Yıllarca önceydi: Gezip, bir kahve içmekten her zaman büyük zevk duyduğum Şirince’de geziniyordum. Artık gezintimin sonlarına doğru bir kahve içmek istedim ve biraz yüksekçe bir zeminde, beş altı basamakla çıkılabilen bir kafeye oturdum. Şirince elbette ayaklarımın altında gibiydi. Oturdum, kahvemi içerken, duvarda kimi fotoğraflara gözüm takıldı. Bilip gördüğümüz, giyiminden kuşamından bize ait olduğunu hemen hissettiğimiz insancıklar… Çalışma anında, olasılıkla bir bağda çekilmiş bir fotoğraf… Yelekli, şalvarlı köylülerimiz; kadınlı erkekli, aralarında küçük çocuklar var… Eh, her yerde karşılaştığımız bizim insanlar işte. İçlerinde biri var, çok farklı. O sandalyeye oturmuş; duruşu o denli ciddi ki, fotoğraf çekilirken son derece dik durmuş… Kahvemi getiren hanımefendiye bu resimdekilerin kimler olduğunu soruyorum: -Ailem, diyor. Dedem, babaannem, babam, amcalarım… Önde oturan küçük kız çocuğunu gösteriyor: -Bu da ben. Çok hoşuma gidiyor bu aile fotoğrafı. Öyle ya, alıp bizi geçmişe götürüveriyor. O kaşları çatık, son derece ciddi duran; herkes ayakta iken, o üzerine minder konulmuş bir taşa oturan takım elbiseli adamı soruyorum: -Bu kim, diye soruyorum. -Manoli Aksiyotis, yanıtını alıyorum. Manoli Aksiyotis mi? Bir yerlerden çağrışım yapıyor bu ad bana, kimdi ki Manoli Aksiyotis? Belleğim beni alıyor, yıllar yıllar önce okuduğum bir romana götürüyor. Bir parça yanlış yapabileceğimi de hesaplayarak soruyorum: -Bu Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı romanının kahramanı değil miydi? -Evet, o diyor. Şaşırıyorum ki nasıl! Okuduğum bu roman beni o kadar etkilemişti ki! Bir üniversite öğrencisiydim, Ankara’da, Cebeci Yurdumda, ranzamda yarı yatarak bir solukta okuduğum romandı o. Yalnızca ben değil, odamızda başkaları da okumuştu; örneğin tıp öğrencisi, arkadaşım Yaşar Metin Aksoy… Hatta romanı okuduktan sonra heyecanla aramızda tartışmıştık bile. Ancak ben roman kahramanını hemen bir çok romanda olduğu gibi düşsel bir kahraman sanıyordum. İşte yazar oturmuş, bir roman kahramanı yaratmış, ona bir kişilik vermiş; onun çevresinde olan olaylarla birlikte bir roman kurgusu yapmış, sonra da oturmuş, yazma yeteneğini kullanarak, bu romanı yazmış diye düşünüyordum.
Oysa düşsel dünyanın yansıması sandığım romanın kahramanı, şimdi gerçek bir kişilik olarak karşıma çıkmıştı. Doğal olarak çok şaşırdım ve yine gayri ihtiyari sorularımı sürdürdüm. -Pekâlâ, diyelim ki bu roman kahramanı gerçek bir kişi… Ancak burada, sizlerle işi ne?
