Tarih kitaplarında “tembel” olarak anılmaktan korkan Merkel

Tarih kitaplarında “tembel” olarak anılmaktan korkan Merkel

ABONE OL
17:48 - 21/09/2021 17:48
Tarih kitaplarında “tembel” olarak anılmaktan korkan Merkel
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

16 yıllık Merkel iktidarı Almanya ve Avrupa siyasetini dönüştürdü. Döneminin Avrupalı liderleri arasında en uzun süre iktidarda kalan Merkel, Almanya’yı güçlendirmekle birlikte Avrupa siyasetini de dönüştürdü.

Şansölye seçildiği 2005 yılından beri iktidarda olan, uzun başbakanlık döneminin ardından 26 Eylül 2021’de yapılacak Federal Parlamento seçimlerine katılmama kararı alan Angela Merkel aktif siyasi hayatını sonlandırmaya hazırlanıyor.

Avrupa Birliği’nin (AB) en güçlü lideri konumundaki Merkel 16 yıllık iktidarında finans krizi, avro krizi, mülteci krizi, AB’nin dağılmasına yol açmasından endişe edilen Brexit krizi ve Kovid-19 gibi birçok siyasi sınamalardan geçti. Merkel, bir taraftan merkez sağ siyaseti sola yaklaştırdığı, diğer taraftan olaylar karşısında tepkisiz kalarak zayıflık gösterdiği gerekçesiyle eleştirildi. Tüm eleştirilere rağmen döneminin Avrupalı liderleri arasında en uzun süre iktidarda kalan Merkel, Almanya’yı güçlendirmekle birlikte Avrupa siyasetini de dönüştürdü.

Tarih kitaplarında “tembel” olarak anılmaktan korkan Merkel

Merkel’in yakın çalışma arkadaşları, siyasetçi olarak en güçlü yönünün kriz yönetimi olduğunu ifade ediyor. “Stratejik sabrın” temsilcisi olarak görülen Merkel’in pragmatik ve soğukkanlı tarzı bir taraftan övgü ile karşılanırken, diğer taraftan vizyonsuzluk şeklinde eleştiriliyor. Halbuki doğu Almanyalı olan Merkel’in bu tepkisizliği, çocukluğunun geçtiği siyasi ve toplumsal iklimle doğrudan ilgili.

Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DDR) yetişen Merkel, bir röportajında Berlin duvarının yıkılmasını tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirirken, sosyalist sistemin yıkılmasına atfen “Hiçbir siyasi sistemin ebedi olmadığını gördük,” ifadelerini kullanmıştı. Merkel için Doğu Blokunun çöküşü liberal demokrasinin zaferiydi ancak inşa edilen siyasal sistemlerin sona erebileceğinin de kanıtıydı. Merkel, hiçbir siyasi kazanımın ebediyete kadar sürmeyeceğini, değerlerin ve hakların müdafaa edilmesi gerektiğini çok erken yaşta tecrübe etmişti.

Merkel, kendisine yöneltilen “İleride sizin hakkınızda söylenmesini hiç istemediğiniz şey nedir?” sorusuna hiç düşünmeden, “Tembel olduğumu söylemesinler,” cevabını vermiştir. Merkel’in yetiştiği Protestan kültürü ve iş ahlakında tembellik, bir insana yapılabilecek en ağır suçlama olduğundan, bu cevabına çok şaşırmamak gerek. Temkinli kişiliğinin ve rasyonel düşünceye atfettiği değerin siyasi hayatında karar alma süreçlerini doğrudan etkilediği söylenebilir.

Merkel, Avrupa’da ayrılıkçı seslerin yükseldiği, ülkelerin içine kapandığı ve en istikrarsız olduğu dönemde de AB’ye uluslararası saygınlık kazandırdı.

Merkel iktidara geldiği dönemde Batı siyasetini belirleyen liderlerin George W. Bush, Tony Blair ve Jacques Chirac olduğunu ve iktidarı bırakana kadar Fransa’da dört cumhurbaşkanı, İngiltere’de dört, İtalya’da ise sekiz başbakanın değiştiğini unutmamak gerekir. Merkel, Avrupa’da ayrılıkçı seslerin yükseldiği, ülkelerin içine kapandığı ve en istikrarsız olduğu dönemde de AB’ye uluslararası saygınlık kazandırdı.

