeniyetine dair el yazmalarının dijitalleştirilmesi de burada yürütülüyor. Genç araştırmacılar çalışıyor burada. Çoğu Arapça, Farsça ve Rusça biliyor; Türkçe bilenler de vardır.”
Sonra bize dönüp gülümsedi: “Bizde Türk ilim adamlarına hürmet büyüktür.”
O an, sadece bir bilgi almamıştık, aynı zamanda bir dostluk eli de uzatılmıştı bizim şahsımızda Türk milletine. Ne kadar derûnî bir dostluğun dışavurumuydu bu. Muhammed Emin’in o içten cümlesi, tarihten bugüne taşınan kardeşliğin küçük ama derin bir yankısıydı. O an anladım ki, ilim sadece kitaplarda değil; saygıda ve muhabbetle kurulan cümlelerde de yaşarmış meğer.
Geri Dönüş Yolu
Hazreti İmam’dan ayrıldığımızda güneş hâlâ tepemizdeydi. Ama ışığında artık bir kırılma vardı; renklerini yitirmiş bir vitray gibi solgun duruyordu gökyüzü. Akşam yaklaşmıştı.
Ayaklarımız, sanki bizi taşımaktan vazgeçmek üzereydi. Neredeyse yirmi saattir kahrımızı çekiyorlardı bir oraya bir buraya. Sabırları tükenmiş gibiydi. Daha ilk gündeyiz ama bir yanda jet lag, öte yanda on beş derecelik sıcaklık farkı. Berlin’den çıkıp gelmişiz, orada hava on dereceydi. Taşkent’te ise termometre yirmi beşi gösteriyordu.
Adımlar yavaşlamıştı. Güneş omuzlara bastıkça sessizlik artıyor, kimileri gölge arıyor, kimileri lavaboyu soruyordu. Şükrü Bey, yolun kenarındaki bir taşın üzerine çökmüş, sigarasını keyifle tüttürüyor; bir yandan da telefonuna gömülmüştü. “İş takibindeyim,” dedi bana.
Gezinin tadını çıkar, biraz uzaklaş işten, dedim ama sadece söylemiş oldum. İş beklemezdi. Şükrü Bey haklıydı.
Ben ise hafif bir telaş içindeydim. Gruptan üç kişi ortalarda yok dediler. “Gören oldu mu?” sorusu bana yönelince hem ileriye hem geriye baktım hemen arayanların arasına ben de katıldım. Meğer aranan bizmişiz. Grup rehber ile çıkışta sola dönerek yollarına devam etmişler. Biz is sağa dönmüşüz…
Yavuz, elindeki plastik şişedeki son suyu başına döker gibi içtikten sonra hafifçe tebessüm ederek:
“Hocam, bence kaybolan sizsiniz, biz değil,” dedi. Ceza ikinci günden itibaren kesileceği için bu günlük Yavuz’un elinden kurtulduk…
Biz de bulununca grup tamamlandı. Kimisi elinde dut torbasıyla, kimisi hâlâ dondurmasını yalayarak yürüyorduk o tozlu daracık sokaklarda otobüse doğru. Yol çalışmaları sürüyordu. Taşkent’in çarşılarına yakın bir sokaktan geçerken hava biraz serinledi. “Akşam oluyor,” dedim. “İyi ki oluyor,” diyenler oldu.
Şimdi otobüsteyiz. Akşam yemeğine gidiyoruz. Gözler yorgun, mideler sabırsız, zihinler ise hâlâ Hazreti İmam’da, fanusun ardındaki o Mushaf’ın sessizliğinde.
Taşkent’te İlk Sofra
Hedefimizde restoran var. Rehber Hüseyin menüyü açıkladı otobüste. Restoran otelin biraz uzağındaymış. Aydınlatma ideal, loş. Masalar hazırlanmış, keten örtüler, beyaz tabaklar, cam bardaklar… Garsonlar oldukça şık, restoranın girişine sıralanmışlar “hoş geldiz” diyorlar. Yüzleri gülüyor. Sanki her biri, bir turist grubu değil de önemli bir kişiyi karşılıyorlarmış gibi davranıyordu. Hoşumuza da gitmedi değil bu karşılama…
Masaya oturduk. İlk önce çay geldi. Özbek usulü böyleymiş. Önce çayla mide selamlanır, sonra yemeğe geçilirmiş. Yanında limon ve paketlenmiş toz şeker. Birazdan ortaya salatalar geldi: Domates, salatalık, mor soğan, maydanozla süslenmiş hafif sirkeli turşular. Benim favorim kırmızı pancar turşusu. Ardından, bugüne kadar içtiğim en ilginç çorba sofrada yerini aldı: Longan şorba. Et ile lezzetlendirilmiş, bol soğan, biraz patates, birkaç parça havuç. Hafif baharatlı ama içimi yumuşak. Kaşık tabaktan dönüp ağza doğru yol alınca günün yorgunluğu çantaya tıkılır gibi ortadan kayboluverdi.