Yanıt daha da ilginç: -Manoli yıllar sonra bize geldi, misafirimiz oldu. Allah, Allaah… Olacak şey mi? Bende şaşkınlık ve şok hali sürüyordu tabi ki, hem de katlanarak. -Hanımefendi, bir roman kahramanı kalmış ve size gelmiş olsun; ama niçin? Niçin size geldi de konuğunuz oldu? Hanımefendinin gözleri buğulandı, sesinin tonu titredi ve şunları dedi: -Manoli Şirinceli’dir. Biz de Mübadiliz. Manoliler’den kalan topraklar mübadeleden sonra bizlere verilmiş, Yunanistan’da bıraktığımız topraklara karşılık olarak. Manoli mübadelede gitmiş; ancak Şirince’yi hiç unutmamış. Yıllar sonra, yaşı oldukça ileri bir düzeye gelmişken, Şirince’de topraklarına kimlerin yerleştirilmiş olduğunu merak etmiş; Şirince muhtarına bir mektup yazmış. Mektup muhtara gelince, muhtar da almış, amcam Erdem Dağlı’yı bulmuş, mektubu ona vermiş. Sonra amcam ve babam Aydın Dağlı Manoli ile mektuplaşmaya başlamışlar. Aradan yıllar geçtikten sonra Manoli kalkmış, geleceğini ailem hiç bilmiyormuş, aniden Şirince’ye gelmiş. Gelince de bizde konuk olmuş, bir aya yakın. İşte bu fotoğraf o günlere aittir. Ben de o zamanlar çocuktum; hayal meyal hatırlıyorum Manoli’yi. Bu gördüğünüz resim, o günlere aittir. Burası bizim bağımız; Manolilerin de eskiden bağı olan yer. Orada bu resmi topluca çekinmişiz.”
Şaştım, şaşırdım ki nasıl! Ve artık bende bir heyecan; bu iş burada kalmamalı deyip, Hanımefendiyle söyleşi yapmak üzere sözleşerek, kendisinden izin istedim. Aradan bir hafta kadar geçti; elimde triport, bir kamera ile hanımefendiyle sözleştiğimiz günde, kafede buluştuk, yanımda iki genç öğrenci. Ve uzun bir söyleşi yaptık. Söyleşiler orada kalmadı, zamanla başka kişileri de içine alarak sürdü. Bir romanın kahramanı olan Manoli ile yıllar sonra sanki Şirince sokaklarında karşılaşmıştım; yeni bir öykünün kahramanı olarak, beni de yaşadıklarının içine çekmeye başlamıştı. !Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler diyerek, ben de bu gizemli öykünün bir biçimde içinde yer almıştım.
Sayalım: Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918 günü imzalandı. Özellikle İngilizler durmuyor. Fırsat buldular ya; Anadolu’da iletişim ve ulaşım noktalarını tek tek işgal ediyorlar. Adamlar hınzır! Derhal gözlerini güney illerine diktiler. İlk kurşunu, Urfanın, Maraş’ın yiğit halkından yediler… Sıkmadı; işi Fransızlar’a bıraktılar. Sonra tabiki ilerleyen zaman içinde, İstanbul’un işgali ve örneğin Beyoğlu Karakolu baskını. Ve Türk yurtseverlerinin İngiliz işgaline karşı, yer altı örgütlenmesi… Akbaş cephaneliği baskını a hatunum, Akbaş… Hatırla. Etti mi 1? İki zaten içinde 1’in: Fransızlar. Sütçü İmamı, Karayılanı, Şahin Bey’i; çok kızacaksınız ama bir ismi daha hatırlatayım: Kılıç Ali’nin yiğit direnişini ve müfrezesini hatırlayıverin.. Geldik 3’e… Yunanlılar. Sayalım mı ne yaptılar? Gerek yok bence. Sadece Yunan askerinin ırzlarına geçen binlerce Anadolu kızının, onurlarını korumak için kendilerini evleri ateşe vererek yaktıklarını hatırlayın; belki yüzünüz kızarır… Dördüncü sırada Amerika var. Şaşırdınız değil mi? Evet, evet… Yunan askeri İzmir’e çıkmadan bir gün önce, Amerikan askerleri öteki adaşlarıyla İzmir’e çıktıı. Nokta nokta, göz göz, kritik yerleri işgal ettiler. Niye mi? Yunanlılar, zorluklarla karşılaşmasın diye. Örnek: İzmir’in Yenikale’si… Aaa, hayret, sanırım duymamıştınız. Onu bırakın, topal ve kötürüm haliyle Wilson, piknik yapmaya mı gelmişti Paris’e? Derdi, Türkler’i