23 Haziran 2025 Pazartesi
Trafikteki her 1000 otomobilden 15'i elektrikli
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
FERDİ ZEYREK´İ YAŞATMAK!
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Bu ülkede binbir çeşit sahtekârlık gördüm.
İnancı ticarete çevireni, hastalığı ranta dönüştüreni, halkın cehaletini fırsat bilen yüzsüzleri gördüm.
Makam uğruna boyun eğeni, para için karakterini satanı, güç için alnını secdeye değil patrona koyanı gördüm.
Yoksulun çorbasına göz dikenleri, yetimin hakkını masa başında paylaşanları, her devrin adamı olmayı maharet sayanları da gördüm.
Kimine göre “uyanıklık”, kimine göre “düzen” denen bu kirliliğin içinde hep bir eksiklik vardı.
Hiçbirinin arasında bir SOLCU yoktu.
Çünkü solculuk, yalnızca bir siyasi kimlik değildir.
Solculuk, ahlaki bir duruştur.
Düşenin yanında, zulmün karşısında, yalanın tam zıddında durmaktır.
Solcu, sadece fikir adamı değil; aynı zamanda vicdan insanıdır.
Karanlığa karşı mum değil, alev olmaktır.
Kalabalıklara değil, hakikate bakmaktır.
Kolay değildir solcu olmak; kolayına kaçanın harcı değildir.
Ve bu yüzden, bu topraklarda nice çürümüşlüğün içinde bir tane bile SOLCU göremezsiniz.
Çünkü…
SOLCU bir banker görmedim,
Faizle halkı sömüren SOLCU görmedim,
Müşteri kandıran SOLCU görmedim,
İcra dosyasından servet yapan SOLCU görmedim,
Bitkisel ilaçla umut satan SOLCU görmedim,
Kanseri çözen çay sattığını iddia eden SOLCU görmedim,
Reklam arası şarlatanlığı meslek edinen SOLCU görmedim,
Yüz liraya on kavanoz bal satan SOLCU görmedim,
Yayla balı diye teneke şeker satan SOLCU görmedim,
Yol kenarında sahte umut pazarlayan SOLCU görmedim,
Deniz dibinden, dağ başından arsa satan SOLCU görmedim,
“Buraya havaalanı gelecek” yalanıyla ev satan SOLCU görmedim,
Toprağı metrekareye bölen düzenin adamı olan SOLCU görmedim,
Muska yazan SOLCU görmedim,
Tılsımla evlilik kurtaran SOLCU görmedim,
Cin çıkarma bahanesiyle işkence eden SOLCU görmedim,
Kadın göbeğine Arapça yazı yazan SOLCU görmedim,
Beden üstünden sözde tedavi sunan SOLCU görmedim,
Hurafeyle geçinen, şarlatanlık yapan SOLCU görmedim,
Cin çıkartacağım diye badeliyen SOLCU görmedim,
Tarikat arkasında rezillik gizleyen SOLCU görmedim,
Kutsal sömürüyle iş çeviren SOLCU görmedim,
Okunmuş elma, armut satan SOLCU görmedim,
“Bunu ye, bahtın açılır” diyen SOLCU görmedim,
İnancı ticaretle karıştıran SOLCU görmedim,
Kitap yakan SOLCU görmedim,
Düşünceden korkan SOLCU görmedim,
Bilgiden kaçan, okula düşman SOLCU görmedim,
Devleti soyan SOLCU görmedim,
Belediyeyi zimmetleştiren SOLCU görmedim,
İhaleyi kendi cebine yönlendiren SOLCU görmedim,
Yurttaşı dolandıran SOLCU görmedim,
