03 Haziran 2025 Salı
Merz, Gazze'de ateşkesin zamanının geldiğini bildirdi
Hamburg’da Tiyatro 4 Çeyrek’ten Unutulmaz Gala: “Boşver Be Doktor” Ayakta Alkışlandı
TEOS’TA YENİDEN DOĞAN MÜREFFEH BİR RUH
HASAN ALİ YÜCEL, CAN YÜCEL VE GAZİ YAŞARGİL´İN YOL AYRIMI
BİRLİĞİMİZİ GÜÇLENDİRELİM!
İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞINDA TÜRKİYE´NİN TAKINMASI GEREKEN TAVIR
ÖZBEKİSTAN, SEMERKAND, TAŞKENT, BUHARA, HİVE VE KAZAKISTAN ALMATA ATA ŞEHİRLERİMDE YENİDEN DOĞMAK
Yıllardır içimde bir özlem vardı…
İsmini her duyduğumda içimi titreten, haritada yerini parmak ucuyla ararken yüreğimin atışını hızlandıran şehirler: Taşkent, Semerkant, Buhara, Hiva… Ve elbette, Almatı.
Bu isimler yalnızca birer şehir değil; bir milletin hafızası, bir kültürün beşiği, bir tarihin yaşayan tanıklarıydı benim için.
Ve bir gün, bavulumu değil, kalbimi alıp yola çıktım. Ata şehirlerime, özlemle büyüttüğüm hayalime doğru…
İlk durağım Taşkent’ti. Modern binalar, geniş caddeler… Ama her köşesinde geçmişin izleri.
Oradan Semerkant’a geçtim. Rengârenk çinilerle süslenmiş Registan Meydanı’nda içime bir sessizlik çöktü. Yüzyılların bilgeliği fısıldıyordu kulağıma.
Buhara’da, zaman adeta akmayı bırakmıştı. O dar sokaklarda yürürken yalnız değildim; sanki atalarım da yanımdaydı.
Ve Hiva… Tarihin duvarlarda yankılandığı, bir açık hava müzesi gibi… Her taşında bir dua, her kubbesinde bir umut vardı.
Yolculuğum yalnızca Özbekistan’la sınırlı değildi. Kazakistan’ın incisi Almatı’ya vardığımda, doğanın cömertliğine, insanın sıcaklığına bir kez daha hayran kaldım.
Orada gördüm ki, biz hâlâ aynı yürekten geliyoruz. Diller değişse de gönüller bir, bakışlar tanıdık.
Bu yolculuk bir seyahat değil, bir dönüş, bir kavuşmaydı benim için.
Köklerime, tarihime, kimliğime döndüm.
Her adımda, geçmişimin izlerini sürdüm. Her durakta bir yanım eksilmek yerine biraz daha tamamlandı.
Bugün burada, bu satırları yazarken artık daha bütünüm. Çünkü insanın geçmişiyle buluştuğu yerde, geleceği de şekillenir.
Ve ben artık biliyorum: Ne zaman içim daralsa, hangi şehirde olursam olayım, gözlerimi kapatır, Buhara’nın sessizliğini, Semerkant’ın mavisini, Hiva’nın taş duvarlarını ve Almatı’nın yeşilini hatırlarım.
Orada, ruhumun bir parçası kaldı.
Ama içimde, oraların sonsuz huzuru var.
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı bilir derler ya, Tabii ki benim için çok gezen bilir. Çünkü bazı şeyleri okuyarak değil, yaşayarak, görerek idrak edebiliriz.
Özbekistan ve Kazakistan’a yaptığım bu seyahat sadece bir yolculuk değil içimde yankılanan bir çağrıya cevaptı. Bu şehirler bana yalnızca hiçbir zaman şehir gibi gelmedi. Onlar bizden çok uzakta görünseler de, aslında bize bir o kadarsa yakındı. Çünkü bu topraklar bizim kültürünüzün, dilimizin, geçmişimizin yaşadığımı yerlerdi. Ve ben nihayet yıllardır hayalini kurduğum hayali gerçekleştirdim. Ata şehirlerimize bir yolculuk yaptım.
Hayat kısa…
Hiçbir anın tekrarı yok.
Biriktirdiğimiz anılar, gördüğümüz yerler, dokunduğumuz hayatlar… işte gerçek zenginlik bu.
Gezin. Görün. Öğrenin.
Yeni şehirlerde, yabancı sokaklarda kendinizi yeniden keşfedin.
Ben öyle yaptım… ve her adımda ruhum biraz daha özgürleşti.
Unutmayın:
Valiz dolusu eşya değil, kalp dolusu anı götürür insan bu hayattan.
DÜŞÜNCELERİMİZ HAYATIMIZI ŞEKİLLENDİRİR. GÜZEL DÜŞÜN, GÜZEL BAK, GÜZEL YAŞA…!
