18 Mayıs 2025 Pazar
Almanya, Rusya’dan “koşulsuz ve derhal” bir ateşkes bekliyor
Gönülden Gönüle Anadolu Ezgileri Hamburg’da Gönülleri Fethetti
SAHİLLERİN İŞGALİ!
YEZİT HEP YEZİTTİ
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Birini sevmek, onunla bir ömür geçirme hayali kurmaktır çoğu zaman. Her anı paylaşmak, birlikte gülmek, birlikte susmak, aynı gökyüzüne bakıp aynı dilekleri dilemek… Ama hayat, her zaman bu hayale sadık kalmaz. Bazen ölüm araya girer, bazen uzaklık, bazen de zaman. Fakat her şeyden daha ağır olanı, bir sevgiliyi dünya gözüyle son kez bile görememektir.
Bu eksiklik, yürekten eksilen bir parça gibidir. Vedalaşamamak, bir kapının ardında kalan ses gibi çınlar kulakta. O son sarılma, son bakış, son kelime… Bunların hiçbirine sahip olamamak, insanı yıllarca süren bir iç hesaplaşmanın içine iter. “Bir kez daha görebilseydim…” diye başlayan cümleler olur artık hayatın özeti.
Çünkü insan, vedaya hazır olmak ister. Her ne kadar hiçbir veda tam anlamıyla tamamlanmış olmasa da, yüz yüze edilen bir veda, kalpte kapanmamış defterleri az da olsa aralar. Bir “hoşça kal” duyabilmek, geride kalan için bir tutunma noktasıdır. Ama o şans elinden alındığında, sevdiğin kişi gözlerinin önünden gitmeden önce, sen onun gözlerine bakamamışsan… işte o zaman ölüm bile adil gelmez.
O son görüşmenin olmayışı, geride sadece yas bırakmaz. Aynı zamanda pişmanlıkları da taşır yanında. Belki bir özür kalmıştır dilinde, belki bir “seni seviyorum” itirafı. Belki de sadece elini tutmak istemişsindir, sessizce. Ama artık ne ses ulaşır ona, ne de dokunuş. Geride kalanlar ise sessiz bir çığlıkla yaşar her günü.
Bu duyguyu en derin yaşayanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk’tür. Doğduğu, büyüdüğü, ilk gençliğini geçirdiği şehir olan Selanik’i, hayatı boyunca bir daha görememiştir. Selanik, onun için sadece bir şehir değil; bir geçmişin, bir çocukluğun, bir annenin kokusuydu. Ama Lozan Antlaşması sonrası sınırların değişmesiyle Selanik, Türkiye sınırlarının dışında kaldı. Ve Atatürk, bir gün bile geri dönüp o doğduğu evi, o sokağı, o anıları dünya gözüyle göremedi. Bu, belki de en büyük burukluklarından biri olarak kalmıştır. Çünkü kimse, çocukluğuna dünya gözüyle veda etmeyi istemez.
İnsanın geçmişine veda edememesiyle bir sevgiliye veda edememesi arasında ince bir bağ vardır. Her ikisinde de eksik kalan şey “son bir kez bakabilmek”tir. Çünkü o son bakışta, bütün bir hayatın özeti gizlidir. Ama eğer o bakış yaşanamamışsa, kalpte kalan boşluk ne zaman dolacağı belli olmayan bir oyuk gibi büyür.
Fotoğraflara bakarsın, ses kayıtlarına… Belki de birlikte gittiğiniz yerleri tekrar dolaşırsın. Her köşe başında bir anı saklıdır. Ama hiçbirisi o son bakışın yerini tutmaz. Çünkü insan zihni, kapanmamış bir hikâyeyi sürekli başa sarar. O “son” gerçekleşmediği sürece, hikâye yarım kalır. Ve ne yaparsan yap, tamamlanmaz.
Sevgiliyle yaşananlar artık sadece senin hafızandadır. Onu anlatan tek tanık sensindir. Ve anlatamadığın her anı, içinde büyür, büyür, zamanla suskunluğa dönüşür. Başkalarına anlatsan da yetmez. Çünkü o anlar sadece ikinize aittir, ama artık anlatacak ikinci kişi yoktur.
