27 Mayıs 2025 Salı
Almanya'da, Türkiye'deki doğal afetler için hızlı koordinasyonun önemine işaret edildi
Hamburg Kültürlerarası Aile Birliği 10. Yılını Açık Havada Coşkulu Bir Şenlikle Kutladı
CHP´DE BIÇAK SIRTI
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
Münih ve Baden Württemberg’den sonra Kuzey Ren Vestfalya’daki Aachen Üniversitesi‘nde de yabancı öğrenciler için paralı öğrenim hazırlıkları sürüyor.
Aachen’daki Almanya’nın en büyük teknik üniversitesi, Avrupalı olmayan öğrencilerden yılda 10 bin euroyu bulan miktarlarda öğrenim harç almayı planlıyor. Ayrımcılık eleştirilerini kabul etmeyen rektörlük, bu paraların yabancı öğrencilerin daha başarılı olması için harcanacağını ileri sürüyor. Aachen’daki yabancı öğrenciler ise önümüzdeki günlerde Eyalet Meclisi’nin de gündemine gelecek yasa değişikliği hazırlıklarını protesto ediyorlar.
Almanya’nın çeşitli mühendislik dallarında dünya çapındaki üniversitelerinden “RWTH Aachen“, Münih Teknik Üniversitesi’nde (TUM) olduğu gibi yabancı öğrencilerden büyük miktarda öğrenim harcı almaya hazırlanıyor.
Kısa adı “RWTH Aachen“ olan “Aachen, Ren Westfalya Yüksek Teknik Okulu“ yönetiminin bu konudaki teklifleri kabul edilirse Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan ülkelerden gelen öğrencilerin ödemesi gereken öğrenim harçları önümüzdeki dönemde sömestir başına en az 3.000 euro olacak ve bazı bölümlerde bu rakam 5.000 euroyu bulacak. Kısa bir süre önce Bavyera eyaletinin başkenti Münih‘teki TUM’da başlatılan uygulamada ise AB dışından gelen yabancı öğrencilerden her sömestir için 2.000-6.000 euro arasında öğrenim harcı alınıyor. Baden Württemberg eyaletinde de 2017 yılından bu yana devlet üniversitelerindeki AB üyesi olmayan ülkelerden gelen öğrencilerden alınan sömestir harcı 1.500 euro.
Öğrencilerden bir bölümü için üniversiteyi fiilen “paralı“ hale getiren bu uygulama, “ırkçılık“ ve “fırsat eşitliğinin açık ihlali“ olarak eleştiriliyor. Ailelerinin desteğinin yanısıra çeşitli işlerde çalışarak öğrenimlerini sürdürmeye çalışan binlerce dar gelirli öğrencinin bu harçları ödemelerinin mümkün olmadığı, bu nedenle Almanya’daki öğrenimlerini bırakmak ya da üniversite değiştirmek zorunda kalabilecekleri ileri sürülüyor.
Bütün bunların Almanya’da son yıllarda giderek yaygınlaşan göçmen karşıtlığının ve neo liberal eğilimlerin bir sonucu olduğunu belirten öğrenciler, eğitim bütçelerinde yapılan kesintilerin neden olduğu sorunların yabancı öğrencilerden alınacak harçlarla giderilemeyeceğine işaret ederek, bu uygulamadan vazgeçilmesini talep ediyorlar.
REKTÖRLÜĞE GÖRE HARÇLAR YÜKSEK DEĞİL
140’a yakın ülkeden 14 binden fazla yabancı öğrencinin öğrenim gördüğü RWTH Aachen’ın (toplam öğrenci sayısı yaklaşık 45 bin) yönetimi ise tüm eleştiri ve protestolara rağmen bu konudaki planlarını savunuyor. Özellikle “ırkçılık“ eleştirilerinden rahatsız olan rektörlük bu uygulamanın yabancı öğrencilerin lehine olacağını, onların daha başarılı olması için koşulları iyileştirmeyi hedeflediklerini ve bu amaçla yapılacak harcamaların karşılanması için zorunlu olduğunu belirtiyor. Sözkonusu harçların diğer ülkelerdekinden çok daha düşük olduğunu savunan rektörlük, bu öğrencilerden bir bölümünün öğrenim ücretlerini ödeyebilmek için burs alabileceklerini ve harçların yükseltilmesi nedeniyle üniversiteye başvuruların azalacağı öngörülerinin de gerçekçi olmadığını ileri sürüyor.
Rektörlüğün bu konuyla ilginç tezlerinden biri de özetle şöyle: RWTH Aachen’daki eğitimlerini bitiren öğrencilerin çoğunluğu Almanya’da kalıp, çalışmayı hedefliyor. Bunların Almanya’da yüksek ücretle iş bulma olanakları oldukça yüksek. Dolayısıyla öğrenim sırasındaki harçları ödemek için aldıkları borçları rahatlıkla geri ödeyebilirler.
Öte yandan RWTH Aachen’da halen öğrenim gören 14.500 yabancı öğrencinin yüzde 80’ini (yaklaşık 11.500) ve önümüzdeki yıllarda burada öğrenim görmeyi hedefleyen öğrenci adaylarını etkileyecek olan bu uygulama için üniversite yönetimiyle Kuzey Ren Vestfalya (NRV) Eyaleti Kültür ve Bilim Bakanlığı arasında görüşmelerin sürdüğü öğrenildi. Bakanlığın Eyalet Yüksek Öğrenim Yasası’nda bu uygulamaları içeren ve “deneme amaçlı“ olduğu açıklanan değişiklikleri temmuz ayında Eyalet Meclisi’ne sunması sözkonusu. Uzun yıllar sosyal demokrasinin çoğunlukta olduğu NRV eyaleti 2017 yılından bu yana CDU (Hıristiyan Demokrat Birlik) ağırlıklı koalisyonlar tarafından yönetiliyor. İlk beş yıl liberal parti FDP’yle koalisyona giden CDU, 2022 yılından bu yana Yeşiller’le birlikte eyaleti yönetiyor. Paralı öğrenimle ilgili yasal hazırlıklarda son sözü söyleyip, konuyu Eyalet Meclisi’nin gündemine taşıyacak olan Kültür ve Bilim Bakanlığı‘nın başında CDU’lu politikacı Ina Brandes yer alıyor. Yardımcısı da yine aynı partiden Bakanlık Müsteşarı Gonca Türkeli-Dehnert.
“Harçlara Karşı Öğrenciler“ (SAF – Students Against Fees) platformu olarak protestolarını çeşitli yollarla sürdüren öğrenciler, protesto yürüyüşleriyle, bilgilendirme etkinlikleriyle bir yandan bu uygulama kapsamında olmayan diğer öğrencilerin, diğer yandan da Eyalet Meclisi’ndeki milletvekillerinin dikkatini çekmeye, desteklerini almaya çalışıyorlar. Muhalefetteki SPD’nin ve artık bu eyalet meclisinde temsil edilmeyen Sol Parti’nin (Die Linke) desteğini alan öğrenciler, Hıristiyan demokratlarla birlikte eyalet hükümetinde yer alan Yeşiller partisine de çağrıda bulunup, bu konudaki yasa değişikliği hazırlıklarına karşı çıkmalarını talep ediyorlar.
Bir süre önce internet ortamında “Eğitim bir meta değil, temel bir haktır!“ başlığı altında başlatılan imza kampanyası da devam ediyor. Öğrenciler bu arada gerekli sayıda imza toplayarak Üniversite Öğrenci Kongresi’ni olağanüstü toplantıya götürmeyi, tüm öğrencileri temsil eden bu kurumun da desteğini almayı hedefliyorlar. Üniversitedeki SPD’li Öğrenciler Grubu da “mali koşullardan bağımsız olarak herkese açık özgür ve eşitlikçi bir yüksek öğrenim“ talebini içeren bir toplu dilekçeyle rektörlüğün planlarına karşı çıkıyor. Aachen’de SPD örgütlenmesinin önde gelen isimlerinden ve önümüzdeki eylül ayında gerçekleştirilecek yerel seçimlere partisinin büyükşehir belediye başkanı olan Michael Servos da geçen nisanda öğrencilerin gerçekleştirdiği protesto yürüyüşüne bizzat katılarak destek vermiş ve paralı öğrenim hazırlıklarını “ırkçılık“ ve “aptallık“ olarak değerlendirmişti. Yine aynı eyleme katılan Sol Parti Federal Milletvekili Fabian Fahl da bu konudaki hazırlıkları ağır bir biçimde eleştirmişti.
Protestolar sırasında dile getirilen bir diğer husus da şimdilik sadece RWTH Aachen’ı kapsayan “paralı öğrenim“ uygulamasının ileride eyaletteki diğer üniversiteler için bir ön hazırlık olduğu ya da bunun diğer üniversite yönetimlerini de benzer taleplerde bulunmaya teşvik edeceği yolunda.
Almanya’da üniversite parasız mı?
Alman devlet üniversiteleri eğitim düzeyindeki üstün kalitenin yanısıra, “parasız“ oldukları için Türkiye gibi birçok ülkeden öğrenciler tarafından öncelikle tercih ediliyor. Almanya’daki yüksek öğrenim büyük ölçüde eyalet hükümetlerinin sorumluluğu altında. Üniversiteler ve yüksek okullar bulundukları eyaletlerin yüksek öğrenimle ilgili yasalarına bağlılar. Üniversite yönetimleri özerk ancak öğrenim harçları gibi konularla ilgili yasa ve yönetmelikler eyalet hükümetlerinin sorumluluğu altında. Devlete ait tüm üniversite ve yüksek okullarda eğitim parasız. Yerli, yabancı tüm öğrenciler her sömestir sadece 150-300 euro civarında dönem katkı payı (Semesterbeitrag) ödüyorlar. Öğrenciler böylece ücretsiz toplu taşıma, üniversite kantinlerinde indirimli yemek, ücretsiz internet gibi çeşitli hizmetlerden yararlanıyorlar.
Bu sistemin iki istisnası var: Baden Württemberg eyaletindeki devlet üniversitelerinde 2017 yılından bu yana, Bavyera eyaletindeki Münih Teknik Üniversitesi‘nde de geçen dönemden itibaren AB dışı ülkelerden gelen öğrencilerden öğrenim harcı alınıyor. Şimdi Aachen da bunlara katılmaya hazırlanıyor. (Baden Württemberg’deki öğrenim harcı Münih ve Aachen’a göre biraz daha düşük – 1500 euro).
Almanya’da devlet üniversitelerinin diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi tüm öğrenciler için paralı hale getirilmesi de zaman zaman gündeme geliyor. Bu öneriler her defasında “eğitimde fırsat eşitliği“nin ağır biçimde ihlali olarak eleştirilerek, sert tepkilerle karşılaşıyor. Artık bir gelenek haline gelmiş “parasız yüksek öğrenim“i savunanlar halen çoğunlukta. Örneğin 17 yıl önce Hessen‘de hükümete gelen CDU (Hıristiyan Demokrat Birlik) eyaletteki üniversiteleri paralı hale getiren bir yasa çıkarmayı başardı. Ancak başta öğrenciler olmak üzere, muhalefet partilerinden sendikalara geniş bir kesimin yoğun tepkileriyle karşılaştı. Bir sonraki seçimlerde eyalet meclisindeki mutlak çoğunluğu kaybeden CDU paralı öğrenimden vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Rektör: Tepkiler duygusal
Öğrencilerinin üçte biri yabancılardan oluşan RWTH Aachen’ın Rektörü Prof. Dr. Ulrich Rudiger, konuyla ilgili olarak basına yaptığı açıklamalarında öğrencilerin yeni uygulamaya karşı “duygusal“ tepki gösterdiğini ve konuyla ilgili tartışmayı “aşırı sert bir dille“ sürdürdüğünden yakınıyor, “ırkçılık“ suçlamalarının kabul edilemez olduğunu belirtiyor. AB dışından gelen yabancı öğrencilerin öğrenim süresinin normalden daha uzun sürdüğünü, öğrenimi tamamlamadan ayrılanların ve öğrenim döneminde psikolojik desteğe ihtiyaç duyanların sayısının çok fazla olduğuna işaret eden Prof. Rudiger, bu öğrencilerin daha başarılı olabilmeleri birtakım iyileştirmelere gitmek istediklerini, bunun için de öğrenim harcı almaya karar verdiklerini belirtiyor. Rektörün sözünü ettiği iyileştirme önlemlerinin başında yeni öğrenci yurtları, yabancı öğrenciler için danışma, psikolojik yardım hizmetleri yer alıyor. Son on yılda üniversitede öğrenim gören yabancı öğrenci sayısının ikiye katlandığını vurgulayan Rektör, sözkonusu iyileştirmeler için paraya ihtiyaçları olduğunu kaydediyor. (RWTH Aachen’daki yabancı öğrencilerin oranı yüzde 34. Bu oran Almanya’daki tüm üniversiteler için yüzde 12.5, Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde ise yüzde 10.5).
