01 Temmuz 2025 Salı
Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy'dan ‘Göbeklitepe’ Paylaşımı
Hamburg’da Lösev’li Çocuklardan Umut Dolu Ziyaret: Kalplere Dokunan Bir Masal
YANGIN NE KADER, NE DE DOĞANIN İNTİKAMIDIR!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Her milletin tarihinde, karanlık zamanları aydınlatan, umutsuzluk içinde bir milletin yüreğine yeniden umut eken liderler vardır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, işte böyle bir dönemi yaşıyor. Devletin başında, bilgeliğiyle, ferasetiyle ve sarsılmaz kararlılığıyla halkın gönlünde taht kuran bir başbakan: Ünal Üstel. Yanında ise kültürden turizme, çevreden toplumsal yaşama kadar her alanda Kuzey Kıbrıs’a değer katan, üretken, vizyoner ve sahici bir devlet adamı: Fikri Ataoğlu.
Bu iki isim, sadece koltuklarında oturup protokol icabı kararlar alan yöneticiler değil; halkıyla nefes alan, memleketin sorununu kendi derdi bilen, gecesini gündüzüne katıp çalışan gerçek liderlerdir. Onlar, makamı birer emanet olarak görmüş; o emanete sadakatle hizmet eden, tarih önünde alnı açık duracak iki kıymetli isimdir.
Ünal Üstel, devletin yalnızca yönetilmesi değil, hissedilmesi gerektiğini bilen bir lider. Siyasetin zor dönemlerinden geçerek gelen Üstel, yıllar içinde halkın teveccühünü kazanmış, sarsılmaz bir güven inşa etmiştir. Bugün KKTC halkı, Üstel’in attığı her adımda aklın, vicdanın ve deneyimin birleşimini görmekte; onun yönetiminde geleceğe daha güvenle bakmaktadır.
Pandemi sonrası toparlanma sürecinde gösterdiği olağanüstü liderlik, sadece sağlık sistemini değil, ekonomik ve sosyal düzeni de ayakta tutmuştur. Tarımdan eğitime, ulaşımdan kamu yönetimine kadar her alanda attığı yapısal adımlar, devletin temel taşlarını güçlendirmiştir. Ancak Üstel’i farklı kılan yalnızca icraatları değildir; onu büyük yapan, devletin vicdanını temsil etmesidir.
Halkın içine inen, derdi dinleyen, çözüm üreten bir başbakan profili çizen Üstel, bürokratik hantallığı aşarak hızlı, etkili ve insan odaklı bir yönetim anlayışını hakim kılmıştır. Onun liderliğinde Kuzey Kıbrıs, yalnızca bir ada devleti değil; Doğu Akdeniz’de kendi sözünü söyleyen, kendi bayrağına sahip çıkan bir irade haline gelmiştir.
Kültür bir milletin hafızasıdır, turizm ise dünyaya açılan penceresi. Fikri Ataoğlu, bu iki değeri bir araya getirerek Kuzey Kıbrıs’a hem kimlik hem ekonomik dinamizm kazandırmıştır. Yıllardır turizm alanında gösterdiği başarılarla ülkeye milyarlarca liralık döviz girdisi sağlamış, otelcilikten gastronomiye, ulaşımdan tanıtıma kadar her alanda adanın potansiyelini ortaya çıkarmıştır.
Fikri Ataoğlu sadece bir bakan değil, Kuzey Kıbrıs’ın tanıtım elçisidir. Yurt dışında katıldığı her organizasyonda, Kıbrıs Türk halkının onurlu duruşunu ve bu güzel adanın saklı cennetlerini dünyaya anlatan bir gönül insanıdır. Kültürel mirasın korunması, yeni müzelerin kurulması, yerel festivallerin canlandırılması ve tarihi değerlerin ayağa kaldırılması gibi projelerle halkı kendi köklerine bağlayan bir misyon üstlenmiştir.
Çevre alanındaki duyarlılığı da takdire şayandır. Yeşil alanların korunması, sahillerin temizliği, gençlere çevre bilinci aşılanması gibi onlarca proje onun öncülüğünde hayata geçirilmiştir. Ataoğlu, geleceği sadece betona değil; doğaya ve değerlere yaslayarak inşa etmektedir.
Bugün Ünal Üstel ile Fikri Ataoğlu arasındaki uyum, Kuzey Kıbrıs için gerçek bir şanstır. Farklı alanlarda uzmanlaşmış bu iki lider, aynı hedefe yürümektedir: güçlü, bağımsız, halkına güven veren bir Kuzey Kıbrıs.
Bu birliktelik, sadece teknik anlamda değil; siyasi ahlak bakımından da kıymetlidir. İkisinin de ortak özelliği, koltuklarına değil halkına yaslanmalarıdır. Bu nedenle halkın duasını, gençlerin sevgisini, yaşlıların takdirini kazanmışlardır. Kuzey Kıbrıs Türk halkı, bu iki ismin devletin başında olmasından huzur duymaktadır.
Devletin büyüklüğü, topraklarının genişliğiyle değil; yöneticilerinin ufkuyla ölçülür. Ünal Üstel ve Fikri Ataoğlu, bu ufku her gün yeniden çizen, inançla çalışan, milletiyle birlikte yürüyen iki abide şahsiyettir. Onlar, yalnız bugünü değil; yarını da inşa eden mimarlardır. Kuzey Kıbrıs onların ellerinde sadece yönetilmiyor; hak ettiği onurla ve kararlılıkla yükseliyor.
Bugün KKTC topraklarında bir çocuk daha umutla büyüyorsa, bir genç daha geleceğine inanıyorsa, bir yaşlı daha devletine güven duyuyorsa; bunda Üstel’in kararlılığı, Ataoğlu’nun üretkenliği ve her ikisinin halkına duyduğu sevdanın büyük payı vardır.
Kuzey Kıbrıs’ın altın çağını yazan bu iki ismi, halk her zaman minnetle ve şükranla anacaktır.
Okan Bent Önok
Bir zamanlar Anadolu’nun çimenlerinde, çayırlarında, köy düğünlerinde, yaylalarda ya da panayırlarda; belki de bir harman yerinde başlayan, kökleri tarihe, kültüre, inanca ve halkın ortak yaşamına dayanan geleneksel sporlarımız artık yalnızca birer sahne dekoru, birer gösteri ögesi haline geldi. At yarışından güreşe, okçuluktan cirite kadar uzanan bu kültürel değerler zinciri, ömrünü tamamlayalı çok oldu. Bugün hâlâ geleneksel spor yapıldığı iddia ediliyor ama yapılan şeyin geçmişle, spor ahlakıyla ya da halkla bir bağının kalmadığını üzülerek izliyoruz.
Yaklaşık 30 yıl önce, geleneksel sporlar halkın belleğinde hâlâ bir karşılık buluyordu. Köylerde gençler güreşe tutuşur, yaşlılar seyirlik değil “ibretlik” izlerdi. Sporcu olmak sadece fiziki güç değil, ahlaki duruş, edepli davranış, yüreklilik, tevazu ve toplumla barışık olmayı gerektirirdi. Bugünse sahada gördüğümüz manzaralar, ne o eski mertliğe, ne halkla olan sıcak bağa, ne de tarihi dokuya uygun. Zira artık geleneksel sporcular, bu işin ruhunu değil; ödülünü, şöhretini ve çoğu zaman siyasi reklamını ön planda tutuyor.
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında geleneksel spor adı altında düzenlenen müsabakalar, organizasyonlar ya da festivaller aslında sadece kâğıt üzerinde gelenekseldir. Gerçekte ise yapay, kimliksiz ve zorlama bir kurgu içinde sunulurlar. Devlet desteği ya da belediye bütçesiyle organize edilen bu etkinlikler, halkın değil, protokolün ilgisini çeker hâle gelmiştir. Sporcunun alnındaki terden çok, yakasındaki rozet önemlidir artık.
