ADAM GİBİ ADAM OLABİLMEK

ABONE OL
11:27 - 23/10/2020 11:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Bugün size bazı insanların nasıl hazımsız ve kendini beğenmiş olduklarını gözler önüne seren güzel bir öykü anlatacağım.

Öykü kahramanının adını açık açık yazabilirim, sizden saklım gizlim olmayacak. Fakat birazcık farklılaştırmakta yarar var sanırım. Bu öykünün baş kahramanı, büyük bilim adamı Samuel Pırıldar.

Ben henüz öğrenciyim. Fakat çalışmalarımdaki özen ve kişiliğimle ilgili olmalı ki Prof. Dr. Hasan Bey ve Doç. Dr. Hamza Bey beni Türk Ansiklopedisi’nde onlarla birlikte çalışmaya davet etti. Bu benim için büyük onurdu. Çok mutlu oldum. Haftanın belirli günleri oraya gidiyorduk ve ansiklopedinin maddelerini düzenliyorduk. Kimilerine yazması için madde başlıkları gönderiyor, kimilerini kendimiz yazıyorduk. Yoğun bir çalışma içerisindeydik. Beni redaktör (düzeltmen) yardımcısı olarak görevlendirdiler. Fakat aradan belirli bir süre geçtikten sonra çalışmalarımdan dolayı Hasan Bey beni “Çocuğun hakkını yemeyelim Hamza, Tahsin de artık bizim gruptan olsun.” diyerek redaktör kadrosuna terfi ettirdi. Bu paye çok büyüktü. Beni, “30 yıllık Türk Ansiklopedisi tarihinde ilk defa akademik kariyeri olmayıp henüz öğrenci iken bu aşamaya gelmiş en genç redaktör sensin.” diyerek, onurlandırdılar. Bunun nedeni ise işimde ve çalışmamda gösterdiğim titizlik ve başarı idi sanırım. Yoksa ne kaşım ne de gözüm kara idi. Yeri geliyor Hasan Bey “Baskıya gitmeden önce Tahsin bir daha baksın!” diye bana güvenini belirtiyordu. Onca zaman çalıştık tek hatam olmadığı gibi Doç. Dr. Kayahan Bey, Doç. Dr. Nevzat Bey dâhil hepsinin takdirini kazanmıştım. O değerli kişilerle öğrenci-hoca ilişkisinin ötesinde âdeta -yıllarca sürecek- abi kardeş gibi olmuştuk. Taaa ki Samuel Pırıldar askerden gelip aramıza katılana kadar. Ki o dönem sanırım kendisi Doç. Dr. olarak kariyer sahibiydi.

Bir gün iş yerine erken gitmiştim. Matbaadan gelen son dizgiden çıkan sayfalar masanın ortasındaydı. Üstünde, baskıya girmesi için onay beklediklerini bildirir küçük bir not vardı. Sayfaları açınca gözüme hatalar ilişmeye başladı. Bu işi yapanlar iyi bilir. O hatalar âdeta sizi mıknatıs gibi “Ben buradayım.” diye kendine çeker, gözünüze batar. Bu, belirli bir süreden sonra alışkanlığın verdiği güzel bir meziyet olacak ve size çok şey kazandıracaktır. Hemen oturup baştan sona tüm sayfaları incelemeye başladım. Epeyce hata vardı. Gerekli düzeltmeleri yaptım ve Hasan Beyin masasına koydum. Benim düzeltmede kullandığım kalem yeşil idi. Herkesin rengi farklıydı, dolayısıyla el el dolaşan sayfalarda kimin ne yaptığı açıkça anlaşılırdı. Hatta zaman zaman Hasan Bey bana “Tahsin, evlâdım yine yeşile boyamışsın. Kim yazmış onu öyle? Bu halini gönderelim de yeşilliklerde biraz otlasın.” diyerek takılırdı. İşte o son düzelttiğim sayfa da yine öylesine otlanası bir şekilde yeşillenmişti.