1870 yılında Prusya Krallığı tarafından kurulan ve 10 yıl sonra teknik üniversiteye dönüştürelen RWTH Aachen, Almanya’nın en büyük teknik üniversitesi. Başta makine, metalurji, elektrik, bilgisayar mühendisliği, doğa bilimleri (kimya, fizik ve biyoloji) dallarında dünya çapındaki üniversiteler arasında yer alan RWTH Aachen’nın teknik bölümlerin dışında felsefe, işletme ve tıp bölümleri de var. Almanya’nın en büyük şirketlerinin yöneticilerinin katıldığı en iyi üniversite oylamalarında sürekli ilk sıralarda yer alıyor. Başta makine mühendisliği olmak üzere çeşitli fakülteleri de dünya üniversiteleri sıralamalarında önemli bir yerde. (QS World University Rankings, 2015’te RWTH Aachen’ı makine mühendisliği alanında dünyada 12. sıraya yerleştirdi.)
Harçlara Karşı Öğrenciler
Yabancı öğrenciler için “paralı öğrenim“ hazırlıklarının RWTH Aachen gibi uluslararası bir yüksek öğrenim merkezi olmakla övünen bir üniversiteye yakışmadığını belirten öğrenciler bunun eğitimde eşitlik ve sosyal adalet ilkelerine aykırı olduğunu belirtiyorlar.
“Harçlara Karşı Öğrenciler“ (SAF – Students Against Fees) platformunun bu konuyla ilgili açıklamalarında yer alan eleştiri ve uyarılardan bir bölümü şöyle:
Eğitimin ekonomik olanaklarına ya da kökenlerine bakılmaksızın herkes için erişilebilir bir hak olması gerektiğini savunan öğrenciler, rektörlük tarafından önerilen eğitim harçlarının yetenekli, ancak maddi olanakları sınırlı olan öğrencilere eşit fırsat kapısını kapattığını, bu öğrencileri sistem dışına iteceğini savunuyorlar.
Bu durumdan AB dışı ülkelerden gelen öğrenci sayısınında büyük bir düşüşe neden olacağı uyarısında bulunan öğrenciler, bunun hem üniversite, hem de teknik alanlarda büyük işgücü açığı olan Almanya’nın aleyhine olacağını hatırlatıyorlar.
“Paralı öğrenim“ uygulamasının Almanya’daki göçmen karşıtı siyasi gelişmelerle de bağlantılı olduğunu savunan öğrenciler, “Bu kararın, AfD gibi aşırı sağcı grupların dayattığı dışlayıcı söylemlerle örtüştüğü görülüyor. Bu harçları destekleyenlerin genellikle muhafazakâr ve göç karşıtı görüşleri paylaştıkları tesadüf değil“ diyorlar.
Yabancı öğrencilerin öğreniminin daha uzun sürmesinin, diğerlerine göre daha sık bunalıma girmelerinin, üniversiteyi bitirmeden ayrılanların sayısının çok olmasının esas olarak entegrasyon sürecinde karşılaştıkları sorunlardan kaynaklandığı belirten öğrenciler, öğrenim harçlarının artırılmasıyla bunlara karşı çözüm bulunamayacağını savunuyorlar.
Gürsel Köksal/Frankfurt
Federal Almanya’da yaşayan ve son verilere göre 4 milyonu aşkın olduğu düşünülen “Türkiye kökenli nüfusun” bu ülkedeki kalıcılığının ve entegrasyonunun önemli bir göstergesi onların içinden çıkan iş insanlarının dinamizmi.
İnşaattan, ara sanayiye ve gastronomiden eğitime çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren kadın-erkek iş insanlarının sayısının 80 bini geçtiği ve yarım milyona yakın insana istihdam yarattıkları biliniyor.
Türkiye kökenli iş insanları, kurdukları çeşitli meslek örgütleriyle yıllardır bir yandan kendi aralarındaki ilişki ve dayanışmayı artırmayı, üyelerinin devlet organlarıyla ya da diğer meslek örgütleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışıyorlar. İçinden çıktıkları ya da temsil ettikleri Türkiye kökenli topluma yönelik sosyal ve kültürel etkinlikler düzenleyen ya da bu alandaki çalışmaları destekleyen, bu alanda enerji sarf eden örgütler de var. Böylece Almanya’ya yaklaşık 65 yıl önce işçi olarak kafileler halinde gelmeye ve daha doğrusu göç etmeye başlayan Türkiye kökenli göçmenler, kurdukları sivil toplum örgütleri üzerinden bu ülkede artan ırkçılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığına karşı direnişin de bir parçası oluyorlar.
HESSEN’DEKİ “TÜRKİYE EKONOMİSİ”
Almanya’nın Hessen eyaletinde faaliyet gösteren iş insanları tarafından kurulan aktif örgütlerden ATİYAB (Almanya Ticaret ve Yatırım Birliği – Hessen) bütün bu özellikleri taşıyan bir sivil toplum kuruluşu.