Almanya dış politikası Merkel döneminde değişti

1982 ile 1998 yılları arasında başbakanlık yapan Helmut Kohl döneminden sonra Almanya’nın dış politikasında kademeli olarak değişim yaşandı. Batı dünyası odaklı dış politika yürüten Almanya için 1990’lı yıllarda ulusal çıkarları önceleme ve AB bölgesinde ve uluslararası politikada daha fazla söz sahibi olma iradesi belirginleşti. Kohl döneminde Avrupa ülkelerinin iki Almanya’nın birleşerek gücünü pekiştirmesinden duydukları rahatsızlık giderilirken, Gerhard Schröder döneminde yurt dışına asker göndermeme ve askeri operasyonlara katılmama geleneği, Alman askerlerinin NATO misyonu kapsamında Kosova’ya (1998-1999) ve Afganistan’a (2001) gönderilmesiyle terk edilmiş oldu.

2018’de yenilenen ve Almanya’nın resmî güvenlik belgesi olan “Beyaz Kitap” içerisinde de dile getirilen bu paradigma değişikliği ile Almanya’nın Avrupa’da “merkez güç” olma hedefi vurgulandı.

Alman dış politikasında temel paradigma değişikliği ise Merkel iktidarı döneminde 2010’dan sonra gerçekleşti. Merkel 2014’te Federal Meclis’te (Bundestag) gerçekleştirdiği konuşmasında, Almanya’nın bölgesel ve küresel konularda daha aktif rol oynamak ve daha fazla sorumluluk almak istediğini belirterek, Almanya’nın küresel ilişkileri şekillendirme ve AB içerisinde “merkez güç” olma iradesini ortaya koydu. 2018’de yenilenen ve Almanya’nın resmî güvenlik belgesi olan “Beyaz Kitap” içerisinde de dile getirilen bu paradigma değişikliği ile Almanya’nın Avrupa’da “merkez güç” olma hedefi vurgulandı.

AB siyasetine uluslararası saygınlık kazandırdı

Uluslararası siyasette saygı gören Merkel’in aynı desteği AB içerisinde de gördüğünü söylemek güç. Merkel döneminde muazzam bir ekonomik performans göstererek gayrisafi yurtiçi hasılasını yüzde 43 artıran ve yeni istihdam üreterek işsizlik oranlarını yüzde 44 azaltan Almanya, avro krizinde savunduğu politikalarla Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde “düşman” ilan edildi.

Kemer sıkma politikalarıyla da toplumun nefretini üzerine çeken Merkel, avro krizi sürecinde sokak gösterilerinde “kötülüğün ve egoizmin” simgesi olarak protesto edildi. AB içerisindeki Merkel düşmanlığının yerel siyasette oy kazandırdığı söylenebilir. İtalya’nın eski Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini’nin seçim kampanyasında AB ve Merkel karşıtlığı yaparak oylarını artırdığı görüldü. Salvini’nin, “Zamanında panzerlerle yapamadıklarını bugün finans ile yapıyorlar” açıklaması İtalyanlardan destek gören bir yaklaşım oldu.

Merkel döneminde yükselen AB karşıtlığını, Merkel iktidarının yanlış politikalarına bağlamak kolaycı bir değerlendirme olur. AB kurumsal işleyişindeki bürokratik engeller ve siyasi öngörüsüzlük, Merkel döneminden önce de varlığını sürdürüyordu. Bu duruma bir de AB içindeki ekonomik kriz ve artan işsizlik eklenince, Avrupa eksenli çıkarlar yerini ulus devlet çıkarlarına bıraktı.

Çin ve ABD’den sonra en büyük üçüncü ihracat ülkesi olan Almanya, her ne kadar 1 trilyon 205 milyar avroluk yıllık ihracatının 635 milyarını AB ülkelerine yapıyor olsa da Merkel’in mülteci krizinde üstlendiği siyasi risk sadece Almanya’nın ekonomik çıkarları ile açıklanamaz.