Fon kurup kaçan, yatırım kandıran SOLCU görmedim,
Halkın parasını dışarı kaçıran SOLCU görmedim,
Para için eğilen SOLCU görmedim,
Makam için parti değiştiren SOLCU görmedim,
Yalakalık eden SOLCU görmedim,
Genç kızlara sarkıntılık eden SOLCU görmedim,
Kadını aşağılayan, kadına şiddeti görmezden gelen SOLCU görmedim,
Tecavüzü örtbas eden SOLCU görmedim,
Okumayan SOLCU görmedim,
Kitapla bağı olmayan, düşünmeyen SOLCU görmedim,
Cehaleti marifet sanan SOLCU görmedim,
Hırsızlık eden SOLCU görmedim,
Kendi yoldaşını dolandıran SOLCU görmedim,
Emeğin değil, hilenin peşinde koşan SOLCU görmedim,
İhaleye fesat karıştıran SOLCU görmedim,
Dosya ayarlayan, komisyon alan SOLCU görmedim,
Kamunun hakkını bireysel hesaba yatıran SOLCU görmedim,
Rüşvet alan SOLCU görmedim,
Zarf taşıyan, iş takipçisi gibi dolaşan SOLCU görmedim,
Mafya bozuntusu SOLCU görmedim,
Silahla iş çözen, tehditten geçinen SOLCU görmedim,
Ölümle korkutan SOLCU görmedim,
Dini kullanan SOLCU görmedim,
Ayeti siyasete, hadisi pazarlamaya alet eden SOLCU görmedim,
Müminin saflığını istismar eden SOLCU görmedim,
Deve sidiği şifadır diyen SOLCU görmedim,
Bilimin yerine hurafeyi koyan SOLCU görmedim,
Aklı küçümseyen SOLCU görmedim.
Çünkü SOLCU:
Zordur.
İkna olmaz kolay kolay.
Yalakalık bilmez.
Emekle yaşar, alın terinden yer.
Gücün değil, hakkın yanındadır.
Ekmeğini böler, düşüneni sever.
Yalnız kalır ama başı diktir.
Boyun eğmez.
Korkmaz.
Kandırmaz.
Satmaz.
Satın alınamaz.
Yani…
Halktır SOLCU.
Omuzdur.
Vicdandır.
Adalettir.
Ve hâlâ varsa bir umut,
SOLCU’lar sayesindedir.
Türkiye’de gazetecilik giderek daha tehlikeli bir mesleğe dönüşüyor. Soru sormak, yorum yapmak, eleştirmek ya da tarihten bir örnek vermek bile suç unsuru sayılabiliyor. Son örnek: Fatih Altaylı. 40 yılı aşkın gazetecilik geçmişiyle Türkiye’nin en tanınan medya isimlerinden biri olan Altaylı, bir YouTube yayınında yaptığı değerlendirmeler nedeniyle gece yarısı evinden gözaltına alındı. Gerekçe ise akıl alır gibi değil: Cumhurbaşkanını tehdit.
Altaylı ne yaptı? Yayınında, halkın büyük kısmının Erdoğan’ın ömür boyu görevde kalması fikrine karşı olduğunu söyledi. Ardından tarihsel bir hatırlatma yaptı: “Bu millet padişahını boğmuş bir millettir.” Cümleyi cımbızla çek, bağlamından kopar, yorum kat ve “tehdit” damgasını yapıştır. İşte bu kadar kolay! Böylece “demokrasi” adına yeni bir kara leke daha düşürülmüş oldu.
Şunu baştan söyleyelim: Bu ülkede kimse, Cumhurbaşkanı’na yönelik bir tehditi savunmaz. Ama ortada bir tehdit yok. Varsa da kamuoyuna açıklansın, herkes görsün. Oysa yapılan şey, bir yorumun siyasi gözlükle okunarak cezaya dönüştürülmesidir. Bu hukuk değildir; bu, hukukun araçsallaştırılmasıdır.