Ülkenin ekonomik olarak en dinamik bölgelerinden Rhein-Main’da yıllık ciroları tahminen 20 milyon euro civarındaki 100’ün üzerinde iş insanını bir araya getiren ATİYAB, Almanya’daki diğer işveren örgütlerine göre oldukça küçük ve yeni. Ama giderek gelişiyor ve kurumsallaşıyor.
Hafta sonunda gerçekleştirilen 10’ncu yıl kutlaması da bunun bir göstergesiydi.
Bölgedeki iş insanlarının ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinden oluşan yüzlerce misafirin katılımıyla gerçekleşen görkemli kutlama, Almanya’ya Türkiye’den “misafir işçi” olarak göçen çalışkan insanlarımızın çocukları ve torunlarının ülke ekonomisine işveren olarak yaptıkları katkıların artık daha da görünür olması gerektiğinin canlı bir kanıtı oldu. Frankfurt yakınlarındaki Main Taunus Event Center’daki (Kelkheim) jübileye Hessen Eyaleti Başbakan Yardımcısı Kaweh Mansoori, Türkiye’nin Frankfurt Başkonsolosu İlknur Akdevelioğlu, Frankfurt Sanayi ve Ticaret Odası (IHK) Başkanı Ulrich Caspar, eyalet milletvekilleri Turgut Yüksel, Mürvet Öztürk (eski) ve Taylan Burcu (eski), Frankfurt çevresinden Belediye Başkanları Albrecht Kündiger, Alexander Immich ve Murat Karakaya, Frankfurt Belediye Meclisi Başkanı Hilime Arslaner ile meclis üyeleri Hüseyin Sıtkı ve Eyüp Yılmaz gibi ekonomi ve siyaset dünyasının temsilcileri de katıldı.
ATİYAB’ın Eşbaşkanları Elif Burcu Karakoç ve Hatice Çavuş, konuşmalarında özetle şu saptamalarda bulundular:
“Bundan 10 yıl önce, göçmen kökenli girişimcileri ve serbest meslek sahiplerini bir araya getiren, toplumda ekonomik olarak kök salmalarını sağlayacak ve birlikte etki yaratmalarına destek olacak bir topluluk oluşturma vizyonumuz vardı. Bugün, hem ekonomik olarak aktif, hem de toplumsal sorumluluk taşıyan, kültürler, kurumlar, siyaset ve diğer işletmeler arasında köprüler kuran özverili bir topluluğa sahip olmanın gururunu yaşıyoruz. Geleceğe gurur ve minnetle bakıyoruz ve eşit fırsatların, çeşitliliğin ve toplumsal dayanışmanın yaşandığı bir ortam için çalışmaya devam ediyoruz.”
KAÇIRILAN FIRSAT
Bakan Mansoori, Başkonsolos Akdevelioğlu, IHK Başkanı Caspar, Milletvekili Yüksel ve Meclis Başkanı Arslaner yaptıkları selamlama konuşmalarında Hessen’deki, özellikle de Rhein-Main Bölgesi’ndeki binlerce Türkiye kökenli iş insanının çeşitli sektörlerdeki faaliyetleriyle ekonomik büyümenin aktif parçası olduklarını, binlerce kişiye istihdam olanağı sağladıklarını vurgularken, aynı zamanda demokrasi ve barış içinde yaşamın çok önemli bir temelini oluşturduklarını, Türkiye kökenli göçmenlerin Almanya’daki entegrasyonunda büyük rol oynadıklarını belirttiler.
Konuşmacılar, Türkiye’yle Almanya arasındaki sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel köprüler kurulmasını sağladıklarını hatırlattılar. Rhein-Main bölgesinin ekonomik açıdan dinamik ve çok kültürlü kentleri Rüsselheim, Schwalbach ve Kelkheim’ın belediye başkanlarının yanı sıra Frankfurt çevresinde belediye başkanları Karakaya, Immich ve Kündiger de iş insanlarının katkılarını övdüler, kendi kentlerinde yatırım ve girişimlere davet ettiler.
Gecede ATİYAB için ilk aşamasından günümüze kadar emek vermiş kurucu üyelere ve derneğe katkı sunan misafirlere de teşekkür plaketleri verildi.
ATİYAB’ın genç ekibinden, hukukçu Dila Pınar’ın başarılı moderasyonuyla gerçekleşen jübile önce ayrı ayrı, finalde de birlikte sahneye çıkan iki müzik grubunun sunumlarıyla, yaşgünü pastası ve halaylarla şenlendi.
Frankfurt’ta 2014 yılında kurulan ATİYAB’ın eşbaşkanlığını geçen şubatta gerçekleştirilen genel kuruldan bu yana Elif Burcu Karakoç (noter/avukat) ve Hatice Çavuş (yeminli mali müşavir) yürütüyor. Başta ATİYAB’ın onursal başkanları Ertan Köse ve Mustafa İlkyaz olmak üzere örgütün kurucuları da bayrağı iki güçlü kadının liderliğindeki bir yönetime devrettikleri için gurur içindeler.
Başarılı bir organizasyonla gerçekleştirildiği gözlenen kutlama, katılanların özgüvenini de artırdı. Ancak Alman medyası eyalet hükümetinin ve yerel yönetimlerin aktif olarak temsil edildiği bu etkinliğe de ilgi göstermemesi birçok katılımcı tarafından “göçmen kökenli hemşehrilerin dinamizmine dair kaçırılmış bir haber fırsatı” olarak değerlendirildi.
Gürsel KÖKSAL/Hessen
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, bu kez Almanya açısından bir skandal yaşanmadan açıldı.