Bu sahneler “vıcık vıcık” ilişkilerle doludur. Birbirine ödül kazandıran, birbirinin organizasyonunda jüri olan, her defasında aynı isimlerin döndüğü dar bir çevre içinde dönen bu yapılar, bırakın geleneksel değerleri yaşatmayı, adeta yozlaştırmaktadır. Güreş çayırları siyasetçilerin nutuk kürsüsüne, okçuluk sahaları sponsorların reklam panosuna dönüşmüştür.
Bir zamanlar er meydanı denilince akla gelen ilk şey; dürüstlük, yiğitlik, tevazu ve mertlikti. Yağlı güreş sadece bir spor değil, bir kültürdü. Pehlivanlar yalnızca rakibiyle değil, nefsiyledir güreşirdi. O çimenlerin üzerinde yürümek bile saygı gerektirirdi. Ancak bugün yağlı güreşler ne yazık ki bu anlamını yitirmiş durumda. Kırkpınar da dahil olmak üzere birçok büyük organizasyon artık sporun değil, siyasetin ve paranın gölgesinde yapılır hale geldi.
Pehlivanlar bir zamanlar halkın içinden çıkan kahramanlardı. Bugün ise o kahramanlar yerini menajerlerle gezen, sponsor kovalamaktan başka derdi kalmayan, er meydanını sosyal medya sahnesi zanneden kişilere bıraktı. Saha kenarlarında takım elbiseli yöneticilerin, güreş ağalarının, belediye başkanlarının gölgesinde yapılan bu güreşlerde “kim daha iyi güreşti?” değil, “kimin arkası daha sağlam?” sorusu önem kazanmış durumda.
Yağlı güreşte defalarca birinci olan, başpehlivan ilan edilen birçok isim, bu unvanların maneviyatını taşıyamadı. Kırkpınar altın kemeri, artık spor ahlakının değil, ilişkiler ağının simgesi haline geldi. Bazıları siyasete yakınlaştıkça büyüdü, bazıları medya ve sponsorluk ilişkileriyle ön plana çıktı ama hiçbiri “eski ustaların” vakarını taşımadı. Güreşi temsil etmek yerine, kendini pazarlayan birer tanıtım aracına dönüştüler.
Bugün yağlı güreş, tarihi kökleri yaşatmaktan çok, vıcık vıcık ilişkilere ve çıkar bağlantılarına boğulmuş, kimliğini yitirmiş bir gösteriye dönüşmüş durumda. Er meydanı artık halkın değil, protokolün önünde sergilenen yapay bir sahne. Bu da hem güreşin onurunu zedeliyor hem de gençlerin gözünde tüm anlamını yitiriyor.
Son 20 yılda geleneksel sporlarda defalarca birinci olmuş, çeşitli unvanları toplamış, büyük kalabalıklar önünde alkışlanmış isimler oldu. Ancak bu başarıları taşıyacak vakar, alçakgönüllülük ve ahlaki ağırlık çoğunda bulunamadı. Sporun verdiği manevi yükü, örnek olma sorumluluğunu üstlenemediler. Kimileri medya figürü olmaya çalıştı, kimileri siyasi kampanyalara yedeklenmekte beis görmedi. Unvanlar çoğaldıkça kalite değil, kirlilik arttı.
Bir zamanlar halkın gözünde “başpehlivan” demek yalnızca bilek gücü değil, kişilik bütünlüğü anlamına gelirdi. Bugün o unvan, çoğu zaman kimlerin hangi masalarda yer aldığına göre belirleniyor. Bu yozlaşma sadece bireyleri değil, bütün branşların itibarını çökertiyor.
