– İşte böyle başladı serüvenimiz, Berlin’den Taşkent’e. Ankara’da başlayan koşuşturma, uçağın içinde doruk noktasına ulaşan duygular ve nihayetinde Taşkent’in serin sabahında atılan ilk adım… Değişen sadece coğrafyadeğil, zamanın kendisiydi. Biz Taşkent’e değil, tarihin yeniden yazıldığı bir coğrafyaya ayak basmıştık…
Aylarca süren toplantılar, yazışmalar, küçük ama önemli detaylarla dolu planlamalar geride kaldı.
Nihayet, Berlin Türk Eğitim Derneği’nin uzun soluklu Özbekistan Gezi organizasyonu meyvesini verdi. Gezimizin adı, kültür gezisiydi. Turistik bir gezi değildi. Bir yılı aşkın zamandır üzerinde titizlikle çalışılan bu gezi programı hazırlanmıştı. 13 Nisan 2025 akşamı son nokta konuldu ve gezi gerçek niteliğine büründü.
Uçağımız sabah 07.25’te havalanacaktı. Bu belliydi. Bavullar akşamdan hazırlanmıştı. Kim kiminle gidecekti havalimanına telefon trafiği başlamıştı.
Buluşma noktası, Berlin’in Willy Brandt Havalimanı. Verilen saatte orada olmak lazımdı. Havalimanına ilk ulaşan Özlem Hanımmış. Geldiği gibi doğru uçuş salonuna geçmiş. Yavuz Bey ve eşi de onu takip eden ilklerdenmiş. Ben ve İsmail Kıratlı biraz geciktik. Havaalanında bizi Yavuz ve eşi karşıladı.
Durmuş kardeşim ve eşi, terminale giriş yapan en son isimlerdi. Nadide ve Ümmühan hanımlar aslında erken gelmişler havalimanına ama bizlerle aynı yerde beklemedikleri için karşılaşmamız mümkün olmamış. Onları son anda fark edebildim. Karşıdan el sallıyorlar. Sonradan Altınkızlar lakabıyla çağıracağımız iki güzel bayan.
Grubumuz 34 kişilik. Çoğumuz birbirimizi tanımıyoruz. Check-in işlemleri önceden yapılmıştı, ama bu kolaylık zannedildiği kadar zaman kazandırmadı bize. Herkesin tek tek kontrol edilmesi, uçuş kartının alınması, bagajların teslim edilme işlemi uzun sürdü. Cek-in yapanlar için ayrı bir bölüm ayrılmamış. Tasarruf tedbiri olabilir. Aklıma“Cek-in yapmasaydık ne olurdu?” sorusu geldi. Geldi gelmesine de yapılacak bir şey de yoktu.
İşlemler tamamlandı, güvenlik kontrolleri yapıldı ve herkes uçuş salonunda yerini aldı. Durmuş kardeşim sohbeti kahve ile taçlandırdı. Sabahın mahmurluğunu böylece üzerimizden attık. Hakikatli adamdır Durmuş.
Grup içinde hafif bir tedirginlik de hissediliyordu. Belki de “her şey yolunda gidecek mi?”
“Grup üyeleri arasında uyum sağlayabilecek miyiz?” gibi sorular düşüyor olmalı herkesin aklına. Gezi öncesi dernekte bir tanışma yapmıştık, yüzeysel bir tanışmaydı. Dernek üyesi olmak, derneğe gelip gitmekten kaynaklanan aşinalık, yeterli değildi tanış olmak için.
Daha oturup birlikte yemek yemedik, aynı odayı paylaşmadık, birlikte yol yürümedik, sohbet etmedik, ortak yönlerimizi tespit etmedik…Birbirimize ne kadar tahammül edebileceğimiz belli değildi. Sabrımız da test edilmedi henüz…
Asıl yolculuk Taşkent’te başlayacaktı; sadece coğrafyaya değil, aynı zamanda tarihe yolculuk yapıyorduk.
Uçuşumuz Ankara aktarmalıydı. Anons yapıldı, kapılar açıldı. Herkes sırayla uçağa yönelirken ben yine en arkada kaldım. Son kişiyi içeri girene kadar takip etmem gerekiyordu. Sorumluluk böyle bir şeydir işte; yalnızca kendimin değil, otuz dört kişilik bir grubun sorumluluğu da sırtımdaydı.
Uçakta yerimizi aldık. Karı koca ayrı düşenler var. Arkadaşlarıyla birlikte oturmak isteyenler var. Sorduk hostese, yer değişikliği mümkün müdür?
“Havalandıktan sonra yer değişikliği yapabilirsiniz” dedi. Ama uçak bir türlü havalanmıyordu. Bekledik. Bir saate yaklaşan bir gecikme yaşandı. Tekrar sordum hostese,” neden havalanmıyoruz? sessizce yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Havalimanında bir olay olmuş, bundan dolayı kalkış izni vermiyorlarmış…” Açıklama kısaydı ama yeterliydi. Öylece koltuklarımıza yaslandık ve beklemeye koyulduk.
Seyahatler çoğu zaman bir saat diliminin değil, bir ruh hâlinin içine doğar. Hele bir de kıtalar arası yolculuk yapıyorsanız telaş kaçınılmaz olarak fazlalaşıyor. Uçağın geç havalanması gibi ufak tefek görünen ayrıntılar telaşı artırır. Böylesi durumlarda sükuneti muhafaza etmek gerekir. Hostesin kulağıma eğilerek hafif sesle olanı söylemesi bundan olmalı.
Berlin’deki gecikme Ankara’ya bir saat rötarla inmemize sebep oldu. Özbekistan uçağına yetişememe telaşı başladı yolcularda, bu telaş sadece bizde değildi. Diğer yolcular bizlerden daha telaşlıydı. Grubumuz ilk sınavını burada verdi. Grup liderlerine bağlıydılar. Fevri hareket etmediler. