Türkiye’nin sokaklarında, pazar yerlerinde ve market raflarında her gün tekrarlanan bir gerçeklik var: Yoksulluk, artık gizlenemez boyutta. Emekli maaşıyla ay sonunu getiremeyen yaşlılar, marketlerde peynirin fiyatına bakıp sadece yarım kalıp alabiliyor. Ayda bir et, haftada bir sebze tüketebilen ailelerin çocukları, beslenme yetersizliğinden gelişim sorunları yaşıyor. Tavuğun bile lüks haline geldiği bu ekonomik çöküntü ortamında, milyonlarca insan hâlâ mevcut iktidara oy veriyor. Bu durumu açıklamak için sadece “cehalet” demek kolaycılıktır. Gerçek daha derin, daha yapısal ve daha acımasızdır.
Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun 2025 Nisan raporuna göre, açlık sınırı 19 bin lirayı, yoksulluk sınırı ise 57 bin lirayı aşmış durumda. Ortalama emekli maaşı ise 12 bin 500 TL. Bu gelirle sağlıklı beslenmek mümkün değil. Türkiye’de her 10 haneden 6’sı, çocuklarına düzenli süt, yumurta ve et veremediğini beyan ediyor. Üstelik bu yoksulluğun artık yalnızca dar gelirli kesimlere değil, eğitimli orta sınıfa da yayıldığını görüyoruz.
Sokaktaki vatandaşa mikrofon uzatıldığında aynı sözleri duyuyoruz: “Et almayı unuttuk, tavuk bile lüks oldu.” Markette 1 kg kıyma 600 TL’yi aşmışken, bir ailenin ayda birkaç kez et tüketebilmesi için tüm diğer harcamalarını kısmak zorunda kalması yeni normal sayılıyor. Ama ilginçtir, bu insanlar yine de AKP’ye oy veriyor.
Yoksulluk, AKP iktidarı tarafından sadece görmezden gelinen bir sorun değil; aynı zamanda yönetme aracıdır. Belediyeler aracılığıyla dağıtılan yardım kolileri, sosyal yardımlar, doğalgaz destekleri ve gıda kartları, milyonlarca insan için geçici de olsa bir “can simidi” işlevi görüyor. Ancak bu yardımlar, bir hak olarak değil, partinin lütfu olarak sunuluyor.
Van’da yaşayan bir vatandaş şöyle diyor: “Koliyi kimden aldığımı bilmezsem bir daha getirmezler. AK Parti getirdi, Allah razı olsun.” Bu cümle, meseleye sadece ekonomik değil, duygusal bir boyut da ekliyor. İnsanlar geçim derdini ‘şükür’ ile geçiştirirken, yardımları oyla ödüyor.
TRT ve yandaş kanallar, halkın gündemini oluşturmada en büyük araç. Açlık ve sefaletin yerini, sabah kuşağı programlarında kurgulanmış aile dramları ve “sınır ötesi operasyonlar” alıyor. A Haber ekranında ekonomi tartışmaları yapılırken, grafiklerde hep “batı bizi kıskanıyor” mesajı veriliyor. İşsiz bir gencin zihni, “neden işe giremiyorum?” sorusuyla değil; “bu ülke bölünmesin” endişesiyle dolduruluyor.
2019’da İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı zafer sonrası iktidarın medya ağı, aylarca bu sonucu “darbe”, “dış müdahale” olarak sundu. Gerçek bir belediyecilik başarısını değil, “ülkeye kumpas kuruldu” algısını işledi. Bu medya düzeni, yurttaşı bilinçli bir seçmen olmaktan çıkarıp korku refleksiyle hareket eden bir sadakat objesine dönüştürdü.
Türkiye’de muhalefet partileri genellikle kentli, laik, seküler bir dil kullanıyor. Ancak sandıklar, büyük oranda taşra ve yoksul mahallelerde kuruluyor. Bir anne çocuğunun beslenme çantasını dolduramazken, muhalefetin “parlamenter sisteme dönüş” vaadi ona bir şey ifade etmiyor.
Mersin’de geçim sıkıntısı yaşayan üç çocuklu bir kadın, seçim öncesi şöyle diyordu: “Muhalefet gelip bizim kapıyı çalmadı. Ama AK Parti ilçe başkanı üç kez geldi, halimizi hatırımızı sordu.” Siyaset, yalnızca vaatle değil, temasla kazanılır. Muhalefet, özellikle sosyal demokrat kesimler, kibrini bırakıp yoksulluğun dilini öğrenmediği sürece bu döngü kırılmaz.
AKP’nin en güçlü silahı, seçmeni dini ve milli duygularla kuşatmasıdır. Parti, kendisini İslam’ın ve “yerli-milli değerlerin” tek temsilcisi olarak sunuyor. Cuma hutbelerinde dolaylı destek alan bu siyaset, özellikle Anadolu’nun iç kesimlerinde “Erdoğan gitsin ama ya şeriat da giderse?” gibi korkular yaratıyor.
Bu korku atmosferi, ekonomik aklı bastırıyor. Aydın’da 65 yaşındaki bir emekli şöyle diyor: “Tamam geçinemiyoruz ama en azından başımızda Müslüman biri var.” Bu cümle, bütün bir propaganda zincirinin nasıl işlediğini özetliyor. İnsanlar, maddi olarak perişan olsa da, manevi olarak ‘yalnız kalma’ korkusuyla aynı siyasi çizgide kalmaya devam ediyor.
Bu düzeni yıkmak, önce bu halkı yoksulluğun bir kader değil, sistemli bir sömürü biçimi olduğuna ikna etmekle mümkündür. Yurttaşa, yardım kolisine mecbur edilmenin bir aşağılama olduğunu, onun da hakkı olan bir hayatın çalındığını göstermek gerekiyor. Bu da sokakta, evde, kahvede, pazarda birebir temasla yapılabilir.
Ayrıca yeni nesle hitap eden, sosyal adalet temelli, halkçı ve laiklikten sapmadan halkla temas kurabilen bir siyasi dil yaratılmalıdır. Kürt, Alevi, kadın, emekçi ve genç seçmenin taleplerini birleştiren ortak bir yaşam mücadelesi örülmeden, AKP’nin yarattığı korku ve sadaka zinciri kırılamaz.
Tavuk artıklarına bile hasret kalmış bir toplumun hâlâ AKP’ye oy vermesi, halkın kötü niyetiyle değil; örgütsüzlüğü, çaresizliği ve korkularıyla açıklanabilir. Bu çaresizlik düzenini yıkmak için önce halkı ayağa kaldıracak bir irade, sonra da bu iradeyi yönetecek güçlü, halkçı bir liderlik gereklidir. Türkiye, bu karanlıktan ancak örgütlü bir halk hareketiyle çıkabilir.
GÜNCEL
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
13 saat önceGÜNCEL
14 saat önceGÜNCEL
15 saat önce
Okan bey siz icinizdeki nefretten dolayi gercegi anliyamiyorsunuz. Turkiye halkinin yarisindan fazlasinin oyuyla iktidarda olan bir partinin nenden hala desteklendigini goremiyorsunuz. Senin destekledigin partinin mesaj nedir halka? Hic dusunemiyorsun. Akil tutulmasi olmussun sen. Uyan! Uyan!