İktidarın son yıllarda geliştirdiği en etkili yöntemlerden biri bu: Eleştirel her sözü düşmanlık, hakaret ya da tehdit olarak yorumlamak. Bu yöntemle sadece gazeteciler değil, sanatçılar, akademisyenler, hatta sosyal medyada paylaşım yapan gençler bile hedef haline getiriliyor. Amaç açık: Korku yaratmak. Konuşanı değil, konuşmayı hedef almak.
Altaylı yıllardır televizyonlarda, gazetelerde, ekranlarda düşündüğünü açık açık söyleyen bir isim. İktidar değişti, medya değişti, ama o çizgisini çok değiştirmedi. Kimi zaman sert eleştirdi, kimi zaman destekledi. Ama her zaman kendi fikrini söyledi. İşte bu, bugünkü düzenin en tahammül edemediği şey: Bağımsız durmak.
Bugünkü iktidarın aradığı gazeteci profili belli: “Reis ne derse onu tekrar eden”, eleştirmeyi değil, övmeyi meslek edinmiş bir koro. Sorularla değil, methiyelerle konuşanlar makbul. Eleştiri yapan ise ya hain ilan ediliyor ya da adliyeye çağrılıyor. Altaylı, bu düzene uymadığı için cezalandırılıyor.
Unutmayalım: Fatih Altaylı bu ülkede iktidarı da muhalefeti de çokça eleştirmiştir. Sadece Erdoğan’a değil, Kılıçdaroğlu’na, Akşener’e, Babacan’a da sert çıkışlar yapmıştır. Bu, onun tarafsız olduğunun değil, özgür bir birey olduğunun göstergesidir. Ne yazık ki, bugün bu özgür bireyler hedef tahtasına konulmuş durumda.
Bu gözaltı sadece Altaylı’ya yapılmış bir müdahale değildir. Bu, aynı zamanda Türkiye’de fikir beyan etme hakkına, eleştiri yapma kültürüne ve özgür düşünceye karşı yapılmış bir baskı girişimidir. Bu ülkede artık gazeteciler, “Acaba bunu söylersem başıma bir şey gelir mi?” diye düşünmek zorunda bırakılıyor. Oysa gazetecilik korkarak değil, cesaretle yapılır.
İktidar çevreleri, her olayda olduğu gibi burada da kamuoyunu etkilemeye çalışıyor. “Bakın tehdit etmiş”, “Devlete karşı konuşmuş” gibi manipülasyonlarla gerçeğin üzeri örtülüyor. Oysa ortada hukuki bir tehdit değil, siyasal bir rahatsızlık var. Altaylı’nın sözleri hukuken incelenmek isteniyorsa, hukuk zemininde yürüsün. Ama bu süreç bir gece operasyonuna dönüştürülüyorsa, burada hukuk değil, gözdağı vardır.
Türkiye, basın özgürlüğü sıralamalarında yıllardır dibe demir atmış durumda. Her yıl onlarca gazeteci gözaltına alınıyor, yargılanıyor, işsiz bırakılıyor. Medya büyük oranda iktidarın denetimine girmiş durumda. Bu ortamda Altaylı gibi bağımsız gazetecilerin varlığı daha da değerli hale geliyor. Ama işte o bağımsız sesler birer birer susturuluyor.
Kuşkusuz, Altaylı yalnız değil. Onunla aynı kaderi paylaşan yüzlerce gazeteci, yazar, akademisyen var. Ama bu durumun normalleşmesine izin vermemek gerek. Her gözaltı, her soruşturma, her cezalandırma, toplumu biraz daha sessizliğe alıştırıyor. “Bana bir şey olmasın” korkusuyla susan bir toplum, zamanla özgürlüklerini kaybeder.
İfade özgürlüğü, demokrasinin temel taşıdır. Eleştirinin olmadığı bir ülkede ilerleme olmaz. Gazeteci susarsa, halk da susturulur. O nedenle Altaylı’nın gözaltına alınması sadece bir hukuki mesele değil, toplumsal bir meseledir. Bu olay, sadece bir cümleden ibaret değildir. Bu olay, fikir beyan eden herkesin başına gelebilecek bir tehdittir.