En çok da rüyalar acı verir böyle zamanlarda. Rüyanda görürsün onu, sanki her şey normalmiş gibi. Sanki hiçbir yere gitmemiş, hiçbir şey bitmemiş gibi. Sonra uyanırsın. Geriye sadece sızısı kalır.
Hayat devam eder elbet. Etmek zorundadır. Ama eksik bir yanla. İçinde hep o görmediğin son anın boşluğu olur. Her güzel anın ortasında, “keşke görseydi” diye geçirirsin içinden. Onun gözleriyle paylaşamadığın güzellikler çoğalır zamanla, ama bu da acının başka bir türüdür.
Bir sevgiliyi dünya gözüyle son kez görememek; belki de en çok, sevdayı içinden söküp alamamaktır. Çünkü bir son bakış, sevgiyi uğurlamaktır. O olmayınca, sevda hep içeride kalır. Ne dışa vurulur, ne de yok sayılır. Sessiz bir misafir olur kalpte. Gitmeyen, ama konuşmayan bir misafir…
Ve zamanla öğrenirsin: bazı vedalar yaşanmadığı için değil, yaşanamadığı için daha çok acıtır.
Ve şimdi, bu kelimelerin sonuna geldiğimde, bir şey daha eklemem gerekiyor. Belki de en zor olanı:
Ben de seni göremedim… Son kez gidiyorum.
Lozan Antlaşması… Türkiye’nin sınırlarını, bağımsızlığını, hatta Cumhuriyet’in temelini atan o tarihi belge. 1923’te imzalandı, ama aradan geçen yüzyıla rağmen hâlâ bazı kesimler için kabus olmaya devam ediyor. Neden mi? Çünkü Lozan, sadece bir antlaşma değil, bir zafer; Türkiye’nin varoluş belgesi.
Ama bu gerçeği hazmedemeyen çok grup var. Kimler mi? Gelin tek tek bakalım.
İlk olarak Osmanlı’ya gönül verenler… Hilafetin kaldırılması, saltanatın sona ermesi, o eski imparatorluk hayallerinin bitişi… Bu çevreler Lozan’ı bir ihanetten başka bir şey olarak görmez. Onlara göre bu belge, bir tür “manevi felaket”tir.
Sonra radikal İslamcılar… Laik Cumhuriyet’in temellerinin atılması, şeriatın kaldırılması, eğitimin laikleşmesi… Bunlar onların gözünde Lozan’ın günahlarıdır. Dolayısıyla ona düşmanlıkları, laiklik ve modernleşme karşıtlığından beslenir.
Batılı emperyalist güçlerin ise Lozan’dan rahatsızlıkları çok daha basittir: Bu belge onların Anadolu üzerindeki sömürgeci planlarını boşa çıkardı. Kapitülasyonlar kaldırıldı, Boğazlar Türkiye’nin kontrolüne geçti. Ekonomik ve siyasi bağımsızlık sağlandı. Bu yüzden Lozan, onların hafızasında “kaybedilmiş savaş”tır.
Yunanistan ve Megali İdea hayalperestleri de Lozan’a düşmandır. Çünkü Anadolu üzerindeki hayalleri 1923’te kesin olarak sona erdi. Hâlâ Ege adalarının silahlandırılması gibi konuları bahane ederek antlaşmayı tartışmaya açmaya çalışırlar.
Kürt ayrılıkçı örgütler ise Lozan’ın Kürt kimliğini tanımadığını ileri sürer. Halbuki o dönemde etnik kimlikler bugünkü gibi tanımlanmıyordu, herkes ortak vatan için mücadele ediyordu. Bu iddialar daha çok günümüz siyasetinin bir yansımasıdır.
Son yılların popüler komplo teorileri de var: “Lozan’ın gizli maddeleri varmış, 100 yıl sonra bitecekmiş…” Bunlar tamamen asılsız söylentiler. Tarihî ve hukuki olarak böyle bir şey yok. Ama bilginin yokluğunda bu tür yalanlar kolayca yayılıyor.
Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları Lozan’a da düşmanlık yapıyor. Çünkü bu antlaşma, Atatürk’ün zaferidir; Cumhuriyet’in hukuki temelidir. Onun karşıtları, onun kazanımlarına saldırıyor.
Bazı radikal sol kesimler Lozan’ı “emekçi ve azınlık haklarını korumamakla” suçluyor. Ancak Lozan, o dönemin şartlarında Türkiye’nin bağımsızlığını tescillemiştir. Bu eleştiriler daha çok ideolojik bir tavır.
Geleneksel yapılarını kaybeden ve laikleşmeye karşı olan kesimler Lozan’a öfkelidir. Çünkü Lozan, Türkiye’nin modernleşme yolunu açtı.
Şunu net söyleyelim: Lozan’a düşmanlık, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesine ve geleceğine düşmanlıktır. Bu antlaşmayı anlamak, sadece geçmişimizi değil, yarınlarımızı da anlamaktır.
Bu yüzden Lozan’ı sahiplenmekten vazgeçmeyelim. Çünkü orada yazılanlar, bizim hürriyetimizin, onurumuzun tapusudur.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasi gelişmeler, yalnızca iç politikada değil, aynı zamanda Orta Doğu’nun jeopolitik dengelerinde de önemli bir değişimin habercisi oldu. Recep Tayyip Erdoğan ve onun iktidar ortakları, dışarıdan gelen baskılarla birlikte içeride de büyük bir dönüşüm gerçekleştirdiler. Ancak bu dönüşümün arkasında, yalnızca bir hükümetin değil, bir projenin de var olduğu söylenebilir. Bu proje, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen, Türkiye Cumhuriyeti’ni bitirme ve Orta Doğu’da tek adam yönetimi kurma amacını gütmektedir. Bu yazıda, BOP’un Türkiye’deki tutsakları olan liderlerden ve onların karşı karşıya kaldığı tehditlerden bahsedeceğiz.
Recep Tayyip Erdoğan, son yıllarda yalnızca bir iktidar mücadelesi vermekle kalmamış, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsmayı da amaçlamaktadır. Bu amacın önünde engel olarak gördüğü ilk isimlerden biri Ekrem İmamoğlu’dur. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde büyük bir zafer kazanan İmamoğlu, Cumhuriyet’in temellerine zarar vermeye çalışan Erdoğan’a karşı önemli bir rakip haline gelmiştir.
İmamoğlu’nun yükselişi, sadece İstanbul’un yönetimi değil, aynı zamanda Erdoğan’ın tek adam yönetimi anlayışına karşı bir duruşu ifade etmektedir. İmamoğlu, halkçı söylemleri ve demokratik vizyonu ile Erdoğan’ın monarşik yönetim arayışına karşı güçlü bir alternatif olmuştur. Ancak bu tehdit karşısında, Erdoğan ve iktidarının uyguladığı baskılar, İmamoğlu’nu “tutsak” hale getirmiştir. Hukuki ve siyasi engellerle karşılaşan İmamoğlu, aslında sadece bir belediye başkanı değil, cumhuriyetin son savunucularından biridir.
BOP’un amacı, Orta Doğu’yu tek adam yönetimlerine ve monarşilere dönüştürmektir. Türkiye’deki Kürt siyaseti, bu projeye direnen en büyük engellerden birini oluşturuyor. Abdullah Öcalan’ın uzun yıllardır İmralı’da tecrit altında tutulması, aslında bir zamanlar PKK’nın temsil ettiği Kürt hareketinin yalnızca bir kısmını kontrol etme çabasının bir parçasıdır. Ancak, Selahattin Demirtaş’ın yükselişi, bu planı ciddi şekilde tehdit etmiştir.
Demirtaş, HDP’nin lideri olarak Kürtler arasında sadece bir temsilci değil, aynı zamanda halkçı ve özgürlükçü bir lider olarak öne çıkmıştır. O, aynı zamanda Orta Doğu’da Kürt halklarının geleceği konusunda da bağımsız bir siyaset önerisi sunuyordu. Ancak Demirtaş, yalnızca Erdoğan’a değil, aynı zamanda BOP’un Türkiye’deki Kürt politikalarını şekillendiren güçlerine de karşıydı. Onun tutsak edilmesi, BOP’un hedeflerine ulaşma yolunda önemli bir engelin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu.