Hepimiz biliyoruz ki, hayat, dışarıda olup bitenden çok, içeride ne yaşadığımızla şekilleniyor.
Gözümüzle gördüğümüz her şey, önce zihnimizde bir anlam buluyor. O yüzden inanıyorum ki, düşüncelerimiz sadece ruh halimizi değil, hayat yolculuğumuzu da doğrudan etkiliyor.
Gün içinde hepimiz birçok şey yaşıyoruz. Güzel anlar kadar, moralimizi bozan, canımızı sıkan olaylarla da karşılaşıyoruz. Fakat önemli olan başımıza ne geldiği değil; bizim o olaya nasıl baktığımız. Aynı yağmur altında yürürken kimimiz keyif alır, kimimiz şikâyet ederiz. Farklı olan yağmur değil, bakış açımızdır.
Ben, kendi adıma şunu öğrendim: Güzel düşünmeye gayret ettikçe, hayat daha kolaylaşıyor. Zorluklar elbette bitmiyor ama onlarla başa çıkma gücüm artıyor. İnsanlara daha anlayışlı, olaylara daha sakin, hayata daha umut dolu bakabiliyorum. Çünkü güzel düşünen, güzel görmeye başlıyor. Güzel gören de, doğal olarak güzel yaşamaya başlıyor.
Kendimize, çevremize ve geleceğimize karşı daha olumlu bir dil kullanmak, sadece moral kaynağı değil, bir yaşam biçimi olabilir. Elbette her gün toz pembe olmayacak. Ama unutmamalıyız ki; bakış açımızı değiştirmek, çoğu zaman hayatı değiştirmeye yeter.
Hayat, çoğu zaman dış koşulların değil, iç dünyamızın bir yansımasıdır. Başımıza gelen olaylardan çok, bu olaylara nasıl tepki verdiğimiz, nasıl düşündüğümüz belirler yaşam kalitemizi. Düşüncelerimiz bir nevi iç sesimizdir; bizi yönlendirir, kararlarımızı etkiler, karakterimizi şekillendirir.
Bu yüzden, saf ve nazik düşünceler barındırmak bir lüks değil, bir gerekliliktir. Zihnimizde taşıdığımız her düşünce, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibidir. Eğer sevgi, anlayış ve iyilik ekiyorsak; zamanla bu değerler hayatımızda filizlenir. Ama kin, öfke, kıskançlıkla dolu bir zihnin meyvesi de doğal olarak huzursuzluk olur.
Bugün dünyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, empatiyle ve içtenlikle yaklaşan insanlar. Bunu sağlamak ise zihinsel farkındalıkla mümkün. Her gün aynaya bakarken sadece yüzümüzü değil, düşüncelerimizi de gözden geçirebilmeliyiz. Ne taşıyoruz içimizde? Kime ne faydamız var? Hangi düşüncemiz bir başkasının kalbine dokunuyor?
Unutmayalım ki, nazik bir düşünce, söylenmese bile davranışlarımızdan taşar. İç dünyamızın güzelliği, kelimelerimize, bakışımıza ve hatta sessizliğimize bile yansır. Bu nedenle bugün, bir an durup düşünelim: “Ben ne düşünüyorum ve bu düşünce beni nasıl bir insana dönüştürüyor?”
Çünkü düşünceler sadece bizi değil, dokunduğumuz herkesi etkiler. Ve dünyayı değiştirmek, bazen sadece saf bir düşünceyle başlar.
Gelin hep birlikte kendimize şu sözü hatırlatalım:
Güzel düşün, güzel bak, güzel yaşa. Çünkü hayat, düşündüğümüz kadar güzel. Gördüğümüz kadar anlamlı, yaşadığımız kadar güzel şekilleniyor ve Zihnimizde anlam buluyor…
Kendimiz olmak… Ne kadar da kolay söyleniyor, değil mi? Oysa biz, çoğu zaman başkaları gibi olmayı hedefliyoruz. Başkalarının başarıları, sahip oldukları, dış görünüşleri ya da hayat tarzları o kadar göz önünde ki, kendi benliğimizi arka plana atıyoruz. Kim olduğumuzu unutup, kim olmamız gerektiğine odaklanıyoruz. Ve böylece bir başkasının hayatına yerleşmeye çalışırken, kendi evimizi terk ediyoruz.
Sosyal medyada parlayan her yaşam, bizde bir şeylerin eksik olduğu hissini doğuruyor. Filtresiz gerçeklik, yerini abartılmış mutluluklara bırakıyor. Kıyaslamak, farkında olmadan bir alışkanlığa dönüşüyor. Oysa unutmamalıyız: Herkesin hikayesi farklı. Herkesin mücadelesi, inişi, çıkışı, zaferi ve yenilgisi kendine özgü. Hayat, bir yarış değil; bir yolculuk. Ve bu yolculukta sen, sadece kendin olduğunda anlamlısın.