Buradan yetkililere bir çağrıda bulunmak gerekir:
Eleştiriden korkmayın. Fikirle mücadele fikirle yapılır, cezayla değil. Basını düşman görmekten vazgeçin. Demokratik bir toplumda, güçlü iktidarlar eleştiriyi baskılamaz, tam aksine onunla yüzleşmeyi göze alır.
Fatih Altaylı’nın gözaltı süreci derhal hukuki sınırlar çerçevesinde, şeffaf bir şekilde yürütülmeli ve adalet duygusu zedelenmeden sonlandırılmalıdır. Aksi takdirde, bu gözaltı bir bireyin değil, tüm toplumun vicdanında mahkûm olur.
Hiçbir kötülükten, hiçbir zarardan, hiçbir hukuksuzluktan, hiçbir yoksulluktan sorumlu değilmiş gibi davranan biri var bu ülkede.
Sanki bu ülkenin başına meteor düşmüş de o da mağdurmuş gibi konuşuyor.
Ağır abi rollerinde.
Omuzlarını hafifçe düşürmüş, dudaklarının kenarına sahte bir ciddiyet yerleştirmiş.
Hukuktan bahsediyor.
Adaletten dem vuruyor.
Yargıya müdahale edilmediğini iddia ediyor.
Ülkede hukuk varmış gibi yapıyor.
Oysa ülkede hukuku yerle bir eden, hâkimleri birer memura çeviren, savcıları biat ettiren kendisi.
Oynadığı bu oyun yıllardır sahnede.
Halk açken, yoksullukla boğuşurken o lüks makam araçlarında, koruma ordularının eşliğinde şov yapıyor.
Hayat pahalılığıyla inim inim inleyen milyonlara, tasarrufun faziletinden bahsediyor.
Ama kendisi üç uçakla, beş sarayla, sınırsız harcamayla yaşıyor.
Yoksulluğun kaynağı kendisi.
Fakirliğin sebebi kendisi.
İnsanlar çöpten yiyecek toplarken “ekonomimiz şahlanıyor” diyor.
Bu ülkede biri var…
Her felaketin ardından kameraların karşısına geçip sanki bir uzaylı saldırmış gibi konuşuyor.
Deprem oluyor, insanlar enkaz altında kalıyor, günlerce yardım gitmiyor, ama kendisi yine mağdur.
Savaş çıkıyor, sınırlarımız kevgire dönüyor, ama o yine mazlum.
Her şeyin sorumluluğundan kaçıyor.
Kendine hiçbir şey kondurmuyor.
O, sadece “iyiliklerin mimarı”, “zaferlerin lideri”, “milletin adamı.”
Ama işte gerçekler acıdır.
Bu ülkenin mahvolmuş eğitim sistemi onun eseridir.
Yandaşlar eliyle tarumar edilen doğa onun izniyle yok edilmiştir.
Şirketlere peşkeş çekilen ormanlar, imara açılan kıyılar, maden şirketlerine teslim edilen yaylalar onun döneminde talan edilmiştir.
Bütün bunlar olurken o sessiz kalmadı; tam tersine yönetti.
Hukukun içini boşalttı.
Mahkemeleri dönüştürdü.
Bağımsız yargı hayal oldu.
Artık herkes bilir: Kimse bağımsız bir yargıçtan adalet bekleyemez.
Çünkü yargıçlar onun gözünün içine bakıyor.
Herkes bilir: Kararlar önceden yazılır.
Herkes bilir: Kimin tutuklanacağına, kimin serbest bırakılacağına mahkemeler değil, o karar verir.
Ve sonra da kalkıp “Türkiye bir hukuk devletidir” diyerek gözümüzün içine baka baka dalga geçer gibi konuşuyor.