Geleneksel sporlar, halkın hayatıyla iç içeydi. Oyunla tören arasında bir yerdeydi. Güreşçiler yalnızca kuvvetini değil, edebini de gösterirdi. Cirite çıkanlar rakibine saygı duyar, attığı her adımda geçmişin sesini taşırdı. Bugünse o sporcular artık “amatör ruh” bile taşımıyor. Çoğu sadece çıkar ve kazanç odaklı bir gösterinin parçası haline geldi.
Ödül büyükse herkes güreşçi; kürsüde fotoğraf verilecekse herkes ata biner olmuş. Yarışmacıların birbirine duyduğu saygı yerini kıskançlığa, dedikoduya ve kurnazlığa bırakmış durumda. Geleneksel sporların temelindeki ahlak, tevazu ve dayanışma kültürü tamamen silinmiş.
Son yıllarda geleneksel spor organizasyonlarının siyasi gösterilere dönüşmesi, bu alanlardaki samimiyeti ortadan kaldırdı. Birçok belediye başkanı, milletvekili ya da bakan, geleneksel spor organizasyonlarını halkla yakınlaşmak, propaganda yapmak için kullanıyor. Ortada spor yok, gelenek yok, sadece sahne var. Sporcular ise bu gösteride birer “aksesuar”.
Bu gösteriler, aynı zamanda belediyelerin musluklarını boşa akıttığı, halkın parasını heba ettiği siyasi masraflara dönüşmüş durumda. Milyonlar harcanarak kurulan sahneler, dağıtılan ödüller, şatafatlı açılışlar ve protokol şölenleri; ne spora ne de halka bir katkı sağlıyor. Asıl ihtiyaç olan altyapı, gençlik eğitimi ya da mahalle spor alanları yerine, tabelalık etkinliklere servet gömülüyor. Bu da halkın vergilerinin popülizme kurban edilmesinden başka bir şey değil.
Kim kazanır, kim elenir artık kimsenin umurunda değil. Seyircinin baktığı, hangi protokol konuştu, hangi ekran canlı yayınladı, hangi sponsor daha çok göründü… Bu yapaylık, halkın ilgisini giderek azaltıyor. Çünkü halk gösteriyi değil, sahiciliği sever.
Geleneksel sporu yaşatmak, sadece organizasyon yapmakla olmaz. O sporu taşıyan dili, ahlakı, kültürü ve halkla bağını da bugüne taşımanız gerekir. Ama şu an yaşadığımız tablo, bu mirasa açık bir ihanettir. Her yıl düzenlenen yüzlerce etkinlik, geçmişle bağ kuramayan yapay ve kişiliksiz organizasyonlara dönüşmüş durumda.
Çayırda dönen dedikodular, masa başı torpiller, ödül peşinde koşan sporcular, halkın gözünde bu işin değerini yitirmiştir. Genç kuşaklar artık bu sporlardan uzak duruyor. Çünkü çimenlerde oynanan bu oyun, eskisi gibi inandırıcı değil.
Elbette geçmişi birebir kopyalayamayız. Ama onun ruhunu yaşatabiliriz. Bunun için çıkar çevrelerinin etkisinden kurtulmak, organizasyonları halkın özüne döndürmek, sporcuları da ahlak ve kültür eksenine çekmek gerekir. Çayırlar, reklam değil mertlik kokmalı. Sporcunun alnındaki ter, parayla değil, halkın duasıyla değer bulmalı.
Aksi halde bu sahte “geleneksellik”, çok değil birkaç yıl içinde arşiv görüntüsünden ibaret kalacak. Gerçek güreşi, gerçek sporu, gerçek halkı özleyenlerin artık susmaması gerekiyor.
Piro koltuğa oturdu mu? Tabii ki hayır! Çünkü CHP kongre mahkemesi, “Şimdilik değil, bekle bakalım” deyip davayı erteledi. Yani Piro, kapının önünde “Buyurun, koltuk hazır” denmesini bekleyen müşteri misali, kapalı kapının önünde kuyrukta. Bu bekleyiş, sabrın sınandığı kutsal bir an olmaya aday. Ne diyelim, sabır taşı çatlamak üzere.