Devlet Bahçeli, milliyetçi hareketin temsilcisi olarak, Erdoğan’la ittifak yaparak iktidarını sürdürürken, Özdağ gibi bağımsız milliyetçi liderlerin yükselmesini engellemeye çalıştı. Ümit Özdağ, göçmen karşıtlığı ve milliyetçi söylemleriyle halk arasında önemli bir destek buldu. Özdağ, aynı zamanda Türk milletinin, monarşi ve Osmanlı hayalleriyle kandırıldığını savunarak, Erdoğan’ın arkasında durduğu “Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırma” projesine karşı çıktı.
Bu durum, BOP’un Türkiye’deki hedefleriyle çelişiyordu. Çünkü BOP, Orta Doğu’yu şekillendirirken, geçmişteki imparatorlukların canlandırılmasına karşıydı. Türkiye’nin tek adam yönetimine kayması, BOP’un en büyük hedeflerinden biriydi ve Özdağ’ın bu duruma karşı çıkan söylemleri, iktidarın tehdit olarak gördüğü unsurlar arasında yer aldı. Sonuç olarak, Özdağ da sistemin baskılarıyla karşılaşarak siyasi olarak tutsak edildi.
BOP’un Türkiye üzerindeki en büyük hedeflerinden biri de, Lozan Antlaşması ile kurulan Cumhuriyet düzenini sona erdirmektir. Lozan, Türkiye’nin bağımsızlığını simgeleyen bir anlaşma iken, Erdoğan ve onun iktidar ortakları, bu antlaşmayı hedef alarak, Osmanlı’nın eski topraklarında yeniden hegemonya kurma rüyasına kapıldılar. BOP, bu çerçevede Türkiye’yi bir “serv garabeti”ne dönüştürmeyi, yani iç politikada yönetimsel karmaşaya sürüklemeyi amaçlamaktadır.
Erdoğan, adım adım Lozan’la hesaplaşma sürecine girerken, milliyetçiler ve diğer muhalefet partileri, bu büyük projeye karşı duruş sergileyen yegâne güçlerdir. Ancak, BOP’un Türkiye’deki ayakları, bu rakipleri tutsak ederek onları etkisiz hâle getirmeyi hedeflemektedir.
BOP’un Türkiye’deki en büyük tutsakları, yalnızca Erdoğan’a rakip olan liderler değil; aynı zamanda halkın özgür iradesi, bağımsızlık mücadelesi ve demokratik değerleridir. BOP’un amacı, Orta Doğu’yu yeniden şekillendirirken, Türkiye’yi bağımsız bir cumhuriyet olmaktan çıkarıp, bir monarşi ve tek adam yönetimine dönüştürmektir. Ancak, Türkiye’nin geleceği, tutsak liderlerin özgürleşmesi ve halkın bağımsızlık mücadelesiyle şekillenecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri, Lozan’da atıldı ve bu temellerin korunması, BOP’un planlarına karşı durulması ancak ve ancak halkın bilinçli bir şekilde mücadele etmesiyle mümkündür. Bu tutsaklık, sadece birkaç liderin değil, bir ulusun özgür iradesinin tutsak edilmesidir. Bu zincir kırılmadıkça, ne Türkiye’nin demokrasisi ne de halkın egemenliği geri kazanılabilir.
Bazı insanlar vardır, sizi kendi hayatlarının kenar süsü gibi yaşatır. Vardırlar ama yok gibidirler. Severler ama uzaktan. Sizi hayatlarında tutarlar ama içeriye almazlar. Her şey yerli yerindeymiş gibi görünür ama bir şey hep eksiktir. Bu eksikliği tarif edemezsiniz; adı yoktur, şekli yoktur, ama içten içe bilirsiniz. Çünkü bir şeyin sizi gerçekten içine almayan hâline “sevgi” denemez. O yüzden, sevenlerinizi, kendi sevdikleri hayatlar üzerinden değil, sizi ne kadar sevdikleri üzerinden yargılayın.