nasıl uyuturuzdu. O nedenle, İzmir işgal edildiğinde, valilik binasından Amerika bayrağı da sarkar: Çünkü Amerika askeri İzmir’dedir de ondan. Sanırım beşe geldik: İtalyanlar… Kuşadası’ndan Antalyaya’ya. Piknik alanlları çok genişmiş canım… Altıncı sırada Ermeniler var: Gümrü Harekatı boşuna yapılmadı. İlk anlaşmasıdır meclisin. Hani Atatürk’ü küçültmek için yüceltiyorsunuz ya; yüceltmenize gerek yok, zaten büyük adam, Kazım Karabekir’in kemikleri sızlayacak… Yedi’ye geldik… Buldum: Pontus Rumları ve çeteleri. Balık ve Piç İlya… Gördükoğlu Simon… Ayy; gerçekten yedi düvel varmış… Ellisinden sonra Tarih’e yöneldin ya; olsun; yaş altmışa yaklaştı. Çekiliver evine, pasta börek yap; ama bir öneri: Sakın tarihçiliğin gibi olmasın pastan ve böreğin. İyi haftalar herkese…
Tek çözüm, Anadolu’da görülüyordu. iraladığı evde, yakın silah arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış; kimi zaman kendisi onları ziyaret etmiş, yurtsever subayların destek vermesiyle, milleti örgütleyerek, işgalcilere karşı bir bağımsızlık hareketine girilmesi gerektiğini düşünüyordu. Zaten, Anadolu’nun işgal girişimlerine karşı kaynadığı haberleri kulaklarına kadar gelmekteydi. Bir ulusal diriliş yaşanıyordu. Sultan ve Halife, İtilaf ve Hürriyet Cemiyeti ile Damat Ferit’in elinde bir oyuncak durumuna düşmüştü.
Hayır, hayır… Ondan bir çare geleceğini düşünmek yanlıştı.
O günlerde Süleymaniye’nin sokaklarından birinde gizli bir görüşme daha yaptı. Gittiği ev hoş bir evdi. O eve yöneldiğinde, hiçbir davete gerek kalmadan doğrudan kapıyı çalabileceğini biliyordu. Yas içindeki İstanbul’da, sanki puslu, yapış yapış bir hava her yanı sarmış gibiydi. Süleymaniye’nin aka sokaklarında kapısını çaldığında kendisini karşılayacak arkadaşının gülümseyen yüzüyle karşılaşacağını biliyordu. O’nun samimiyetinden, kişiliğinden, yurtseverliğinden hiçbir kuşku duymuyordu. Derken, aradığı evi buldu. Kapıyı çaldı. Evde hizmetçilik yapan bir kız koşarak geldi ve kapıyı açtı.
Mustafa Kemal; gülümseyen bir yüzle, İsmet’i soruyor ve onun ziyaretine geldiğini söylüyordu.
Hizmetçi kız koşarak içeri girdi. İsmet’e, Mustafa Kemal Paşa adlı birinin kendisini ziyaret için geldiğini haber verdi. İsmet Bey sabahın erken saatlerinde kapısına gelen konuğunu karşılamak için henüz hazır değildi. Yeni kalkmış, giysilerini henüz giymemişti. Mustafa Kemal Paşa gibi yakından tanıdığı, uzunca zamandır gizli gizli temas kurduğu birinin karşısına bir asker gibi çıkmak gerektiğini düşünüyordu. Hızla giyinmeye başladı.
Bu arada kapıya koşan hizmetçi kıza Mustafa Kemal Paşa, kendisinin salona alınmasını; İsmet’i orada beklemek istediğini söyledi. Konuğun bu isteğini yerine getiren hizmetçi kız, onu evin salonuna aldı. Mustafa Kemal Paşa, nasılsa salona geçip, beklemeye başladığında, İsmet’in de hazır olup geleceğini düşünüyordu.
Derken salonun kapısı açıldı. İsmet, cin gibi gülümseyen gözleriyle Mustafa Kemal Paşa’ya bakıyordu. Bir yandan paşasını öpüyor, öte yandan; “Ne haber; bu ne baskın?” diye şaşkınlığını belirten sorular soruyordu. Kemal, İsmet Bey’i kucakladı. İsmet’in onca oturup, bir kahve içmelik an yaratmasını rica etmesine karşın Kemal, zamanının çok dar olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyordu.
Gitmek ha!
Nereye? Nasıl?
Kemal, Anadolu’da görevlendirildiğinden söz etti.
Kendisine verilen görevin ne olduğunu anlattı.
Kendisine verilen görev; evet…
Ancak, ya onun yapmak istedikleri?