CHP kongre mahkemesi önce “Kurultay yapılacak” diye bir vaat verdi, sonra “Hadi canım sen de!” diyerek ortam uygun değil diye geri adım attı. Hakimlerin elinde karar varmış ama karar vermek zulümmüş, çünkü siyasi ortam öyle hassas ki, karar vermek milletin ruh haline zarar verebilirmiş.
Aslında CHP’nin önünü kesmek, birinci görev Piro’ya kaldı. Çünkü kimse bu karışık süreçte koltuk işini ona bırakmadan rahat edemiyor. Piro, bu karmaşada adeta “bekleme salonunun” bekçisi oldu. Ne zaman mahkeme izin verse, oturacak ama şu an iş “bekle, gör, sabret” oyunu.
Reisi en çok korkutan şeylerden biri ise Özgür Özel’in CHP’yi “halkın lideri partisi” olarak konumlandırması. Bu sıfat, Reis’in kabusu oldu; çünkü halkın gerçek liderinin kim olduğu su götürmezken, korkular artıyor. Bir diğer korku ise Ekrem İmamoğlu… Şehirden şehre yayılan bu başarı, Reis’in uykularını kaçırıyor. “İmamoğlu nerede, CHP orada” sloganı yüreklerde yer ederken, iktidarın korku filmi sahneleri devam ediyor.
Bu erteleme, aslında “Kriz çıkmasın, koltuklar boş kalmasın” mesajıydı. Piro’nun koltuğa oturması ise “nasip” işine kalmış. Bekleyeceğiz bakalım.
AkTroller? Onlar hâlâ “Reis arar mı acaba?” diye dua ediyorlar. Reis ise “Hayırlı olsun” demekle yetinip telefonu kapattı, arama mı? Onu biz de bekliyoruz. Medya “Reis aradı” manşetleri atıyor, çünkü gerçekler artık esrarengiz bir gizem.
Borsa mabadı tavana vurdu! Ama milletin cebinde para mı kaldı? Yok. Halk biber fiyatlarına bakarken borsa balonları şişiriliyor. Şenlik var ama biz değil, manipülatörler kutluyor.
Piro’nun hayali? Oturamadığı koltuk. Anayasa kitapçığı gibi ağır bir şey düştü başına ama içi boş çıktı. Vaatler uçuşuyor, halk tarot falına bakar gibi gelişmeleri seyrediyor.
Ve İmamoğlu. Hâlâ “Bunlar böyle olmaz!” dediği için susturuluyor ama halk onun sözlerini arka sokaklarda fısıldıyor.
Ama Kemal Kılıçdaroğlu? O ayrı bir mesele. Üç maymunu oynuyor, koltuğu kapmak için gözünü dört açıyor ama ne vizyon var ne cesaret. Eveleyip geveliyor,sus pus, halkın önünde ağzını açamıyor. Siyasetin kılcal damarlarında kaybolmuş, günü kurtarmaya çalışırken, aslında kendi partisini de uçuruma sürüklüyor. “Ben yaptım, oldu” diyemeyen, yapmadığı halde laf cambazlığı yapan biri olmaktan öteye gidemedi. CHP’nin önünü kesenler karşısında suskunluğu ve beceriksizliğiyle siyasi tarih sayfalarında utançla anılacak bir figür Piro o.
Doğu Akdeniz’in ortasında gözden uzak, vicdandan da uzak bir halk yaşıyor: Kıbrıs Türkleri. Onlar yüzyıllardır bu adada, bu topraklarda var oldular. Ama ne zaman sözde barış masaları kuruldu, ne zaman diplomatik güvercinler uçuruldu; hep dışlanan, hep görmezden gelinen taraf oldular.