Ama esas hikâye “mantı” ile başladı
Masaya buharda pişirildiği söylenen, iri ve kalın hamurlu mantılar geldi. Şekilli. Kıymalı, yoğun soğanlı ve kişnişli. Üstünde ne sos vardı ne salça, sadece doğallık. Yanında küçük bir tabakta yoğurt var. Yoğurda süzme diyorlar. Oldukça lezzetli, annemin kese yoğurduna benziyor. Ben ilave süzme istedim. Mantı da hoşuma gitti. Alışık olmadığım bir tattı ama severek yedim. Hamuru kalındı ama pişmişti. Soğanı baskındı ama dengeliydi. Kişnişi seviyorsanız, farklı ve lezzetli bir tat. Ama arkadaşların çoğu çatalı bırakıverdiler tabağın kenarına. Kimisi “soğanı çok” ve pişmemiş diye, kimisi de “bu kişniş nedir abi” diye tepkisini koydu. Anlayışla karşıladım. Damak tadı dediğin şey millîdir elbet. Ama ben farklı düşünüyorum: Madem başka bir ülkedesin, önce ağzını o ülke halkının damak tadına teslim etmen gerekmez mi? Onların mutfağını tanımadan geriye geldiğinde komşularına, seni ziyarete gelenlere ne anlatacaksın?
Yavuz, çatalı tabağın kenarına bıraktı, hafifçe yüzünü buruşturdu:
— “Bu ne biçim mantı hocam? Hamuru yastık gibi, içi çimen gibi. Bizim Kayseri mantısı nerde bu mantı nerde. Kıyas bile yapılmamalı.”
Masadakiler gülüştüler, haklısın başkan diyenler oldu.
Rehber Muhammed Emin hemen açıklama getirdi:
— “Yavuz bey o çimen dediğin, kişniş, buranın kutsal otudur o. Hem otobüste ‘yerel lezzetler deneyeceğim’ dememiş miydin sen?”
Yavuz hemen savunmaya geçti:
“Deneyeyim dedim ama mantı beni denedi resmen! Soğan megafonla bağırıyor, kişniş arka fonda kendi konserini veriyor. Ağzımda tat değil, iç savaş var!”
Gülüşmeler sürerken, garsonlardan biri herhalde durumu anladı, çekinerek yaklaştı rehber Muhammed’e, Muhammed, durumu tatlıya bağladı. “Her şey çok güzel, sadece damaklar farklı.” Garson gülümsedi, anlayışla başını salladı ve çekildi. Çekildi çekilmesine de mantılar uçlarından biraz ısırılmış vaziyette tabaklarda duruyordu.
Tam o anda, masanın en sessizlerinden biri olan Fatma Mıdık başını yavaşça kaldırdı:
— “Ben hepsini yedim. Çocukluğumda babaannem kişniş koyardı yemeklere. Benim için sürpriz oldu. Hem gezilerde ayrı tatları denemek lazımdır. Fatma hep böyledir, zevahiri kurtarmakta üstüne yoktur…
Yemekten sonra, tekrar çay geldi. Bu sefer yanında kek gibi bir tatlı var. Hafif, sade ve yerel. Masada artık konuşmalar başlamıştı. Sabah birbirine yabancı olanlar şimdi birbirinin bardağını uzatıyor, “çayın limonlusu mu güzel, sadesi mi?” diye tartışıyorlardı. Kaynaşma başlamıştı. Kahkaha sesleri havada uçuşuyordu.
“Sofra sadece açlığı değil, mesafeyi de azaltırmış” derler. Doğru tespit. Birlikte yemek yeme, birlikte yürümekten daha birleştiriciymiş. Tecrübe ile sabit. O akşam bizler, sofrada birbirimizle yoldaş oluverdik. Gezi amacına ulaşıyordu. İstediğimiz de bu değil miydi?…
Otele döndüğümüzde keyifli bir şekilde odalarımıza çekildik. Bütün gün koşuşturmadan sonra rahatlamaya herkesin ihtiyacı vardı.
Sonraki gün, yeni keşifler ve daha fazla yürüyüş bizleri bekliyordu. Sabah erken kalkmamız gerektiğini bilerek, duşumuzu aldık ve hemen yatağa girdik.
Devam edecek
Rüştü Kam 2025