Bu ülkede biri var…
Sokakta üç çocuklu bir annenin pazar filesi boşken, markette vatandaşın eli etikete gidip geri dönerken, köylü mazot fiyatından tarlasını süremezken, işçi asgari ücretle yaşamaya çalışırken, memur kredi kartı borcuna batarken, o çıkıp “dış güçler, lobiler, faiz lobisi” hikâyeleri anlatıyor.
Oysa ne dış güç var, ne başka bir masal.
Halkı sömüren bizzat kendisi.
Zengini daha zengin eden sistemi kuran kendisi.
Milyonları yoksullaştıran politikaları uygulayan kendisi.
Bir de çıkıp milletin “beka”sını düşündüğünü söylüyor.
Halbuki memleketi kendi bekası için yakıyor.
Her seçim dönemi “ya ben, ya kaos” diyerek tehditler savuruyor.
Devleti kendisiyle özdeşleştiriyor.
O giderse sanki ülke çökecekmiş gibi bir korku pompalanıyor.
Bu ülkede biri var…
Muhalefeti düşmanlaştıran, herkesi terörist ilan eden, farklı düşünen herkesi vatan haini ilan eden biri.
Medya onun elinde, yargı onun elinde, kolluk kuvvetleri onun emrinde.
Ama hâlâ “mağdur” pozlarında.
Bir zamanlar “kimsesizlerin kimsesi”yim diyordu.
Şimdi ise kimsesizleri unutan, sadece kendi çıkarını düşünen bir yöneticiye dönüştü.
Artık kimse bu tiyatroyu yemiyor.
İnsanlar aç, işsiz, umutsuz.
Sarayın duvarlarından dışarıya halkın çığlığı ulaşmıyor.
Ama o hâlâ sahnede, aynı rolü oynuyor.
Sanki hiç o değilmiş gibi.
Sanki bu çöküş onunla ilgisizmiş gibi.
Sanki yirmi küsur yıldır ülkeyi o yönetmiyormuş gibi.
Bu ülkede biri var…
Kendisini halktan üstün gören, halka hesap vermeyen, eleştiriyi ihanet sayan, adaleti ayaklar altına alan, korkuyla iktidarını sürdüren biri.
Ama bilsin ki korku iktidarları kalıcı değildir.
Gerçekler ne kadar bastırılırsa bastırılsın, gün gelir taşar.
Ve o zaman kimse, “ben sorumlu değilim” diyemez.
Çünkü bu ülkede her kötülüğün ardında biri var.
Ve o biri artık herkesin bildiği biri.
Ne büyük bir medeniyetiz ki, bin yıllık zeytin ağaçlarını kesip yerine maden sahası açıyoruz. Üstelik bunu bir “kalkınma hamlesi” diye pazarlıyoruz. Ne ileri görüşlüyüz ki, doğayı yok ederek geleceği inşa ettiğimizi zannediyoruz. Tebrikler! Artık bereketli Anadolu topraklarında zeytin değil, cehennem çukuru yetişiyor.
Hükümet yine şaşırtmadı. Ne zaman bir şey güzelse, yaşanabilirse, halka faydalıysa, hemen göz dikiyor. Gözünü topraktan, ağaçtan, sudan ayırmayan bir rant zihniyetiyle karşı karşıyayız. Doğa düşmanı değil, adeta doğa celladı olmuş bir yönetimle karşı karşıyayız. Zeytinlikleri maden şirketlerine peşkeş çekerken, bir yandan da utanmadan “yerli ve milli” diyebiliyorlar. Yerli olan zeytin, milli olan toprak ama dertleri ne yerli, ne milli. Dertleri sadece yandaşlara yer açmak.
Bu iktidarın doğayla kişisel bir husumeti var. Ağaç görünce kesmek, toprak görünce satmak, dağ görünce delmek istiyorlar. Zeytin ağacını görüp de “Buraya bir maden ocağı açsak nasıl olur?” diyen bir akıl, bu ülkenin doğasını değil, yalnızca cüzdanını düşünüyor demektir. Ve ne yazık ki bu akıl, bugün devleti yönetiyor.