Tarihi bilenler için Kıbrıs meselesi sadece bir “1974 olayı” değildir. Bu hikâye, 1950’lerde Rumların Enosis hayaliyle, yani adayı Yunanistan’a katma hayaliyle başladı. Bu hayal, EOKA adlı terör örgütünü doğurdu. O örgüt, Kıbrıs Türklerinin köylerine saldırdı, kadınları, çocukları, yaşlıları öldürdü. Katliamlar karşısında dünya suskundu. İngiltere, o dönemin sömürge yöneticisi olarak sessizdi. Birleşmiş Milletler ise üç maymunu oynadı.
Ve 1963… Türkler için “Kanlı Noel” olarak anılan o karanlık yıl. Cumhurbaşkanı Makarios, ortaklık anayasasını tek taraflı değiştirdi, Türkler devletten dışlandı. Silahlar konuştu. Evler yakıldı. İnsanlar göç ettirildi. Bu bir soykırımdı, ama adı konulmadı. Çünkü katliamın mağdurları Türk’tü, failiyse Batı’nın gözdesi Rum yönetimiydi.
1974’te Yunanistan’daki cunta darbeyle Kıbrıs’a el koymak istediğinde, Türkiye Garanti Antlaşması’ndan doğan hakkını kullandı. Türk askeri adaya çıktı. Bir halkı yok olmaktan kurtardı. Bu harekât Kıbrıslı Türkler için bir dirilişti, hayattı. Ama ne yaptı Birleşmiş Milletler? Yine Rum yanlısı bir dille Türkiye’yi “işgalci” ilan etti. Katledilen Türkler yoktu, göçe zorlanan Rumlar manşetteydi.
Bu ne biçim adalet?
Yıllar geçti. Kıbrıslı Türkler, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Devletlerini kurdular. Eğitimden sağlığa, savunmadan yerel yönetime kadar kendi ayakları üzerinde duran bir yapı inşa ettiler. Ancak dünya bu gelişimi tanımak yerine, Rum tezlerine daha da sıkı sarıldı. KKTC bugün yalnızca Türkiye tarafından tanınan bir devlet. Ama bu tanınma, uluslararası camianın hakikati görmesini engellememeli. Kıbrıs Türk halkı, adanın kurucu ortağıdır. Bu halkı yok saymak, tarihin ve insanlığın vicdanına aykırıdır.
2004’te Annan Planı referandumuna geldik. Türkler barış için “evet” dedi, Rumlar “hayır.” Sonuç? Rumlar Avrupa Birliği’ne alındı. Türkler yine cezalandırıldı. Dünya, sözde ödüllendirecekti Kıbrıs Türkünü. Peki ne oldu? Ambargolar devam etti. Sporcular hâlâ uluslararası alanda yarışamıyor. Uçaklar hâlâ doğrudan inemiyor. Üniversiteler tanınmıyor. Ticaret izole. Kısacası: Kıbrıs Türkü insan sayılmıyor.
Birleşmiş Milletler barışı mı koruyor? Hayır. Statükoyu koruyor. Gerçekten tarafsız olması gereken BM, on yıllardır adadaki dengeyi Rumların lehine eğmiş durumda. BM Barış Gücü’nün Türk bölgelerinde dolaşımı sınırlı, işbirliği zayıf, güven verici adımları ise neredeyse yok. 2023’te Pile-Yiğitler yol yapımında yaşanan kriz bunun en açık göstergelerinden biri. Türklerin ulaşımını kolaylaştıracak bir yol bile BM tarafından “provokasyon” olarak görüldü. Bu durum, BM’nin kime hizmet ettiğinin sessiz ama net bir ilanıydı.
Federasyon dedikleri, Rumların Türkleri yutma planından başka bir şey değil. Her müzakere, Türk tarafının biraz daha geri adım atmasıyla geçiyor. Rum tarafı ise her masadan daha da güçlenerek kalkıyor. Çünkü arkalarında Brüksel var, Atina var, Washington var. Türklerin arkasında sadece Ankara var. Ve artık Ankara’nın da “yeter!” deme vakti geldi.