Merkel gerçekten vizyonsuz ve cesaretsiz bir siyasetçi mi? Siyasi kariyerindeki dönüm noktaları incelendiğinde bu iddianın çok da doğruyu yansıtmadığı görülüyor. AB’de derin izler bırakan mülteci krizi üzerinden bile Merkel’e yöneltilen bu eleştirinin haksız olduğu görülüyor. Çin ve ABD’den sonra en büyük üçüncü ihracat ülkesi olan Almanya, her ne kadar 1 trilyon 205 milyar avroluk yıllık ihracatının 635 milyarını AB ülkelerine yapıyor olsa da Merkel’in mülteci krizinde üstlendiği siyasi risk sadece Almanya’nın ekonomik çıkarları ile açıklanamaz.

2015’te yaklaşık bir milyon mülteciye Almanya’nın kapılarını açarak içeride ırkçıların nefretini üzerine çeken Merkel, AB ülkelerinin üzerine binen siyasi ve ekonomik maliyeti tek başına üstlenmiş oldu. Dönemin siyasi iklimine, AB’nin idealize ettiği insan hakları gibi değerlerin aksine nefret söylemi hâkimdi. AB’nin hazırlıksız yakalandığı bu süreçte insani dramın derinleşmemesi ve insan onuruna aykırı manzaraların oluşmaması için bir liderin inisiyatif alması gerekiyordu. Fransa’da François Hollande’ın veya İtalya’da Matteo Renzi’nin bu sorumluluğu alacak ne siyasi gücü ne de hedefi vardı. İngiltere ise yaşanan krizde AB’den ayrılma sürecinin teyidini görüyordu. Merkel, oluşan maliyeti AB’nin geleceği için Almanya’nın üstlenmesi gerektiğine inandı ve adım attı.

Brexit’in ardından AB karşıtı sesleri bir nebze de olsa susturan ve AB bütünleşmesini güçlendiren bu hamle, Almanya’nın AB’nin hamisi olma rolünü de güçlendirdi.

AB içerisindeki refah kaybı ve doğu ile batı Avrupa arasında açılan makas, Merkel’i, Almanya’nın geleneksel ekonomi politikalarından saptırdı. Merkel, Kovid-19 salgını süreciyle AB ülkelerinde derinleşen siyasi ve ekonomik krizin aşılmasına yönelik cesur bir adım atarak Fransa iş birliğinde Koronavirüs Yardım Fonu’nu kısa sürede hayata geçirdi. Brexit’in ardından AB karşıtı sesleri bir nebze de olsa susturan ve AB bütünleşmesini güçlendiren bu hamle, Almanya’nın AB’nin hamisi olma rolünü de güçlendirdi.

Öte yandan Almanya ve Fransa öncülüğünde AB’nin ortak güvenlik ve savunma politikasında önemli adımlar atıldı. Özellikle Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasıyla AB içerisindeki güç denklemi Almanya ve Fransa lehine değişti. Bunu fırsat bilen Merkel, Alman-Fransız iş birliğini güçlendirerek ortak savunma hedeflerinin gerçekleşmesi için kurumsal altyapıyı oluşturma gayretine girdi. Merkel’in 2017’de Münih’te yapmış olduğu konuşmada ABD’yi kast ederek “Başkalarına bütünüyle güvenebileceğimiz dönemler bir nebze geçmişte kaldı” açıklaması, uluslararası basında Avrupa’nın stratejik otonom yapısının muhafaza edilmesine yönelik önemli bir siyasi irade bildirimi olarak değerlendirildi.

Aynı yıl içerisinde PESCO olarak adlandırılan “Daimî Yapılandırılmış İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Anlaşma, üye ülkelerin savunma kabiliyetlerini geliştirmeyi, Avrupa ülkesi ordularını ortak askeri operasyonlar için hazır hale getirmeyi, savunma endüstrilerini daha etkili ve rekabet edilebilir bir seviyeye ulaştırmayı amaçlıyor.

Bu perspektiften değerlendirildiğinde Merkel’in Konrad Adenauer, Willy Brandt, Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Gerhard Schröder gibi Almanya’nın iz bırakan liderleri arasında yerini aldığı tartışmasız.