O sırada Samuel Bey geldi. Yeni neler var falan diye patron havalarında emirler verircesine kostak kostak dolaşmaya başladı. Burnu hep bir karış yukarıdaydı. Birden gözüne, yazım hatalarını düzeltip Hasan Beyin masasına bıraktığım yeşile boyanmış sayfalar ilişti. Görmesiyle birlikte “Bu ne böyle? Bunu sen mi yaptın?” diye kükremesi bir oldu. Ben de olağan bir şekilde “Evet hatalar vardı, düzelttim.” dedim. “Sen kim oluyorsun da benim düzelttiğim sayfaları tekrar kontrol ediyorsun, hadsiz.” demez mi? Böylece işin aslı anlaşılmıştı. Onları güya düzeltip baskıya gönderen kendisiymiş. Oysa bir sürü hata vardı. Düzeltmelerimden dolayı teşekkür edeceğine bunu kendine yedirememiş, üstelik bir de beni fırçalamaya kalkışıyordu. Bağırıyor, köpürüyor, deli gibi üstüme üstüme geliyordu. Artık sabrım kalmamıştı “Eğer işinizi düzgün yapsaydınız ben de düzeltme gereği duymazdım. Söyler misin hangi düzeltmem yanlış. Bir tane yanlışımı bulun ne derseniz kabulüm.” dedim. Ama beni dinlemiyor, dinlemek bir yana pancar gibi kızaran suratıyla, kızarık ibiğini kaldırmış dövüş horozları misali üstüme atlayacak gibi höykürüyordu. Hatta “Senin gibi birine burada yer yok, çık git.” demez mi? Adam daha dün geldi, dağdan gelen misali bağdakini kovuyor. Ben sakinliğimi koruyorum ve saygımı da elden bırakmadan “Beni buraya Hasan Bey getirdi ancak o kovabilir, sizin demenizle değil.” demeye çalışıyorum. Derken kapı açıldı ve Hasan Beyle Hamza Bey içeri girdi. Hasan Bey “Hayırdır İsmail sesin bahçedeki kuşları ürküttü. Ne oldu?” diye sorunca bizim efendi başladı beni karalamaya ve şikâyet etmeye. Ben sessiz, sakin oturuyorum. Bir ara Hasan Bey bana sus dercesine işaret etti. Zaten susuyorum. Büyüklerime saygısızlık hiç yapmadım. Ama kendimi de ezdirmeye hiç niyetim yoktu. Samuel Bey esti, yağdı, gürledi ve son olarak “Ya o gider buradan, ya ben.” demez mi? Zurnanın zırt dediği yere gelinmişti. Hasan Bey “Vallahi Samuel biz kimseyi burada zorla tutmuyoruz. Gitmek isteyen varsa kapı işte orada.” diyerek bana döndü ve “Tahsin, evlâdım gitmek istiyor musun?” diye sordu. Ben de “Hayır hocam, ben sadece işimi yaptım ve yapmaya devam etmek istiyorum.” dedim. Samuel Beye döndü “Yapacak bir şey yok Samuel, o gitmek istemiyor. Sen ne düşünüyorsun?” derken, daha lafı bitmeden Hamza Bey araya girdi. “Hocam bu tatsızlık burada kapansın. Tahsin de bir daha Samuel Beyin kontrol ettiklerine el atmasın.” diyerek ortamı yumuşatma, daha doğrusu Samuel Beyi kurtarma çabasına girdi. Hasan Bey “Tamam o zaman. Tahsin evlâdım sen bir daha ne yapmayacağını anladın mı?” diye kendine özgü hareketiyle, kollarını hafifçe göğüs hizasına kadar kaldırıp ellerini bileklerinden kıvırıp döndürerek, kaşla göz arası bana da göz kırparak sordu. ”Evet hocam, siz nasıl isterseniz. Bir daha onlara el atmam.” dedim. Böylece iş tatlıya(!) bağlandı.

Samuel Bey gittikten sonra Hasan Bey “Sen bildiğini yap evlâdım onlara da bak, kontrol et, ama yeşile boyama, benim kalemimi kullan. Bu adam askerden yeni geldi üstelik bekâr ve ne yaptığını bilmiyor. Aklı başında değil. Sen hiç canını sıkma.” diyerek beni teselli etti.

Hikâye bitti sanmayın, bu daha olayın ilk aşaması. İkinci aşamada daha da kapris ve ihtiras dolu bir girdâba kapılacaksınız.

Fasiküllerin ilk sayfasında görevlilerin listesi yer alırdı. Redaktörler sıralamasında –ki soyadına göre alfabetik sıralama- soyadım “M” ile başladığından “P” harfinden önce olması nedeniyle önce benim adım “Melan, Tahsin” sonra onun adı “Pırıldar, Samuel” diye yazılmıştı. O gelmeden önce hiç kimse böyle şeylere değer ve önem vermezdi. Olağan bir iş ve sıralamaydı. Fakat bu beyefendi o ay çıkacak fasikülün iç kapağını görünce yine olanca egosuyla küplere binmişti. Efendim, nasıl olur da bir öğrencinin adı ondan önce yazılırmış. Bunu yediremedi, isyan etti. Hasan Bey gelince Hamza Bey durumu ona anlattı. Hasan Bey herkesi çağırdı. Yine kendine özgü jest ve mimikleriyle, “Burada hepimiz aynı işi yapıyoruz. Akademik kariyer var veya yok önemli değil. Önemli olan yapılan iştir. Herkesin üstüne düşeni hakkıyla yapmış olmasıdır. Tahsin de bu işi en az bizim kadar, hatta zaman zaman bizden de çok dikkatli yapıyor ve çok emek harcıyor. Böyle basit tartışmalara girmeyelim ve konuyu uzatmayalım.” diyerek olayı kapattı. Bu olaydan sonra Pırıldar efendi bana iyice düşman oldu. Hoş, hiç umurumda değildi. Ben sadece bana olan güvene layık olmaya ve görevimi, gücümün ve bilgimin yettiğince yerine getirmeye çalışıyordum. Ansiklopedi tarihinde onurlu bir yer almış olmanın gururu bana yetiyordu. O dönemler, ileriye dönük olarak hayatımın akışını değiştirecek olan, benim bilgi dağarcığımın, birikimimin geliştiği, ufkumun açıldığı en güzel eğitim, öğrenim günlerim olacaktı. Ki öyle de oldu kanısındayım. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, 30 yıllık mazisiyle en büyük ve değerli eseri olan bu ansiklopedinin son üç cildinde yer alarak bitiş noktasını koyanlardan biri olma şerefine ermiştim. Bu büyük bir onur ve gururdu. Bana bu onuru ve gururu yaşatan başta rahmetli Hasan hocam olmak üzere, bana hem hocalık hem abilik yaparak gönlümde iz bırakan diğer hocalarıma minnettarlığımı hiçbir sözcüğe sığdıramam. Allah onlara ilimlerince sağlıklı uzun ömürler versin.

Bu yaşanmışlıklardan anladım ki bazılarına göre çok çalışmak ve boynuzken kulağı geçmek affedilmez bir hataymış. Bu da bana o dönemlerin en büyük dersi olmuştu. Bilim adamı da olabiliriz, sıradan biri de. En önemlisi adam gibi adam olabilmek.

Tahsin MELAN

Bir Serencam / TM Frankfurt-07.05.2020

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.