Kıbrıs Türk halkı, sadece siyasi değil, insani bir mücadele veriyor. Eğitim hakkı, seyahat özgürlüğü, spor yapma hakkı bile ellerinden alınmış durumda. Bugün Gazze’de yaşanan ablukanın daha “yumuşak” bir versiyonu, onlarca yıldır KKTC halkına uygulanıyor. Uluslararası toplum bu hukuksuzluğu görmezden gelmeye devam ediyor. Avrupa, insan haklarından bahsederken KKTC’ye uyguladığı izolasyonları “ceza” gibi sunuyor. Oysa ortada suç yok, sadece bağımsızlık ve eşitlik arzusu var.
Peki çözüm ne?
Çözüm, eşit egemenliktir. Çözüm, tanımadır. Çözüm, Türk halkına yapılan ambargoların kaldırılmasıdır. Çözüm, iki devletli bir yapının kabul edilmesidir. Kıbrıs artık federasyon masallarına kandırılacak bir yer değildir. Gerçekçi, samimi, karşılıklı saygıya dayalı bir yol haritası gerekiyor. İki ayrı halk, iki ayrı demokrasi, iki ayrı kimlik. Gerçek bu kadar netken, hâlâ birleşik bir Kıbrıs masalı anlatmak, sadece zaman kaybı değil, barışa ihanettir.
Kıbrıs Türkleri artık kendi kaderini kendisi yazmak istiyor. Dünya da bunu görmezden gelmeye devam ederse, o masada barış değil, sadece adaletsizlik pişmeye devam edecek. Rumların her “hayır”ına rağmen ödüllendirildiği, Türklerin her “evet”ine rağmen cezalandırıldığı bir denklemde, ne barış olur ne de güven.
Unutmayın: Bir adanın yarısını görmezden gelmek, sadece siyasetsizlik değil, insanlığa ihanettir.
Cumhuriyet Halk Partisi, son yıllarda, özellikle de 2023 seçimlerinden sonra Türkiye siyasetinde yeniden merkezî bir aktör haline gelmeye başladı. Özellikle yerel seçimlerdeki başarısı, belediyelerde kurumsallaşan sosyal politikalar ve halkla doğrudan temas kuran başkan profilleri, partinin tabanını genişletmesini sağladı. Ancak bu yükseliş sadece iç politik aktörler için değil, aynı zamanda küresel çıkar çevreleri için de ciddi bir rahatsızlık kaynağı haline geldi. CHP’nin bu ivmesinin kesilmesi için hem içeriden hem de dışarıdan organize bir dizi baskı, bölme ve itibarsızlaştırma girişimi başlatıldı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP’nin yereldeki yüzü ve halkla doğrudan kurduğu iletişim sayesinde özellikle genç ve kararsız seçmen üzerinde büyük bir etki yarattı. Ancak bu yükselişin önü ilk olarak yargı eliyle kesilmeye çalışıldı. İmamoğlu’na verilen siyasi içerikli ceza, sadece kişisel bir saldırı değil, aynı zamanda CHP’nin halkla bağ kurabilen temsilcilerini devre dışı bırakma hamlesiydi. Bu durum, sadece Türkiye iç siyasetinde değil, küresel ölçekte de yankı buldu. Çünkü İmamoğlu’nun yükselmesi, iktidarın manevra alanını daraltmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin yeniden Batı ile uyumlu, hukuka dayalı bir rotaya girmesini hızlandırıyordu.