Fuar, bu yılki onur konuğu olan İtalya’yı temsil eden aşırı sağcı hükümetin Kültür Bakanı’nın ve tabii Alman ev sahiplerinin, bir de İtalya yazın dünyasını temsilen bir yazarın konuşmasıyla açıldı. Mussolini hayranı bir başbakanın yönettiği hükümeti temsil eden Kültür Bakanı’nın konuşması açılışa katılan davetlilerden sadece bir kişinin protestosuyla karşılaştı. Ama sonuçta “düşünce özgürlüğünün dokunulmazlığı” vurgulu konuşması alkış bile aldı. İtalya’yı temsilen diğer konuşmacı Fizikçi-Yazar Carlo Rovelli’nin “savaşları, savaşların ardındaki ekonomik çıkar kavgasını ve savaşan ülkelere silah nakliyatları”nı eleştiren ama adresi olmayan sözleri bir sorun olmadı.
Bu arada bir yanlışlığı da düzeltmek gerekiyor. Fuarı açan Elif Şafak değil. Onun, resmi açılış töreninden önce, Fuar Genel Müdürü ve Alman Yayıncılar Birliği’nin Başkanı’yla birlikte katıldığı basın toplantısını da bir çeşit “açılış etkinliği” olarak kabul etmek mümkün. Ancak asıl açılış her yıl olduğu gibi onur konuğu olan ülkenin temsilcilerinin katıldığı törenle gerçekleştirildi.
Dünyanın en büyük yayıncılık buluşmasının gerçekleştiği ve her yıl ekim ayında beş gün boyunca “fikir ve ifade özgürlüğü”nün başkenti olan Frankfurt’taki açılış kazasız belasız gerçekleşti. Ancak geçtiğimiz yılki açılışta yaşanan skandalların açtığı yaralar halen iyileşmedi. Fuarın geçen yılki onur konuğu Slovenya’yı temsilen konuşan Prof. Slavoy Zizek’in “Filistin’in tarihsel haklılığı”na işaret eden sözleri, tören sırasında, üst düzey ev sahipleri tarafından hiç de “fikir ve ifade özgürlüğü”ne yakışmayan biçimde protesto edilmişti. Ardından Filistinli Yazar Adania Shibli’nin ödül töreni “anti semitizm” suçlamasıyla iptal edildi. Frankfurt Kitap Fuarı boyunca çeşitli vesilelerle 20’nin üzerinde kitap ödülü veriliyor. Shibli’ye “Üçüncü Dünya”nın yazarlarını teşvik ve onların dünyasına dikkat çekmek için verilen “LiBeratur Ödülü” verilecekti. Organizatörler yaptıklarından pişman olmuş olacaklar ki, daha sonraki bir tarihte tören düzenleyerek ödülü Shibli’ye teslim etmeye çalıştılar. Ancak bu kez de o kabul etmedi. Bu yıl bu ödülün verilmeyeceği açıklandı. 1988’den bu yana Asya, Afrika, Latin Amerika ve Arap dünyasından, büyük yayıncıların dikkatini çekmemiş olan yazarlara verilen bu küçük ama anlamlı ödülle ilgili tartışmalar kitap fuarının “fikir ve ifade özgürlüğü”ne, “demokrasi”ye ilişkin mesajlarının lafta kaldığını, kalacağını gösteriyor.
Bu fuar kapsamında verilen Barış Ödülü’nün sahibi Amerikalı Tarihçi Yazar Anne Applebaum’la ilgili tartışmalar da bunu doğruluyor. Geçtiğimiz yıl da Almanya’daki barış hareketinin öncü isimlerinden Carl-von-Ossietzky adına verilen “Barış Ödülü”nü alan Appelbaum, Ukrayna Savaşı’nın sonlandırılması için yapılan “barış görüşmeleri” çağrılarına kesin olarak karşı çıkıyor. Aynı zamanda şu anda Polonya’daki hükümetin Dışişleri Bakanı’yla evli olan ve Polonya vatandaşlığı da olan Appelbaum’a hiç de “barışçı” olmayan bu duruşuna ve barış hareketinin itirazlarına rağmen üstüste barış ödüllerinin verilmesi, Almanya’da kültür dünyasına egemen olan atmosferin bir göstergesi.
+++
Almanya açısından sorunsuz bir açılış oldu, ama İtalya açısından durum öyle değil. Hükümetin İtalya’nın ülke dışında en tanınmış yazarları arasında yer alan Roberto Saviano’yu ülkeyi temsil edecek yazarlar listesinden çıkarması üzerine başlayan protestolar devam ediyor. Mafia üzerine kitapları nedeniyle halen polis koruması altında yaşayan Saviano‘nun Başbakan Giorgia Meloni’ye yönelik sert eleştirileri nedeniyle yazarlar heyetinden çıkarılmasını protesto eden pek çok saygın yazar, ona destek olmak için bu heyetten çekildiler. Ortak bir bildiri yayınlayarak, İtalya hükümetini sansürcülük yaparak, yazarları dışlayarak ülkedeki kültür dünyasına politik müdahelede bulunmakla suçladılar. Başta Saviano olmak üzere bu yazarların bir kısmı fuara Almanya’daki yayıncılarının davetlisi olarak katılıyorlar.
Bir taraftan ülkenin resmi katılımı, tabii bu görkemli bir biçimde oluyor. Diğer taraftan da muhalif yazarların katılım. Yani bu yılki kitap fuarını ziyaret edenlerin karşısında iki ayrı İtalya olacak. Daha önceki yıllarda Türkiye’den katılım açısından da benzer durumlar yaşanmıştı.
+++
Ekonomik zorluklar başta olmak üzere çeşitli nedenlerle Türkiye’den fuara katılım son yıllarda giderek daha küçük boyutlarda oluyor. Muhalif, bağımsız yayınevleri bir stand açarak katılmıyorlar, katılamıyorlar. Bir istisna gazetemiz BirGün. Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da BirGün, fuara kendi standını açarak, yazarlarıyla etkinlikler düzenleyerek katılıyor. Türkiye Almanya Kültür Forumu’nun Alman PEN’iyle ortak standı da fuarın ülkemizden muhalif sesleri yansıtan bir diğer köşesi olacak.
