22 Haziran 2025 Pazar
Berlin'de on binlerce kişi "Gazze için birlikte" yürüyüşüne katıldı
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Bugünlerde “geçim sıkıntısı”, “hayat pahalılığı” ve “ekonomik kriz” gibi kelimeler, gündelik konuşmalarımızın değişmez parçaları oldu. Elektrik ve doğalgaz faturaları, hızla yükselen market fiyatları, ulaşılmaz hale gelen kiralar derken, her kesimden insan bir şeylerden şikâyet ediyor. Oysa çok da uzak olmayan bir geçmişte, Türkiye’de yaşam daha sade, daha düzenli ve en önemlisi daha insaniydi. Belki bolluk yoktu ama huzur çoktu. Çünkü insanlar bir şeyi çok iyi biliyordu: Ayağını yorganına göre uzatmayı.
Eskiden evlerde “para yetmiyor” serzenişi pek duyulmazdı. Çünkü insanlar kanaatkârdı, idare etmeyi bilirdi. Tek maaşla geçinilen evlerde anne evin düzenini sağlar, çocuklara bakar; baba sabah erkenden işe gider, akşam elinde bir poşetle eve dönerdi. En temel ihtiyaçlar karşılandığında herkes halinden memnundu. Ne marka takıntısı vardı ne de gösteriş merakı. Kimse komşusunun arabasına bakıp kendi hayatına küsmüyordu. Herkesin önceliği, helalinden kazandığı ekmeği evine huzurla götürmekti.
Yaz ayları geldiğinde şehirlerden köylere, memlekete dönüş başlardı. Kirada oturanlar bile az çok birikim yapabilir, otobüs bileti alıp uzun yolları aşarak aile büyüklerinin yanına gidebilirdi. Kalabalık evlerde yapılan misafirlikler baş tacıydı. Ne kadar çok kişi, o kadar bereket demekti. Bir tencereden çıkan yemekle on kişi doyardı, çünkü paylaşmak bir alışkanlık değil, bir yaşam biçimiydi. Mahallede pişen yemekten komşuya mutlaka bir tabak ayrılırdı. “Ayıp olur” değil, “olmazsa ayıp” denirdi.
O yıllarda Almanya’da mutlaka bir akraba bulunurdu. Dayılar, halalar, kuzenler sadece uzak diyarlarda yaşayan yakınlar değil; aynı zamanda umutların, beklentilerin ve hayallerin taşıyıcısıydı. Onlara mektuplar yazılır, içine listeler konurdu: bisiklet, teyip, walkman, Nescafe, çikolata… Çünkü bunlar Türkiye’de ya pahalıydı ya da zor bulunurdu. Almanya’dan gelen bir çikolata bile günlere bölünerek yenirdi. Sıradan bir termos bile “oradan” geldiği için kıymetliydi.
O “Almancı” akrabalar Türkiye’ye geldiğinde ilk işleri kıyaslama yapmak olurdu: “Orada kimse çöpü sokağa atmıyor”, “Siz hâlâ tembelsiniz”, “Bizde disiplin var”… Gümüş zincirleri, Adidas eşofmanları, “GERMANY” yazılı tişörtleri ve İtalyan gözlükleriyle dolaşan bu yeni sınıfın tavırları çoğu zaman görgüsüzlükle karışık bir kibir taşırdı. Türkiye’de kalanlar bu tavırdan rahatsız olsalar da, bir yanları o hayata özenmeden duramazdı.
Almanya, birçokları için ulaşılması gereken bir hayaldi. Aileler çocuklarını oradaki akrabalara gelin ya da damat yapma hesabı içindeydi. “Yeter ki bir yolunu bulup kapağı Avrupa’ya atsın” anlayışı hâkimdi. Özellikle işsiz gençler için Almanya, adeta bir kurtuluş umuduydu. Hatta bazı çocuklara küçük yaşta “söz” verilirdi; ileride Almanya’ya gidecekleri ümidiyle büyütülürlerdi.
Bir zamanlar Sümerbank gibi halkın yüzünü güldüren kurumlar vardı. Lüks değildi belki ama sağlamdı. Kumaşlar alınır, anneler kızlarına kendi elleriyle elbiseler dikerdi. Bayramlıklar çocuklar için büyük heyecandı. Kıyafetlerde etiket değil, kalite aranırdı. O elbiseler sadece giysi değil, emeğin ve sevginin de birer simgesiydi.
Sofralar bugünkü gibi gösterişli ama içi boş değildi. Üç çeşit yemek varsa şükredilirdi. Çorba, zeytinyağlı ve bir de etli yemek varsa o gün adeta bayram sayılırdı. Et her gün olmazdı ama olduğunda paylaşılırdı. Masada büyüklerin sözü geçer, çocuklar saygıyla dinlerdi. “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” denirdi ama sofralarda genellikle misafir ne isterse bulunurdu.
Babalar sabah işe gitmeden önce bir çay, bir sigara içerdi. Maltepe, Samsun, Tekel 2000… O sigaralar, hayatın yükü altında kısa bir molaydı. Çünkü o kuşak için baba olmak sadece ekmek getirmek değil, evin direği ve güven kaynağı olmaktı.
Komşuluk ilişkileri bugünkünden çok farklıydı. Aynı apartmanda oturanlar birbirini tanır, bir derdi olana el uzatırdı. Zenginle fakir aynı sofrada buluşur, kimse gönderdiği yemeğin karşılığını hesaplamazdı. Yardım istemek ayıp değil, insanîydi. Bayram sabahları en güzel kıyafetler giyilir, büyüklerin elleri öpülür, çocuklar şeker toplamaya çıkardı. Bayram, sadece tatil değil; birlik, saygı ve neşe demekti.
Düğünler yalnızca bir ailenin değil, bütün mahallenin işiydi. Herkes imece usulüyle elini taşın altına koyardı. Mutluluk, düğün salonlarına değil sokaklara taşardı. Kazanlar kurulur, kalabalık sofralar hazırlanırdı. Çünkü o zamanlar insanlar başkasının sevincine ortak olmayı bilirdi.
Çocuklar sokakta büyürdü. Misket, ip atlama, sek sek, yakan top… Mahalle arkadaşlıkları gerçekti. Kavgalar da olurdu, barışmalar da ama her şey yüz yüzeydi. Sokaklar güvenliydi çünkü insanlar dışarıdaydı, hayat dışarıdaydı.
Tüketim alışkanlıkları da bugünkünden çok farklıydı. Bir ayakkabı yırtıldığında atılmaz, tamir ettirilirdi. Kıyafetler eskidikçe değil, işlevini yitirdikçe değiştirilirdi. “Yeni model çıkmış” diye alışveriş yapılmazdı çünkü alışveriş ihtiyaç içindi, heves için değil. Evler sadeydi ama huzurla doluydu.
Bugün dönüp baktığımızda, o yılların maddi yokluğu bile bir tür zenginlikti. İnsanlar birbirine daha yakındı. Kalpler daha sıcak, ilişkiler daha samimiydi. “Ayağını yorganına göre uzatmak”, sadece bir bütçe tavsiyesi değil, bir hayat felsefesiydi. O anlayış, bugünün hızına, yapaylığına ve gösterişine uzak ama çok daha insaniydi.
Unuttuğumuz birçok değerin kökünde kanaatkârlık, saygı, paylaşma ve dayanışma vardı. İşte bu yüzden, o sade yaşam bugünün parlak ama ruhsuz hayatına tercih ediliyor. Çünkü o yıllarda azla yetinilen hayatta, hayat daha gerçekti, daha anlamlıydı.