Peki neden bu kadar zordur “kendin olmak”? Çünkü sistem, sıradanlığı yüceltmez. “Benzemek” daha kolaydır. Kalabalık içinde görünmemek için, başkalarına benzemeye çalışırız. Oysa gerçek özgürlük, benzer olmakta değil; kendin olabilmektedir. Kusurlarınla, artılarınla, inançlarınla, duruşunla… Kendin gibi.
Bu dünyada milyonlarca insan olabilir ama senin gibi biri yok. Senin bakış açını, kalbini, hayallerini kimse tekrar edemez. O yüzden “başkası gibi” olmaya çalışmak, sana sunulmuş en değerli şeyi—kendiliğini—boşa harcamaktır.
Belki birileri senden daha önde, daha popüler, daha başarılı olabilir. Ama bu, senin değerini azaltmaz. Unutma, güneş de parlıyor, ay da. Ama kimse hangisi daha önemli diye sormuyor. Her biri kendi zamanında, kendi yerinde güzelliğini sergiliyor.
Kendin ol. Çünkü başkası zaten dolu.
Hayat, bir yarış pisti değil; bir yolculuktur. Ancak biz bu yolculukta çoğu zaman rotayı şaşırıyoruz. Neden mi? Çünkü gözümüzü yoldan ayırıp, etrafımıza bakmaya fazla zaman harcıyoruz. Kim, nerede? Ne kadar yol almış? Neye sahip olmuş? Neyi başarmış? Derken, kendi adımlarımızı unutuyoruz. İşte tam da burada başlıyor zehir etkisini göstermeye…
Başkalarının hayatını kendi hayatımızla kıyaslamak, modern zamanların en görünmez ama en yaygın hastalıklarından biri haline geldi. Özellikle sosyal medyanın sunduğu parıltılı dünya, bizde bir şeylerin eksik olduğu duygusunu perçinliyor. Oysa o parıltılar çoğu zaman bir filtreden ibaret. Gerçekler, ekranların dışında saklı.
Kimi zaman bir arkadaşımızın kariyer basamaklarını hızla tırmandığını görüp kendimizi yetersiz hissediyoruz. Bazen bir tanıdığımızın evliliği, çocukları ya da maddi imkanları bize kendi hayatımızın eksiklerini fısıldıyor. Ve zamanla şunu unutuyoruz: Herkesin hayat hikâyesi kendine özeldir. Kimse aynı şartlarda başlamaz bu hayata. Aynı yolda da yürümez. O halde neden aynı noktada olmaya çalışıyoruz?
Kendi içsel gelişimimizi, başkasının dışsal gösterişine bakarak değerlendirmek en büyük yanılgıdır. Oysa asıl ölçü şudur: Dününle bugünün arasında nasıl bir fark var? Ne kadar değiştin, büyüdün, olgunlaştın? Hangi hatadan ders aldın, hangi yarayı sardın, hangi hayalini hâlâ canlı tutuyorsun?
Kıyasladıkça tükeniyoruz. Kendi değerimizi unutur hale geliyoruz. Oysa kendin olmak, bu dünyadaki en özgün eylem. Ve sen, ancak kendin olduğunda güzelsin. Benzemeye çalıştığın herkes zaten “dolu”; senin yerinse yalnızca sana ait.
Unutma, çiçekler aynı anda açmaz. Ama her biri zamanında açar ve güzeldir.
Bayramlarımız eskiden yılın en özel zamanlarıydı. Büyüklerimizin anlattığı o eski bayram sabahları, erkenden kalkılan bayram namazları, el öpmeye gidilen akrabalar, avuç içlerini dolduran şekerler ve mis gibi bayram sofraları…ne güzeldi. Ama bugün bayramlarımız ne kadar aynı, ne kadar farklı?
Eskiden bayramlar, bizler için aile bağlarını güçlendiren, dostlukları pekiştiren bir vesileydi. Bayramdan günler önce başlayan telaş, temizlikler, yeni kıyafet hazırlıkları ve misafirler için yapılan ikramlar vardı. Çocuklar ellerinde torbalar kapı kapı dolaşıp şeker toplar, büyükler uzun uzun sohbet ederdi.