Çünkü sevgi, konforla yan yana durmaz. Gerçek sevgi, rahatsız edici derecede cesurdur. Düzeni bozar, planları sarsar, rutini değiştirir. Sevgi bir fedakârlık meselesidir. Kendi hayatına başka birini almayı göze almaktır. Yoksa sadece bir eğilimden, bir hoşlanmadan, belki bir alışkanlıktan bahsederiz. Ama sevgi değil.
Bir insan sizi gerçekten seviyorsa, kendi kurduğu hayatı sizin için esnetmeye razıdır. Geri çekilir, yer açar, birlikte yürümenin zorluklarını göze alır. Oysa birçok insan, sizi kendi hayatına yedek lastik gibi dahil etmeye çalışır. Yedek lastik, sadece ihtiyaç halinde kullanılan bir parçadır. Hayatın merkezine değil, bagajına aittir. İşte bu yüzden sevildiğinizi düşünürken, aslında sadece “bulunduruluyor” olabilirsiniz. Varlığınız bir anlam değil, bir güvenlik hissi veriyorsa; orada sevgi değil, hesap vardır.
Kendimizi en çok kandırdığımız yer de burasıdır. “Beni seviyor ama şu sıralar çok yoğun.” “Kendi ailesiyle çok meşgul.” “Biraz kendi dünyasında biri.” diye diye aslında yok sayılmayı meşrulaştırırız. Sevgiyi bahaneyle karıştırırız. Oysa seven insan bahaneyle kaybolmaz. Zaman yaratır, alan açar. Çünkü sevgi tembelliği kaldırmaz. Sevgi, harekete geçmektir.
Ama ne oluyor da insanlar bu kadar kolay yanılıyor? Belki de sorun şu: Kendimizle başka, sevdiklerimizle başka bir hayat yaşayabiliyoruz ve bu, dünyanın en büyük yanılgısı olabiliyor.
Evet, bazen sevgi bir yanılsamadır. Çünkü iki kişi birlikteymiş gibi yaparken, aslında ayrı hayatların içindedir. Kişi kendi kurduğu düzende yaşar ama karşısındakine “seni seviyorum” der. Oysa sevgi sadece bir cümle değil, bir düzen değişimidir. Sevgi, kendi planlarını bir başkasıyla uyumlu hâle getirmeye niyettir.
Sözde birlikteyizdir ama aslında iki farklı patikanın yolcusuyuzdur. Belki bir yerde buluşuruz ama o da planlı, ölçülü, dikkatli… Gerçekliğin değil, kontrolün içindeyiz. Sevgi ise kontrol etmez, bırakır. Sevgi hesap yapmaz, göze alır. Sevgi “ya tutarsa” değil, “ne olursa olsun”dur.
Bu yüzden en çok yoran ilişkiler, yarım kalanlardır. Ne tam içindesinizdir ne de çıkabiliyorsunuzdur. Bir yanınız hep bekler. Bir gün gerçek bir “biz” olacağımıza inanır. Ama öteki taraf hep “ben”de kalır. “Benim işim”, “benim ailem”, “benim planlarım” der. Oysa sevgi “ben”le değil, “biz”le büyür.
Gerçekten sevmek, karşısındakini kendi geleceğine katmakla mümkündür. Geçici bir eşlik değil, kalıcı bir ortaklıktır bu. Aynı hayali kurmak, aynı sorumluluğu üstlenmektir. Bu olmadığında, ilişki bir oyuna dönüşür. Sevdiğimizi sanırız ama sadece alışmışızdır. Onunla olmayı severiz ama onunla yaşamayı istemeyiz. Aradaki fark çok büyüktür. Onunla olmayı sevmek, bir misafirliğe razı olmaktır. Onunla yaşamayı istemek ise ev kurmaktır.
İşte bu yüzden sevgi bazen yanılgıdır. Çünkü sevgi sandığımız şey, aslında vazgeçemediğimiz bir duygusal alışkanlıktır. Varlığı bize iyi gelir ama hayatımıza dahil etmek istemeyiz. Bu durumda sevilen kişi sadece sevilmekle kalır; yaşanmaz. Sadece varlığına tahammül edilir; hayatına yer verilmez.