Türkiye’nin resmi katılımı ise pandemi dönemi öncesinde olduğu gibi oldukça kapsamlı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Ticaret Odası’nın organize ettiği 220 metrekarelik Türkiye Ulusal Standı’nda 20 yayınevi temsil edilecek. Ayrıca kısa adı TEDA olan Türk Kültür, Sanat ve Edebiyat Eserlerinin Dışa Açılımını Destekleme Projesi kapsamında, Türkiye‘den yazarların çeşitli dillere çevrilip, basılan eserleri de sergilenecek. 2005 yılında başlatılan bu projeyle şimdiye kadar 95 ülkeden, 953 yayınevine destek verilerek, 4122 eser basılmış. (BirGün)
Avrupa Kupası, ev sahibi Almanya’da 18 yıl önceki Dünya Kupası’nda yaşanan ve tarihe “bir yaz masalı“ olarak geçen turnuvanın anısı ve özlemi eşliğinde başlıyor.
Bu akşam Münih’teki Almanya-İskoçya maçıyla start alacak turnuvayla ilgili sohbetlerin, yayınların çoğunda “acaba yeni bir yaz masalı yaşayabilir miyiz?“ sorusu öne çıkıyor.
Gerçi Almanya 2006’daki Dünya Kupası’nda üçüncülükle yetinmek zorunda kalmıştı, ancak tarihinde ilk kez insanlık aleminin önüne misafirperver, hoşgörülü, çok kültürlü, sporsever sıcak bir ülke imajıyla çıkmış, büyük bir sempati kazanmıştı. Teknik Direktör Jürgen Klinsmann liderliğindeki, göçmen kökenli sporcuların da yer aldığı milli takım başarılı bir ekip olarak göz doldurmuş, İtalya karşısında kaybettiği yarı final maçındaki hayalkırıklığına rağmen geniş halk kesimlerinin coşkulu sevgisiyle bu “yaz masalı“nın kahramanları olarak karşılanmışlardı. Sadece stadyumlarda ve televizyon karşısında değil, ülkenin bazı kentindeki meydanlarda kurulan dev ekranlar aracılığıyla da geniş halk kesimlerinin maçları ilk kez naklen izleme şansı bulduğu turnuvada ülkedeki göçmenler de belirgin bir biçimde Alman milli takımı desteklemişti.
Alman bayraklarıyla döşenmiş döner büfelerinin, Almanya ve Türkiye bayraklarıyla maç izleyen Türkiye kökenli gençlerin görüntüleri bu “masal“ ortamının sembolü olarak hafızalara yerleşmiş, göç ve göçmenlere ilişkin olumsuz tartışmalar bir süre için de olsa gündemden kaybolmuştu.
Daha önemlisi bu turnuvadan önce “Avrupa’nın hasta adamı“ olarak görülen Almanya’nın ekonomisinde yeniden canlanma yaşanmış, işsizlik rakamları gerilemiş ve ülke ekonomisi 2008’deki mali krizi birçok ülkeye göre daha iyi bir şekilde atlatmıştı…
Klinsmann’dan sonra teknik direktörlüğü üstlenen yardımcısı Joachim Löw’ün döneminde de Almanya futbolda başarıdan başarıya koşmuş, 2008 Avrupa Kupası’nda finale, 2012 ve 2016’da yarı finale kadar yükselmiş, Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası’nda üçüncü olmuş ve sonunda da Brezilya’daki 2014 turnuvasında da uzun bir aradan sonra yeniden Dünya Şampiyonluğu’nu kazanmıştı.
Bu dönemde başta Mesut Özil olmak üzere göçmen kökenli futbolcular artık resmen bir “göç ülkesi“ olarak da kabul edilen Almanya’daki çok kültürlü yaşamın, başarılı bir entegrasyonun sembolleri oldular. Almanya formasıyla sahaya çıkan, ülkeyi başarıyla temsil eden bu sporcuları içine sindiremeyen ırkçıların, yabancı düşmanlarının seslerinin duyulmaz olmuştu.
Ancak bu uzun sürmedi. Başta Mesut Özil olmak üzere bu sporcular 2018’de Rusya’daki Dünya Kupası’ndaki hezimetin sorumlusu görüldü, gösterildi. Üstüne Özil’in Londra’yı ziyaret eden Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte çektirdiği fotoğrafın ardından yaşanan tartışmalar da eklenince Alman futbolundaki “masal“lı dönem geride kaldı.
Alman futbolu önce Rusya’da, daha sonra da Katar’daki başarısızlıkların neden olduğu travmanın etkisini halen atlamamış durumda.
Bu nedenle uzun süren başarısızlıkların ardından milli takımın başına teknik direktör olarak atanan Julian Nagelsmann’ın üzerinde büyük bir baskı var. Alman milli takımı şimdiki haliyle bu turnuvanın favorisi olmadığını herkes kabul ediyor. Ancak yine de bu şampiyonanın bir “masala“ dönüşebileceğine ilişkin iyimserlik öne çıkıyor. Nagelsmann’ın kararlarına, seçtiği kadroya ilişkin eleştirilerde dikkatli bir dil egemen. İlkay Gündoğan’ın kaptanlığını yapacağı takımda çok sayıda göçmen kökenli oyuncu yer alıyor. Bunlardan üçü (İlkay, Deniz Undav ve son anda kadroya dahil edilen Emre Can) Türkiye kökenli göçmen işçi ailelerinin çocukları.
Özellikle geçtiğimiz günlerde turnuvanın güçlü takımları Hollanda ve Fransa’ya karşı başarılı oyunlarıyla göz dolduran milli takımın ülkeye yeni bir “yaz masalı“ yaşatabileceğine dair beklentiler çok güçlü.
