KÜRESEL KRİZ

ABONE OL
19:06 - 01/10/2020 19:06
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Son haftalarda dünyanın hemen her ülkesinde gündemin birinci sırasına oturan küresel finans krizinden söz etmek istiyorum bu hafta. Amacım, krizin nedenleri veya nasıl kazasız belasız atlatılacağı konusunu ele almak değil. O iş ekonomistlerce yeterince yapılıyor. Benim irdelemek istediğim, Türkiye’de krizin algılanış şekli.

Ülkemizin gündemi malum, bir yandan dağdan sokaklara taşınan terör, öte yandan kafa karıştırıcı bir dava, üstüne üstlük dinmeyen ve üslubu giderek sertleşen bir siyasal çekişme ortamı. Bir de ekonomik kriz gelince “vay halimize!” dememek mümkün mü? Daha dün doğal gaza % 22,5 düzeyinde zam yapıldı. Bu zammın gerekçesi de Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Botaş’a ödemediği 700 milyon dolarlık borcuymuş. Yine bilirsiniz, belediyeler Türkiye’de bilinen amaçlarla halka torba torba nohut, makarna, kömür vs. dağıtınca doğal gaz borçlarını da ödeyemiyorlar tabiatıyla! Neyse, bu derin konuları günlük gazetelerimiz derinlemesine işliyorlar – veya işlemiyorlar- onlara bırakalım. Dediğim gibi, benim bugün ele almak istediğim, Türk halkının ekonomik – veya finansal – krizi nasıl algıladığı.

Bir kere sanki bir tür kriz alışkanlığımız var gibi. 1994 Nisanında Tansu Çiller’in başbakanlığında, 2000 Kasım ve 2001 Şubat’ta Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde Türkiye çok ciddi krizler atlattı. Bu krizler hiç kuşkusuz arkalarında hüsranlar, üzüntüler, yıkıntılar bıraktı; insanların kendilerine kurdukları mütevazı dünyalar yıkıldı, yılların emekleri bir anda yok oldu gitti. Bu durum da, “eh ne yapalım, liberal ekonominin düzeni böyle” denerek sineye çekildi hep. Küçük tasarrufçuların yitip giden paraları üzerinde de pek durulmadı desem yalan değil. Kendilerime emanet edilen mevduatları buharlaştıranlara, kendi bankalarını soyan bankerlere, borsa spekülatörlerine, ansızın servetlerine servet katıp sonra da bu servetleri yurtdışına kaçıranlara pek bir şey olduğu söylenemez. Olan, genellikle bu krizle artan hayat pahalılığı altında ezilen az gelirli dürüst vatandaşlarla küçük birikimlerini şimdi artık neredeyse % 80’i yabancıların eline geçmiş olan borsada değerlendirmeye kalkışan, bu arada Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan az sayıdaki yurttaşlarımız.

Tüm kriz deneyimleriyle bu yeni krizin de yeni, çıkmaya başlayan sonuçlarını göğüslemeye hazırlanan Türk halkının günümüzdeki tavrını nitelemek gerekirse ben buna umursamazlık diyorum. Bu umursamazlık kriz kapıya gelip daha fazla can yakmaya başlayıncaya kadar sürecek gibi. Zaten Türkiye’de seksenli yılların neo-liberal yaklaşımlarıyla başlayan ve küreselleşme ideolojisi ile pekişen “ben-merkezli” ve demokratik-kolektif davranış biçimine uymayan bir davranış biçimi egemen oldu. Bunu da bazıları demokratikleşmenin ilerlediği şeklinde yorumluyor! Bilmem çelişkinin böylesine ne denir, ama ülkede şu veya bu şekilde tüm bireyleri ilgilendiren toplumsal olayları büyük çoğunluk kılını kıpırdatmadan izliyor, felaket kendi kapısına gelene kadar da kimsenin umurunda değil olan biten.

Demokrasi, katılımcılık ve halkın kendini yönetmesi demek. Hiçbir konuda sesini çıkartmayan, her şeyi sineye çeken bir toplumda isteyen istediğini yapar. Sonradan şikâyet etmenin çok anlamı olmadığını söylemeye gerek yok. Açıklamaya çalıştığım bu tavrı katılımcı demokrasiye uygun bulan varsa beri gelsin. Türkiye’de sözde demokratik açılımlar olduğu iddia edilirken halkın iradesini dile getireceği kurumsal ve psikolojik ortam yok edildi. Eh, böyle olunca da krizdi, terördü, soygundu, talandı, kimseler ne sesini çıkarır, ne de ortalığa dökülüp başını derde sokar. İşte günümüzün Türkiyesi’ne egemen olan bu atmosferdir.

Herkese iyi haftalar.

Dr. O. Can Ünver

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.