Ve insanlar sadece sevilmek değil, yaşanmak da ister. “Seni seviyorum” demek yetmez. “Benimle yaşa” diyebilmek gerekir. Bunu diyemeyen birinin sevgisi, ne kadar sahici olursa olsun, eksiktir. Yarım kalır. İnsanı yalnızlaştırır. Çünkü yalnızlık bazen sevgisizlikten değil, sevgideki eksiklikten doğar.
Bu noktada seçim size kalır: Sevilmeye razı mı olacaksınız, yoksa yaşanmayı mı talep edeceksiniz?
Yaşanmak daha zor bir taleptir. Cesaret ister. Yer ister. Karar ister. Ama gerçek sevgi, bu talebin içinden geçmeden kendini kanıtlayamaz. Diğeri sadece bir duygudur. Büyümez. Derinleşmez. Ve sonunda sizi olduğunuz yerde bırakır.
Sevenleri, kendi hayatları üzerinden değil, sizi ne kadar hayatlarına kattıklarıyla ölçün. Gerçek sevgi, size ayrılan zamanda, yapılan planda, gösterilen sabırda kendini gösterir. Ve en önemlisi: sizi hayatının bir parçası değil, ortağı yapma niyetinde gizlidir.
Hayat iki kişilik yaşanmaz. Gerçek hayat, iki kişinin birlikte sıfırdan yeni bir hayat kurmayı göze almasıyla başlar.
Ve unutmayın:
Sevgi, bazen yanılgıdır.
Çünkü yanınızda olan herkes, gerçekten sizinle değildir.
Erkek egemen toplumlarda kadın olmak, çoğu zaman görünmez olmak demektir. Var olmanız için ya susmanız ya da bir başkasının gölgesine sığınmanız beklenir. Sesinizi yükselttiğinizde “fazla” olursunuz; hakkınızı aradığınızda “huysuz”, özgürlük istediğinizde “ayıplanacak” biri ilan edilirsiniz. Ama ne zaman anne olursunuz, işte o zaman yüceltilirsiniz.
Yılın sadece bir günü, Anneler Günü’nde çiçekler gönderilir, şiirler yazılır, gözyaşı dökülür. Sosyal medyada herkes “baş tacı” eder kadınları. Ama o kadın, anne olmadığı sürece çoğu zaman ya eksik ya da yok sayılır. Toplum, kadını ancak doğurduğunda hatırlar.
Oysa kadın, anne olmadan önce de insandır. Onun hayalleri, emeği, üretimi, mücadelesi vardır. Kadını yalnızca doğuran, sabreden, katlanan bir varlık olarak tanımlamak, onu insan olarak değil, görevli bir makine gibi görmektir. Bu anlayış, ne kutsaldır ne de adildir.
Kadını sadece annelik rolüyle tanımlamak; onun bireysel tercihini, yeteneklerini, başarılarını görmezden gelmektir. Anne olan kadın elbette saygıyı hak eder. Ama bu saygıyı yalnızca doğurduğu için değil, insan olduğu için hak eder. Tıpkı anne olmayan kadın gibi.
Toplumun her kesiminde bunu görmek mümkün. Akademisyen Zeynep Hoca, 38 yaşında. Çocuğu yok. Hayatını bilime, öğrencilere ve toplumsal projelere adamış biri. Ama çevresi ona hâlâ “Çocuk yapmayı düşünmüyor musun?” diye soruyor. Başarıları bir kenara bırakılıyor. Çünkü anne değil.
Ayşe, tekstil atölyesinde çalışan üç çocuk annesi bir kadın. Sabah ezanı okunmadan uyanıyor, çocukları hazırlıyor, işe koşuyor. Akşam eve dönüp yemek yapıyor, ödev kontrol ediyor. Eşi ona bazen “Senin çalışmana gerek yok” diyor. Sanki onun emeği bir hobiymiş gibi… Oysa Ayşe’nin yaşadığı şey bir mucize değil, her gün tekrar edilen bir hayatta kalma savaşı.