İsmet Bey’le vi kimi başka asker arkadaşlarıyla sık sık görüşerek, neler yapılabileceğini değerlendirirken, İsmet Paşa’yla göz göze geliyorlardı. Gözler, kimi zaman sözlerden çok daha etkili biçimde duyguları anlatmak için etkiliydi. Çok konuşmasalar da; Anadolu’da neler yapmak istediklerini biliyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, arkadaşı İsmet Paşa’nın ellerini tuttu, avuçlarının içine aldı. Gülümseyerek, ayrılması gerektiğini söyledi ve ayağa kalktı. İsmet Bey, hala ellerini avucu içine alıp, muhabbetle sıkmakta olan paşasına yine gülümseyerek; biraz daha konuşsaydık, diyebildi.
Yok, yok; hayır! Tedbirli olmak her zaman önemliydi. Adım adım izlendiklerini; subaylardan kuşkulanan jurnalcilerin her an hükümete jurnalde bulunduklarını biliyorlardı. Gizli örgütün kendisini izlediğinden kuşkulanan Mustafa Kemal Paşa, bir iki gün daha İstanbul’da kalacağını; bu süre içinde olabildiği kadar birbirleriyle görüşmemek üzere tedbirli olmasını rica etti. Bu yalnız İsmet Bey’e karşı değil, İstanbul’da kaldığı süre içinde buluştuğu arkadaşları için yöneldiği bir durumdu. İsmet Paşa, konuğunu uğurlarken; artık ne yapacağını biliyordu…
Önce Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya gidecek; İsmet bir süre daha İstanbul’daki kritik görevinde kalacak ve Mustafa Kemal Paşa’dan; “Gel!” haberini bekleyecekti…
Bu haber geldiğinde; İsmet Anadolu’ya koşacak ve Mustafa Kemal Paşa’yı o günden sonra 1920 yılının sonlarında Anadolu’ya koşup geldiğinde, İstasyon binasında görebilecekti…
Çocuğunuz sabahleyin kalksın, kahvaltısını yapsın; körpe beyni ve her şeyi algılamaya can atan zekasıyla yollara dökülsün; okuluna gitsin… Burada derhal, yüz yıl öncesine atlayalım; düş bu ya! Onu, çatık kaşlarıyla bir karış sakalı, başında sarığı, mintanı, şalvarı ile bir muallim karşılasın. Sonra çocuğunuz, öteki çocuklar gibi yere diz çökerek otursunlar. Önlerinde birer rahle… Anlamadınızsa söyleyelim; rahle, yani okumak için üzerine kitap konulan çarpraz tahtadan alet… Ve muallim, müderris, molla; her ne ise, alsa eline uzun bir çubuk ve çocukların başlarına dokunarak; onlara bu terimlerle sözüm ona geometri ya da matematik dersi anlatmaya çalışsa!
Burada hemen bir parantez açalım:
Eğer tarihimiz açısından bakıyorsak; bu sakallı ve sarıklı molla, matematik; eski adı ile “riyaziye” dersi verecek konuma gelmişse, demek ki bu aşamada bile büyük bir devrim gerçekleştirilmiştir. Çünkü bir elli yıl daha öncesine giderseniz; orada riyasize dersinin de olmadığını; bilim adına ancak dini bilgilerin okutulduğunu göreceksiniz çünkü…
Neyse geçelim…
Yirminci yüzyılın başlarında, hatta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, ana kucağından kalkıp, mektebe koşan bu Türk çocukları, matematik gibi bir çağdaş ve bilimsel eğitimin temelinde yer alan bir bilim alanında, bu kavramlarla matematiği nasıl anlayacak, içselleştirecek ve onun önemine kavrayacak? Ana kucağında ise hiç işlenmemiş, bilim yapılmamış, kaba bir Türkçe ile dimağı yoğrulmuş; beden ve ruh biçimlendirmesi buna göre yapılmış; şimdi gitmiş mektebe, Arapça’nın en ağır ağdalı bu terimleriyle matematiği anlayacak ve sonra da çağı yakalayacak ha!