Zeytin ağaçlarını koruyan yasalar mı var? Hiç sorun değil. Yönetmelik değiştirirler. Mahkeme iptal mi etti? Bir daha ihale açarlar. Halk mı karşı çıkıyor? Jandarma gönderirler. Yeter ki bir yandaş daha ihale alsın, bir holding daha zenginleşsin, doğa batarsa batsın.
Bu ülkenin tarım politikası çökmüş. Gıda fiyatları tavan yapmış. İnsanlar pazardan zeytin alamaz hale gelmiş. Ama hükümetin derdi halkın sofrasındaki zeytin değil, zeytinliğin altındaki maden. Çünkü onların halkla işi yok. Onlar holdinglerin hükümeti. Onlar, ihalelerle beslenen bir çıkar düzeninin bekçiliğini yapıyorlar.
Akbelen’de, Kazdağları’nda, Soma’da, İkizdere’de halk direniyor. Ama devlet kimi koruyor? Şirketleri. Kimlere barikat kuruyor? Köylülere. Kimlerin önünü açıyor? Taşeronlara, rantçılara, maden baronlarına. Bu halkın vergisiyle maaş alan memurlar, bu halkı ezmekle görevli artık. Bu halkın askerini, polisini doğa nöbetçilerine karşı kullanmak… İşte çürümüşlüğün resmi budur.
Bu ülkede doğayı savunmak suç, zeytini savunmak düşmanlık. “Zeytinlikleri kesmeyin” diyorsan seni yaftalıyorlar: “Yatırıma karşısın”, “Devlet düşmanısın”, “Gelişmeye karşısın.” Hayır efendiler, siz gelişme değil, gericiliğin makine versiyonunu temsil ediyorsunuz. Siz doğayı kalkınmanın önünde bir engel sanan köhnemiş bir zihniyetsiniz.
Siz ne doğayı anlıyorsunuz, ne tarımı, ne halkı. Zeytinin ne olduğunu bilmeyen, ama altındaki altını gözüne kestiren bir görgüsüzlükle yönetiliyorsunuz. Sizin gözünüzde toprak para, su kaynak, ağaç odun. O yüzden de zeytini değil, talanı büyütüyorsunuz.
Unutmayın, doğa intikamını geciktirir ama unutmaz. Bugün zeytinlikleri maden için kesenler, yarın o madenin tozunda boğulacak. Bugün ağacı kesip “enerji” diyenler, yarın susuzluktan feryat edecek. Bu ülkenin ormanlarını, dağlarını, zeytinliklerini yok ettikçe; sadece doğayı değil, geleceği de satıyorsunuz.
Sizin vizyonunuz beton, misyonunuz rant, hedefiniz ise toprağın değil cebin büyümesi. Ama bilin ki; zeytinlik kesilince altından petrol değil, halkın öfkesi fışkıracak. Bu halk, size sadece sandıkta değil, tarihin vicdanında da hesap soracak.
Zeytin ağacı kutsaldır. Çünkü o halkındır, topraktır, barıştır. Ona kıyanlar sadece ağacı değil, bu halkın geleceğini kesmektedir. Bu zulüm, bu yağma, bu doğa düşmanlığı elbet bitecek. Ve o gün geldiğinde, ağaçların gölgesinde halk toplanacak. Bu talan düzeni tarihe “zeytin düşmanları” olarak geçecek.
Zeytine kıyanlar, tarihin lanetiyle anılacak. Çünkü doğa affetmez. Ve bu halk, hiçbir şeyi unutmaz.