Bu iki örnek, toplumun kadınlara bakışındaki çarpıklığı gösteriyor. Anne olmayan kadın eksik, anne olan kadın ise “şanslı” ama sessiz olmalı. Çalışan kadın yadırganıyor, çalışmayan kadın değersizleştiriliyor. Kadın ne yaparsa yapsın bir kalıba sığmazsa eleştiriliyor.
Toplumda anne olmayan kadına “eksik” muamelesi yapılması sadece nezaketsizlik değil, aynı zamanda psikolojik bir baskıdır. Kimi kadın çocuk sahibi olmak istemez. Kimi ister ama olamaz. Kimi yalnız yaşamak ister, kimi ailesiyle. Her biri kendi yolunu seçme hakkına sahiptir.
Berlin’de yaşayan Elif, bu konuda şöyle diyor: “Çocuk istemediğim için yıllardır ya ‘bencil’ oldum ya da ‘ne zaman fikrin değişecek’ sorusuna maruz kaldım. Oysa ben bir çocuğun sorumluluğunu almaya hazır olmadığımı açıkça söyledim. Bu bile bazılarına göre suç gibi.”
Elif’in sözleri aslında birçok kadının ortak sesidir. Kadının hayatı üzerinde toplumun bu denli baskı kurması, onun özgürlük alanını daraltır. Ve bu baskı, çoğu zaman “annelik kutsaldır” maskesiyle süslenir. Oysa kutsallık, dayatma ile değil, tercihle mümkündür.
Evet, annelik kutsaldır. Çünkü bir hayatı büyütmek, ona yön vermek kolay değildir. Ancak bu kutsallık, kadının diğer varoluş biçimlerinin üzerine çıkamaz. Kadın sadece anne olduğu için değil, kadın olduğu için değerlidir.
Ayrıca annelik de bu toplumda gerektiği kadar desteklenmiyor. Doğum sonrası işten çıkarılan kadınlar, süt izni yüzünden terfi alamayanlar, kreş bulamadığı için çalışmayı bırakanlar… Kadını sadece doğururken yücelten ama doğurduktan sonra yalnız bırakan bir sistem ne kadar samimi olabilir?
Kadın hem çocuk baksın, hem çalışsın, hem güzel kalsın, hem şikâyet etmesin istiyoruz. Ama ona ne destek veriyoruz, ne özgürlük. Sonra da Anneler Günü’nde bir demet çiçekle her şeyi affettireceğimizi sanıyoruz. Hayır. Bu bir gün yetmez.
Bir kadının değeri, doğurduğu çocuk sayısıyla ya da gösterdiği fedakârlıkla ölçülemez. Kadının yaşam hakkı, özgürlük hakkı, eşitlik hakkı tartışmaya açık değildir. Kadınlar, anne oldukları için değil, insan oldukları için değerlidir.
Bugün, anneliğiyle gurur duyan kadınlara saygıyla bakıyorum. Ama aynı saygıyı, anne olmayan ya da olmak istemeyen kadınlara da sunuyorum. Çünkü kadının hayatını hangi yolda sürdüreceğine yalnızca kendisi karar verir.
Siyasette, sanatta, bilimde, sokakta, evde; nerede olursa olsun, her kadın kendi varoluşuyla değerlidir. Kadını sadece annelikle yücelten zihniyet, onun çok yönlü yaşamını küçültür. Oysa kadın; öğretmendir, doktordur, gazetecidir, mühendistir, sanatçıdır, işçidir. Kadın sadece doğurmaz, yaratır. Sadece sabretmez, direnir. Sadece bakım vermez, yön verir.
Anneler Günü vesilesiyle kutlanan her kadın, bize bir sorumluluğu da hatırlatmalı: Kadını yalnızca yılda bir gün hatırlamayacağız. Onu her gün hatırlayacak, görünür kılacak, hayatın her alanında eşitlik sağlayacağız.
Anne olan, olmayan, olamayan ya da olmak istemeyen tüm kadınlara selam olsun. Kadınlara saygı, koşullu değil, koşulsuz olmalıdır.