Hani kimi günümüz softaları ya da molla kafalıları var; Agop Dilaçar gibi bir dil dehasını, Atatürk’ün dil devrimini gerçekleştirmesinde “akıl hocası” diye eleştirdikleri ve küçümsemeye çalıştıkları bu dahi kişinin, etnik kimliği üzerinden giderek, olayın önemini küçümsemeye çalışırlar… Dilaçar’ı eleştirileri bile, onun “Ermeni” kimliği üzerinden küçük görme duygusu ile yapılıyor.
Bu bize kimi şeyler çağrıştırmıyor mu?
Atatürk’ün ve onun ortaya koyduğu çağdaşlaşma ideolojisinin temelinde, bugün pek çok kişinin savının tersine, ırkçılık olmadığını; hangi kökten, soydan, ırktan, kabileden gelirse gelsin, herkesi ulus kimliğinde buluşturan bir anlayış olduğunu ve bu ulus bireylerinin ulusun en değerli varlıkları olarak görüldüğünü…
Evet, evet; aynen öyle…
Agop Dilaçar Ermeni ama bu ulusun, en değerli bilim insanlarından biri… Kökeni Ermeni olmasına karşın, Türk Ulusu’nun çok değerli bir varlığı ve beyni…
Lütfen sözüm ona Türkiye’nin Dil Devrimi’ni küçümseyenlerin kendi kullandıkları dili şöyle bir gözden geçirin. Ve bir yandan dil devrimini eleştirirken, öte yandan dil devriminin getirdiği sözcüklerle, meramlarını anlatmaya çalıştıklarını derhal göreceksiniz!
Ne yaman çelişki değil mi?
Hem Dil Devrimini büyük bir tarihsel kıyım olarak görüyor ve değerlendiriyorlar; sonra da Türk Dil Devrimi’nin Türkçeye kazandırdığı o “canım” Türkçe sözcükleri kullanmaktan da geri kalmıyorlar.
Buyurun beyler; 19. Yüzyıl Osmanlıcası ile konuşun; engel mi var?
Hemen bir örnek:
“Devletlü efendim hazretleri
İran devleti tebaasından ve Keldani cemaatinden olduğu halde bu kere arzu-yı vicdani ile kabul-i İslamiyet eylediği Mezâhib Nezaret-i Celilesinden verilip ibrâz ettiği ilm ü haberden müstefâd olan Abdulahad Efendi lisân-ı Türkî ile elsine-i ecnebiyyeye vâkıf ve ihtidası sebebiyle de âtıfet-i seniyyeye layık bir zat olduğundan nezâret-i celilelerine merbût mekâtibden birinin lisân muallimliği ve yahud buna mümasil diğer bir hizmetle ikdârı menût-ı himem-i aliyye-i dâverileridir efendim.
Fî 17 Rebiülevvel Sene 1323 ve Fî 9 Mayıs Sene 1321
Şeyh-ül islâm
Muhammed Cemâleddîn”
Anladınız mı?
Şimdi birileri şunu diyecek:
O zamanki insanlar anlıyordu.
Hayır, anlamıyordu. Ancak diplomasi dilini bilen, çok az sayıda seçkin bir grubun anladığı bu yazıyı, Anadolu’da ortalama bir insan kesinlikle anlamıyordu.
Çok merak ediyorum, acaba eski Türkçe’nin, yani Osmanlıca’nın kerametini savunanlar bu yazıyı anlıyorlar mı?
Geçelim.
Ve gelelim konunun en başında verdiğimiz Osmanlıca kalıpların anlamına:
İlki, eşkenar üçgen demek… Ondan sonraki “dış bükey açı”; ve ardı ardına sıraladıklarımız da; örneğin “Müselles kaimüz zaviye” “dikkenar üçgen”; “Zûerbaatül adla” “dörtgen”, Zaviyatanı mütevafikatan ise “yöndeş açılar” demek…
İşte Atatürk’ün en büyük hizmetlerinden biri, onun oturup; bugün bile kullandığımız matematikteki Arapça terimler yerine Türkçe karşılıklarını Türkçe’nin kurallarına göre türetip, bunları kullanarak bir geometri kitabı yazmasıdır. Tarih 1936’dır. Büyük Gazi, Türkçe ile pozitif bilimlerin yapılabileceğini göstermek ister. Ve bugün, bu zamandaş (ancak çağdışı) mollaların bile kullandığı geometrik terimleri Türkçeye kazandırır.