CHP içindeki hizipleşme ve gruplaşmalar, doğal bir siyasal süreç gibi sunulsa da, bu ayrışmaların büyük kısmı bilinçli olarak derinleştirildi. Parti içinde sağduyulu, halkçı çizgide duran isimlerin yerine, medya gücüyle parlatılan, tabandan kopuk figürlerin ön plana çıkarılması bu planın bir parçasıydı. Kurultay sürecinde yaşanan tartışmalar, CHP’nin kurumsal kimliğini zedeleme ve parti içi güveni sarsma amacı taşıyordu. Bu bölünmelerin arkasında sadece kişisel hırslar değil, aynı zamanda Türkiye’nin laik, sosyal devlet ilkesini benimseyen bir iktidara kavuşmasını istemeyen iç ve dış aktörler vardı.
CHP, uzun süredir ilk defa bu denli geniş bir halk desteğine sahip. 2024 yerel seçimleri, bu değişimin açık bir göstergesi oldu. İstanbul ve Ankara gibi kritik şehirlerin ötesinde, Anadolu’nun birçok kentinde CHP’nin oylarını artırması, partinin “sadece bir elit partisi” olmadığını gösterdi. Bu durum, hem mevcut iktidarın meşruiyetini sorgulatmaya başladı hem de uluslararası aktörlerin Türkiye üzerindeki kontrolünü zayıflattı. Özellikle ABD, Ortadoğu’da kendi çıkarlarını koruyabilecek güçlü ama denetlenebilir bir iktidar modeli istiyor. CHP’nin halkçı çizgisi, dış politikasındaki bağımsızlık vurgusu ve sosyal devlet anlayışı, bu modele aykırı düşüyor.
ABD’nin son 20 yılda Türkiye ile olan ilişkilerinde temel prensip; Türkiye’nin NATO çizgisinden sapmaması, İsrail’in güvenliğini tehdit etmemesi ve Suriye-Irak hattında Amerikan çıkarlarını gözetmesiydi. Ancak CHP’nin dış politika vizyonu, bu şablonun dışında yer alıyor. Parti yöneticilerinin Avrupa Birliği ile ilişkileri yeniden canlandırma vaatleri, Türkiye’yi hukuka dayalı bir düzene taşıma çabaları ve özellikle Filistin konusunda açık bir duruş sergilemeleri, Amerikan stratejistleri tarafından dikkatle izleniyor. CHP iktidarı, ABD’nin Ortadoğu’daki oyun planını yeniden şekillendirmesini gerektirecektir. Bu nedenle, partinin önünün kesilmesi, sadece iç siyasetin değil, küresel siyasetin de konusu haline gelmiştir.
Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin yeniden demokratikleşmesini, yargının bağımsızlaştığı, özgürlüklerin arttığı bir süreci destekliyor. CHP bu süreci temsil ediyor. Ancak Amerika açısından bu durum bir tehdit. Çünkü Avrupa ile yakınlaşan bir Türkiye, Rusya ile denge politikası kuran, Çin ile bağımsız ekonomik ilişkiler geliştiren bir hat çizebilir. Bu da Amerikan çıkarlarıyla çelişir. Bu nedenle ABD’nin doğrudan ya da dolaylı yollarla CHP’yi zayıflatacak siyasi ve medya operasyonlarına destek verdiği yönündeki iddialar ciddi biçimde değerlendirilmeli.
CHP, Cumhuriyet’in temel değerlerini sahiplenerek halkla bütünleşen bir yola girdi. Bu yol hem mevcut iktidarı hem de Türkiye üzerinde hâlâ söz sahibi olmak isteyen küresel güçleri rahatsız etti. Ancak Türkiye’nin toplumsal hafızası güçlüdür. Halk, kimin ne için mücadele ettiğini zamanla çok net şekilde görür. Bugün CHP’nin maruz kaldığı baskı, aslında Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi arayışının önüne konan bir barikattır. Bu barikatı aşmak ise sadece partinin değil, tüm yurttaşların ortak görevidir. Çünkü mesele artık bir partinin iktidar olup olmaması değil, Türkiye’nin yönünün neresi olacağıdır: Bağımsızlık mı, bağımlılık mı?