Sanat, insanlık tarihinin en kadim direniş biçimidir. Mağara duvarlarına kömürle çizilen bir bizon figürüyle başlamadı her şey; aslında o çizgiler, hayatta kalma mücadelesi veren bir insanın varoluşunu haykırdığı ilk sessiz çığlıktı. İşte o günden bugüne, sanat sadece estetik bir uğraş değil, aynı zamanda insanın tarih sahnesine bıraktığı iz, düşüncesinin, çelişkilerinin ve umutlarının dışavurumudur. Ve tam da bu nedenle sanat, tarih, insan ve sosyalizm bir bütünün parçalarıdır. Bu ilişkiyi görmeden ne insanı ne de insanlığa dair büyük idealleri anlayabiliriz.
İnsanlık tarihi, sınıflar arası çatışmaların tarihidir. Toplumların gelişim süreci, ezenle ezilen arasındaki bitmeyen mücadelenin sahnesi olmuştur. Egemenler, sadece üretim araçlarını değil, düşünsel üretim süreçlerini de denetim altında tutmak istemiştir. Bu nedenle sanat, çoğu zaman ya sarayların süsü ya da halkların başkaldırısı olmuştur. Bu ikili karakter, sanatın sınıfsal yönünü gözler önüne serer. Egemen sınıflar tarafından şekillendirilen bir sanat anlayışı, gerçekliği gizler, uyuşturur. Oysa sosyalist bir sanat, insanı dönüştürür, bilinçlendirir ve özgürleştirir.
Sosyalizm, sadece bir ekonomik sistem önerisi değil; insanı insanca yaşatmayı temel alan, sömürüyü kaldırmayı amaçlayan evrensel bir dünya görüşüdür. Bu yüzden sosyalizm ile sanat arasında organik bir bağ vardır. Sosyalist sanat, toplumun devrimci dönüşümünü hedefler. Estetik sadece biçim değil, aynı zamanda içerikle bütünleşmelidir. Bir şiir, bir tablo ya da bir şarkı; sadece güzel olduğu için değil, insana ne söylediği, neyi savunduğu için değerlidir.
Bu bağlamda enternasyonal sosyalist hareketler, sanatın insanı özgürleştirme işlevini küreselleştirmiştir. 19. yüzyılda kurulan Birinci Enternasyonal ile birlikte sanatçılar, kapitalizmin insanı nasıl yalnızlaştırdığını, nasıl yabancılaştırdığını kavramaya başlamıştır. Karl Marx’ın “insan özgür olmadıkça sanat da özgür değildir” anlayışı, yalnızca ekonomi politikayı değil, sanat felsefesini de etkilemiştir. Marx’ın doğrudan sanat üzerine uzun analizleri yoktur ama onun insan merkezli düşüncesi, 20. yüzyıl boyunca sayısız sanatçıya yol göstermiştir.
İkinci Enternasyonal döneminde ise sanat, sosyalist partiler aracılığıyla örgütlenmeye başlamıştır. Örneğin Clara Zetkin, kadın sanatçıları, işçi kadınları ve yoksul halkları sanat yoluyla politikleşmeye çağırmıştır. Bu dönemde sanat, yalnızca elitlerin oyuncağı olmaktan çıkarılıp halkın gündelik hayatına dokunan bir bilinç aracına dönüşmüştür.
1917 Ekim Devrimi sonrasında Sovyetler Birliği, sosyalist sanatın kurumsallaşmasını sağlamıştır. “Sanat halk için olmalı” anlayışıyla kurulan Prolekkult (Proletarya Kültür Hareketi), işçilere kendi tiyatrolarını, şarkılarını, resimlerini üretme imkânı sunmuştur. Sokaklara taşan sanat, afişler, duvar resimleri, marşlar ve belgesel sinemalar aracılığıyla kitlelere ulaşmıştır. Sergey Eisenstein’ın sineması bu dönemin ürünüdür; “Potemkin Zırhlısı” yalnızca bir film değil, devrimin görsel belleğidir. Aynı şekilde Mayakovski, şiiri sokakta devrim sloganına dönüştüren öncülerdendir. Sanat artık yalnızca anlatmaz, harekete geçirir.