Ancak son siyasi gelişmeler ve kısa bir süre önce yaşanan bir ırkçılık skandalı bu havayı zehirlemiş durumda. Hafta sonunda gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde göçmen düşmanı, ırkçı, neo-nazi ve aşırı sağcıları çatısı altında toplayan parti AfD (Almanya için Alternatif) en güçlü ikinci parti oldu. Bu partinin önde gelen liderlerinin geçmişte milli takımdaki siyahi oyunculara, göçmen kökenlilere yönelik dışlayıcı, ayrımcı ve ırkçı demeçleri halen hafızalarda.
Bir kamu yayın kuruluşunun kısa bir süre yaptığı ve yayınladığı anketin sonuçları da ırkçıların bu başarısıyla örtüşüyor. Buna göre ankete katılanların yüzde 17’si İlkay Gündoğan’ın milli takımın kaptanı olmasına karşı çıkıyormuş. Yine aynı ankete katılanların yüzde 22’si de “milli takımda daha fazla beyaz tenli oyuncu isteği“ni onaylamış. Bir kamu yayın kuruluşunun böyle bir anket yaptırarak büyük bir ırkçılık skandalına neden olması tabii ki başta Teknik Direktör Nagelsmann ve Kaptan Gündoğan olmak üzere kamuoyundan büyük tepki aldı, eleştirildi.
Ancak bu sonuçlar gelinen noktayı gösteriyor.
Umarız Almanya’nın çok kültürlü milli takımı bu turnuvada da – şampiyon olmasalar bile – iyi futbol oynayıp, dereceye girip, ırkçı ve faşistlere güzel bir ders verirler. 2018’deki şampiyonadaki başarısızlığın suçunu Mesut Özil’e yükleyenleri de utandırırlar.
Bu turnuvanın bir diğer özelliği de Türkiye’nin katılması. 2006’daki turnuvada Türkiye yoktu ve Almanya’daki Türkiye kökenli futbolseverler çoğunlukla bu ülkenin takımına destek vermişlerdi. Şimdi durum farklı. Türkiye de bu turnuva süresince büyük bir taraftar desteği bulacak. Ama iki takım farklı gruplarda olduğu için taraftarları uzun süre stadyumlarda ya da meydanlarda biraraya gelmeyecek. İki takım iyi olasılıkla ilk kez 6 Temmuz’da Düsseldorf’ta oynanacak çeyrek finalde karşı karşıya gelebilir.
Şimdi futbol zamanı… (Kaynak: BirGün)
GÜRSEL KÖKSAL
Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, bu göreve ilk kez seçildiği 2017’den bu yana Türkiye’ye ilk ziyaretini gerçekleştirdi.
Almanya’da cumhurbaşkanı devletin başı, ancak bu “eski Türkiye”de olduğu gibi sembolik bir görev. Dolayısıyla Steinmeier’in İstanbul, Gaziantep ve Ankara’yı içeren üç günlük ziyareti de sembolik bir karakter taşıyordu.
Öyle de oldu.
Hem Türkiye’ye giderken yanında götürdüğü heyette yer alan konuklar ve başta Sirkeci Garı olmak üzeri ziyaret ettiği yerler, buluştuğu, görüştüğü kişiler, hem de ziyaretin ilk günü Sirkeci’deki misafirlerine ikram ettiği “Alman döneri” (aynı akşam da Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki yazlık binasındaki yemekte de Türk sosu eşliğinde Alman sosisi ikram edilmiş, Alman lahana turşusu eşliğinde de Türk sucuğu) aslında bu ziyaretin özenle planlandığını gösteriyor.
Ancak Berlin’den dönercisiyle birlikte getirilen milli yemeğin bütün bu ziyarete damgasını vurması kaçınılmazdı. Dolayısıyla yedi yıldır Alman devletinin başında olan ve üç yıl daha bu görevi sürdürecek olan konuğun ziyareti iki ülke tarihine “döner diplomasisi” kavramıyla geçti… Heyetinde yer alanlar, ziyaretler, mesajlar Berlin’den getirilen 60 kiloluk dondurulmuş dönerin gölgesinde kaldı.
Örneğin son zamanlarda Alman edebiyatının önde gelen isimleri arasına giren Yazar-Şair Dinçer Güçyeter’in Berlin’den gelen heyette yer aldığına dair bilgi ziyaretle ilgili haberlerde ya hiç yer almadı ya da bir iki satırla geçiştirildi. Ya da Steinmeier’in çağdaş Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Orhan Pamuk’a ve eserlerine ve tabii onun “Masumiyet Müzesi”ne olan yakın ilgisi de dönerli haberler içinde hak ettiği yeri bulamadı.
∗∗∗
Ziyaretin resmi gerekçesi Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkilerin 100’ncü yıldönümüydü.
Güncel politika tabii ki daha öncelikli, ancak yine de bu 100 yıl öncesine kısaca bir göz atmaya engel olamaz. 100 yıl önce her iki ülkeye egemen olan ve bu ülkeleri yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine neden olan emperyalist paylaşım savaşlarına sokan hanedanlıklar yıkılmış, tarihin çöplüğüne atılmış, her iki ülke de cumhuriyet kurulmuş, siyasi güç “halkın temsil” iddiasındaki meclislere geçmiş, yani tarihi açıdan “ileriye doğru” adımlar atılmıştı. Her iki ülke de bu 100 yıl boyunca oldukça sancılı ve farklı süreçler geçirdi, ama aralarındaki ilişkiler hiç bir zaman “iyi” olmadı, ama sonuçta hem siyasi, hem askeri, hem de ekonomik olarak aynı dünyanın bir parçası oldular. İki ülke ve halkları arasındaki ilişkiler 1961’de başlayan ve halen devam eden işgücü göçüyle daha da iç içe geçti.
Steienmeier, son yedi yıldaki görevi sembolik boyutlarda da olsa bu 100 yıllık sürenin son çeyreğinde Almanya’da çok önemli siyasi sorumluluklar, makamlar üstlenen bir politikacı. Bu nedenle bu ziyaretinin iki ülke arasındaki siyasi ve sosyal boyutları sembolik de olsa anlamlı.