Bugün ise bayramlar biraz daha farklı yaşanıyor. Teknoloji çağında bayram ziyaretlerinin yerini telefon mesajları, görüntülü aramalar aldı. Bayramlaşmalar artık birkaç emojiyle ya da kısa bir mesajla geçiştiriliyor. Kimileri bayramları tatil fırsatına çevirip bayramı sahil kasabalarında geçiriyor, kimileri ise kalabalık sofralar yerine sosyal medyada paylaşılan bir “iyi bayramlar” mesajıyla yetiniyor. Tabii ki teknolojinin getirdiği kolaylıkları da görmezden gelemeyiz. Uzakta olan sevdiklerimizle anında iletişim kurabiliyor, uzun mesafeleri görüntülü görüşmelerle kapatabiliyoruz. Ancak bu kolaylıklar, bayramın samimiyetini azaltmamalı. Bir ekranın arkasından “İyi bayramlar” dilemek, el öpmenin, sarılmanın ve sohbet etmenin yerini tutabilir mi?
Elbette değişen hayat şartlarını göz ardı edemeyiz. Şehirleşme, yoğun çalışma temposu ve uzak mesafeler bayram geleneklerimizi etkiledi. Ama yine de bayramın ruhunu yaşatmak bizim elimizde. Büyüklerimizi aramak, çocukları sevindirmek, dostlarla bir araya gelmek hâlâ mümkün. Bayramları sadece tatil değil, paylaşma ve dayanışma zamanı olarak görmek, onları eski sıcaklığıyla yaşamak bizim tercihimiz olabilir.
Belki de asıl mesele, bayramın özünü kaybetmemekte. Bayram, sadece bir tatil değil; birlik, beraberlik ve paylaşımın en güzel ifadesi. Şimdiki bayramlarımız belki eskisi gibi değil ama onları eski ruhuyla yaşatmak bizim elimizde. Şeker sağlıklı, huzurlu, mutlu bayramlar diliyorum değerli dostlar.
BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…
Kadın olmak Dünyamıza sevgi, emek ve güç katmaktır.
Bazen Annelik gibi kutsal bir sorumluluğu üstlenmek, bazen iş hayatında mücadele üstlenmek, bazen hayallerimizin peşine üstlenmek, bazen durmaya gerektiren bir yolculuktur. Bazen engellere doludur, bazen de büyük zaferlerle taçlanır. Kadın olmak, hayat vermektir. Bir anne olarak, bir öğretmen olarak, bir lider olarak insanlığa katkıda bulunmaktır. Kadınlar, hayatın her alanında var olarak dünyayı daha güzel bir yer haline getirmeye devam ediyorlar.
Kadın olmak, eksiklik değil; aksine hayatın en büyük tamamlayıcısı olmaktır. Bu yüzden her kadın değerlidir, güçlüdür ve eşsizdir.
Bazen sessiz bir direniş, bazen de dünyayı değiştiren büyük bir başarıdır. 8 Mart, yalnızca bir kutlama günü değil, aynı zamanda kadınlarımızın verdikleri mücadelenin, karşılaştıkları engellerin ve elde ettikleri başarıların hatırlandığı anlamlı bir gündür.
Tarih boyunca kadınlarımız özgürlükleri ve hakları için mücadele etti. Eğitim hakkından çalışma hakkına, seçme-seçilme hakkından eşit ücret talebine kadar pek çok alanda seslerini yükselttiler. Bugün hala dünyanın birçok yerinde kadınlar, ayrımcılıkla, şiddetle ve eşitsizlikle mücadele ediyor. Ancak onların gücü, kararlılığı ve azmi, geleceği şekillendirmeye devam ediyor.
Kadınlarımızın gücü, yalnızca fiziksel varlığıyla değil, taşıdığı umutla, gösterdiği sabırla ve dünyaya kattığı güzellikle ölçülür. Annedir, öğretmendir, liderdir, bilim insanıdır, sanatçıdır, işçidir… Her alanda varlığıyla toplumu ileriye taşır. Kadınların güçlenmesi, sadece kadınlar için değil, tüm toplum için bir kazançtır. Çünkü kadın güçlü olursa, aile güçlü olur; aile güçlü olursa, toplum güçlü olur. Kadının değerini anlamak ve ona hak ettiği saygıyı göstermek, daha adil ve gelişmiş bir toplum inşa etmenin en önemli adımlarından biridir.
Ancak kadınlarımızın yalnızca belirli günlerde hatırlanması yetmez. Onların hak ettikleri saygıyı, eşitliği ve sevgiyi her gün göstermeliyiz. Çünkü güçlü bir kadın, güçlü bir toplum demektir. Kadınlara destek olmak, aslında hepimizin geleceğine yatırım yapmak demektir.
Bu 8 Mart’ta yalnızca kadınlarımıza çiçekler vermek yetmez. Kadınların sesi olmak, onların yanında durmak ve eşit bir dünya için adım atmak gerekir. Çünkü gerçek kutlama, kadınların her gün hak ettikleri değeri görmeleriyle mümkündür.
Kadınlar Gününüz kutlu olsun; Güç sizden, ışık sizden, umut sizden eksik olmasın! …
Kalben sevgilerimle…