Bu devrimci sanat anlayışı, yalnızca Sovyetler’de kalmadı. Küba’da Fidel Castro devrim sonrası tüm sanatı halkla bütünleştirmeye çalıştı. Che Guevara, “Bir devrimci gerçek bir duygusal insandır” derken sanatçının rolüne de vurgu yapıyordu. Victor Jara, Şili’de gitarıyla milyonlara ulaşan bir sosyalist sanatçıydı. Onun “Te recuerdo Amanda” adlı şarkısı, aşk, emek ve ölüm üçgeninde kurulan bir halk türküsüydü adeta. 1973 darbesinde elleri kırılıp öldürülmesi, sanatın nasıl bir tehdit olarak görüldüğünün somut kanıtıdır. Ama Jara’nın şarkıları, sınırları aşarak Türkiye’de bile Grev marşlarına ilham oldu.
İspanya İç Savaşı sırasında ise enternasyonalist sanatçılar gerçek bir dayanışma örneği gösterdi. George Orwell, İspanya’da faşizme karşı savaştı ve yaşadıklarını “Katalonya’ya Selam” adlı eserinde anlattı. Pablo Picasso ise “Guernica” adlı tablosuyla faşist bombardımanın yarattığı yıkımı bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Bu eser, sanatın salt güzellik değil; acı, öfke ve hakikat olduğunu gösterdi.
Türkiye’de de sosyalist sanatçılar benzer bir yolda yürüdü. Nazım Hikmet, yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünya işçi sınıfının şairidir. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri, hem bireysel hem toplumsal özgürlüğün manifestosudur. Ruhi Su, halk müziğini sosyalist bir bilinçle yeniden üretmiş, sazı yalnızca çalgı değil, bir başkaldırı aracı olarak kullanmıştır. Yine Yılmaz Güney, sinemayı adaletsizliğe karşı bir mahkemeye dönüştürmüştür.
Bugün ise sanat, neoliberalizmin ticari baskısı altında metalaşmış durumdadır. Şarkılar algoritmalara, filmler gişe rakamlarına, kitaplar satış listelerine göre değer görmektedir. Sanatçılar, reklam panolarında ünlü markalarla poz verirken, işçiler, köylüler, göçmenler görünmez kılınmaktadır. Ancak hâlâ sosyalist sanatçılar, dünyanın dört bir yanında, grevlerde, eylemlerde, sokaklarda halkla beraber üretmektedir. Yunanistan’da Syriza döneminde, Fransa’da Sarı Yelekliler, Brezilya’da Lula, Kolombiya’da Gustavo Petro gibi liderler çevresinde oluşan sol kültür hareketleri, sanatla siyaseti enternasyonal bir düzlemde buluşturmaktadır.
Sanat, gerçek anlamda insanı insana anlatma çabasıysa, sosyalist sanat da bu anlatının devrimci şeklidir. Çünkü sosyalizm, insana dair umutları büyütür, tarihsel sorumluluğu hatırlatır ve sanatçıyı sadece izleyen değil, dönüştüren bir özne haline getirir.
Sanat tarih boyunca ya zulmün meşrulaştırıcısı ya da direnişin haykıranı olmuştur. İnsan, ezildikçe sanat bağırır; umut ettikçe sanat üretir. Sosyalizm ise bu çığlığı anlamlı bir mücadeleye dönüştürür. Sanat, tarih ve insan arasındaki bu kadim bağ, enternasyonal sosyalist hareketlerle evrensel bir yolda ilerler. Eğer insanlık, geleceğini yeniden kurmak istiyorsa; bunu estetikle, bilinçle ve kolektif bir dayanışmayla yapacaktır. Sanat, yalnızca var olanı betimlemez; olması gerekeni gösterir. Ve bu yüzden gerçek sanat, her zaman sosyalizmin yoldaşıdır.