Merkel, eski Savunma Bakanı Ursula von der Leyen’in AB Komisyonu Başkanı olmasını sağlayarak AB’nin savunma iş birliği hedeflerine ulaşma yönündeki siyasi iradesini de teyit etmiş oldu. Almanya’nın savunma harcamaları Merkel döneminde artarak 33,3 milyar dolardan 52,8 milyar dolara ulaştı.

Merkel hükümetinin jeopolitik meselelere ağırlıklı olarak ekonomik ve diplomatik performans ile katkı sunması, Almanya’nın dış politika tercihi. Almanya, kültürel çekiciliğini, siyasi ve ekonomik istikrarını, uluslararası olumlu imaj ve itibarını korumak için denge politikasını önceliyor. Alman dış politikasında yumuşak güç (soft power) kavramının öncelikler arasında yer almasının ülkenin uluslararası ticaret hedefleriyle örtüştüğü söylenebilir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde Merkel’in Konrad Adenauer, Willy Brandt, Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Gerhard Schröder gibi Almanya’nın iz bırakan liderleri arasında yerini aldığı tartışmasız.

Merkel sonrası siyasi iklim

Alman seçmenin Merkel sonrası dönem için kafası karışık. Anketlere göre, 26 Eylül seçimlerinde iki dönemdir Almanya’yı yöneten büyük koalisyonun bir daha hükümet kuramayacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. On altı yıllık Merkel iktidarının ardından onun yerini dolduracak bir liderin çıkmayacağı fikri bir hayli yaygın. Hristiyan Demokrat Partisi’nin (CDU) oy kaybı, Merkel iktidarı ile bir hesaplaşma olarak okunmamalı. Merkel, iktidarı döneminde Almanya’yı AB’nin “merkezi gücü” konumuna yükselten lider oldu.

Allensbach Enstitüsünün araştırmasına göre, seçmenin yüzde 87’si oy kullanmak istiyor ancak bunların yüzde 40’ı kime oy vereceği konusunda kararsız. Oy kullanacağını belirten kitlenin yüzde 63’ü ise partilerin başbakan adaylarını ikna edici bulmuyor. Seçmen bir taraftan oy vereceğini bildirirken diğer taraftan siyasi partilere olan güvensizliğini de dile getiriyor. Yüzde 53’ü ise başbakan adaylarından hiçbirinin Almanya’nın sorunlarını çözebileceğine inanmıyor. Tercihlerinin bir bakıma “kötünün iyisinden” yana olacağını ifade ediyor.

Öte yandan Hristiyan Demokratlar oy kaybını durdurmayı başarırsa, Yeşiller ve FDP ile de hükümet kurabilir. SPD ile CDU’nun bir araya gelmesi ise oldukça zor görünüyor. SPD seçim kampanyasının en başında bir daha CDU ile hükümet ortaklığına girmeyeceğini duyurarak, merkez sağ siyasetten merkez sol siyasete dönüş yaptığını açık şekilde kamuoyu ile paylaştı.

26 Eylül’den sonra başlayacak koalisyon görüşmeleri partiler için tavizler gerektirecektir. En az üçlü koalisyon ile yönetilecek olan Almanya’da Sosyal Demokratların (SPD) birinci parti olması durumunda Yeşiller ve Hür Demokratlar (FDP) ile hükümet kurması güçlü bir olasılık. Öte yandan Hristiyan Demokratlar oy kaybını durdurmayı başarırsa, Yeşiller ve FDP ile de hükümet kurabilir. SPD ile CDU’nun bir araya gelmesi ise oldukça zor görünüyor. SPD seçim kampanyasının en başında bir daha CDU ile hükümet ortaklığına girmeyeceğini duyurarak, merkez sağ siyasetten merkez sol siyasete dönüş yaptığını açık şekilde kamuoyu ile paylaştı. Bu durumda yeni hükümetin merkez sol siyasi söylemleri ön plana çıkarması beklenebilir.

[Essen-Duisburg Universitesi İşletme bölümü mezunu olan ve aynı üniversitede doktora çalışmalarına devam eden Asiye Bilgin AB uyum süreci, Türkiye-AB ilişkileri, Avrupa siyaseti ve göç konularında analizler kaleme almaktadır]

Inal

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.