Bu göreve getirilmeden önce, Angela Merkel’in başbakanlığındaki Hıristiyan ve sosyal demokrat koalisyon hükümetlerinde iki kez toplam sekiz yıl dışişleri bakanlığı yaptı (2005-09 ve 2013-17) ve Almanya’nın Türkiye politikasının önde gelen mimarlarındandı. Daha önce Gerhard Schröder liderliğindeki Sosyal Demokrat-Yeşil koalisyon hükümeti döneminde de uzun süre (1999-2005) Başbakanlıktan Sorumlu Devlet Bakanı’ydı ve Schröder’in yakın çalışma arkadaşı olarak bu dönemin politikalarının belirlenmesinde stratejik sorumluluklar üstlenmişti. Bu dönemdeki bir önemli görevi de ülkenin istihbarat örgütlerinin koordinasyonuydu. 2009’daki genel seçimlere de federal başbakan adayı olarak girmiş, bunu takip eden dört yıllık dönemi de SPD’nin Federal Meclis Grup Başkanı ve meclisteki muhalefetin lideri olarak geçirmişti.
Yani üstlendiği siyasi görevler ve sorumluluklar gereği Türkiye’yi ve Türkiye’nin son zamanlarda daha da artan önemini yakından bilen bir politikacı.
∗∗∗
Ukrayna ve İsrail konusunda ya da diğer konularda Türkiye ile Almanya arasındaki ayrılıkların böyle bir ziyaretle giderilmeyeceğini en iyi bilenlerden biri de o. Nitekim Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapılan görüşmelerden sonraki açıklamalar da bunu gösteriyor. Dolayısıyla ziyareti bazılarının belirttiği gibi “Türkiye ile Almanya arasında yeni bir dönem!”in başlangıcı olarak göremeyiz. Steinmeier’in insan hakları, hukuk devleti, demokrasi konusunu genel geçer ifadelerle geçiştirmesi de zaten bekleniyordu. Onun “vazgeçilmez ortaklık” vurgusu da önemli. Bu da bir diplomatik açıklama olabilir. Ancak insanlığı Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğine taşıyan uluslararası krizlerin yoğunlaştığı bir dönemde bunun başka anlamı da olabilir.
*
Bu arada Steienmeier’in “dönerli diplomasi”nin başlattığı tartışmalar Almanya’da devam ediyor…
Kimileri onu Türk toplumuyla ilgili klişelerin esiri olmakla, Türk kültürünü, Türklerin Almanya’ya katkısını “döner”e indirgemekle eleştiriyor. Bunların kısmen de olsa haklı oldukları yanlar var.
Ancak bu vesileyle onun verdiği, vermek istediği sıcak mesajı görmemezlikten gelemeyiz:
“Kalbin yolu mideden geçer” (ki Almanların da neredeyse bunun aynısı bir atasözü var: “Liebe geht durch den Magen”). Fotoğraflarda görülen elinde döner bıçağı, üzerinde önlüklü halinden acemiliği belli oluyor. Ama kimse onun bu konuda samimiyetsiz olduğunu söyleyemez. .
Almanya’da yaygın olarak özel olarak hazırlanan ekmek içinde, bol salata ve sos eşliğinde satılan döner Türkiye’dekinden farklı ve bunun da Alman “fast food” kültürünün gelişimiyle ilgisi var. Yaygınlaşması ve diğer “fast food”ları geride bırakmasının en önemli nedeni sadece görece ucuzluğu değil, tazeliği ve içeriğindeki zenginlik de önemli…
Ama bu gelişimin bir de sosyal temeli var. Almanya’daki döner sektörü, Türkiye kökenli göçmenlerin buradaki yerleşik hayata geçme sürecinin – kimilere göre de hayatta kalma arayışlarının, mücadelelerinin bir sonucu. Alman ekonomisine yılda yedi milyar euroluk katkısı olan, binlerce insanın emeğini kazandığı bir sektörden söz ediyoruz. Türkiye’deki orjinalinden farklılaşmış da olsa bir Türk ürünü olarak dönerin devletin en üst düzey temsilcisi tarafından böylesine sıcak mesajlarla, “bizim” diyerek benimsenmesi önemli bir gelişme.
Nereden nereye?
Bir dönemler Almanya’daki Türk göçmenlere yönelik ırkçı seri suikastlar “döner cinayetleri” olarak isimlendirilmişti. Başta medya olmak üzere toplumun birçok kesimince yaygın olarak kullanılan bu kavramın insanlık dışılığı, bu cinayetlerin arkasında bir neo nazi terör örgütünün olduğunun ortaya çıkmasından sonra farkedilmişti. Şimdi ise cumhurbaşkanı bizzat döner keserek, misafirlerine ikram ediyor. (Tabii bunu yapan ilk politikacı o değil. Daha önce de bunu Başbakan Angela Merkel de Berlin’de katıldığı çeşitli etkinliklerde benzer pozlar vermişti).
Steienmeier’in döneri öne çıkarırken Türkiye kökenli bilim insanlarının, sanatçıların, sporcuların, politikacıların, girişimcilerin ve emekçilerin Almanya’ya katkılarını yeterince onore etmediği eleştirisi ise haksız. Ziyaretinin ilk durağı olarak Sirkeci’yi seçerek ve orada yaptığı konuşmada “Bugün ülkemizde yaklaşık üç milyon Türk kökenli insan yaşıyor ve toplumumuzu şekillendirmeye ve biçimlendirmeye yardımcı oluyor. Ülkemizin inşasına yardımcı oldular, ülkemizi güçlü kıldılar ve toplumumuzun kalbinde yer aldılar” diyerek bunu yaptı zaten.
Bu tartışmaya katılan bazıları korono aşısını bularak, insanlığı belki de çok büyük bir felaketten kurtaran Prof. Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin çiftini hatırlatıyorlar.
Sadece onlar değil, başka parlak bilim insanları da var. Ama onları böyle sembolik heyetlere sıkıştırmaya kalkışmak büyük hata. Öyle büyükler ki, zaten sığmazlar bu formatlara… (Kaynak: BirGün gazetesi)