Ve bu kitap, ilk önce öğrencilere kaynak kitap olarak önerilir. Ardından da Türkiye’de geometri kitapları, türetilen bu Türkçe terimler kullanılarak yazılır.
Çok önemli olan eğitim alanında da çok şeyi biliyor ve eskiye dönme özlemi içinde tutuşuyorlar ya; ah bir de şu terimleri kaldırmayı ve yerine eski karşılıklarını koymayı deneseler…
Ah, ah…
O zaman herkes Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi’ni çok daha iyi anlardı…
Ah, ah..
Ah ki ah!
Ah bir deneseler, ah…
İşte, yalnız bu anlatılanlar üzerine bile azıcık düşünen bir kafa derhal şu yanıtı -eğer vicdanı varsa elbet- verecektir:
“Aydınlık içinde yat Atatürk… Sen gerçekten, çağları aşan, büyük bir adammışsın…”
Onca kez söyledim, bir türlü yeterince yankısı olmadı.
Yineliyeyim:
-Mübadil arkadaş!
-Bayramına sahip çık!
Hangi bayram?
Elbette ki “Kabotaj Bayramı”
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeceğim.
Mübadiller olmasaydı, 1926 yılında Türkiye Kabotaj hakkını kullanamazdı.
Ya da daha sonra, geç bir tarihte kullanmak zorunda kalırdı.
Niçin mi?
Çünkü Türkiye’nin Lozan’da elde ettiği kabotaj hakkını kullanabilmesi için yeterli gemisi yoktu.
Türkler, kendi kıyılarında kendi gemi taşımacılığını yapamıyorlardı. Bu hak bütünüyle yabancılara verilmişti.
İşte Lozan’da bu hakkı elde etti; ancak ya gemileri nerede bulacaktı?
Çünkü yüzyıllardır sivil gemicilik ihmal edildiği için ne devletin ne de Türk özel gemicilik işletmelerinin ülkenin yükünü kaldıracak oranda yük ve yolcu gemisi yoktu.
Ne oldu?
1923 yılında mübadele başlayınca, mübadele işlerini yürütmek için Mübadele Bakanlığı kuruldu.
Ve bu bakanlık, 1923 yılında kullanmak için kendisine verilen bütçesinin büyük kısmını, Seyri Sefain, yani devlet gemi işletmeciliğine vererek, yeni gemiler aldırdı.
Zira, göçmenleri taşımak için gemiye ihtiyaç vardı.
Gemiler alınınca, mübadillerin taşınmasına başlandı.
Yalnız o kadar mı?
Hayır!
Gelen her göçmenden ve yanlarında taşıdıkları canlı ve cansız yüklerden taşıma ücreti alındı.
Yetişkin kişiler için 5 tl, çocuklar için 3 tl; büyük baş hayvanlar için 1 tl, koyun ve keçiler için 400 kuruş…
Ve taşınabilir öteki yüklerinden de oranı kadar ücret…
Mübadillerin bir kısmı bu parayı tıkır tıkır ödedi, gücü olanlar elbette.
Gücü olmayanlar da devlete borçlandılar. Devlet onların adına taşıma ücretlerini karşıladı.
Ancak elbette taksitle geri almak koşuluyla…
Bu paralar ne oldu dersiniz?
Bir fonda toplandı.
Gemicilere olan borçlar ödendi, yine de bir para kaldı geriye.
Ve bu para da özel gemi işletmelerine, yabancı bandıralı gemiler almak için kredi olarak verildi.
Ve yeni gemiler alındı ardı ardına…
Böylece ülke, 1923 yılında 23 bin olan gemi tonilatosunu, 1926 yılında 80.000’e çıkarabildi.
Ve o zaman deriin bir nefes çekip:
-Oh be! diyerek, kabotaj hakkını kullanacağını bütün dünyaya ilan etti.
Bugün Kabotaj Bayramı’nın ne denli önemli olduğunu insanlar bilmiyor.
Unutmuşuz, unutturulmuş.
Ama mübadiller bunu unutamaz!
Bir ülkenin, bağımsızlığını sağlama yönünde senin alın terinin büyük bir katkısı olacak da sen bunu görmeyeceksin!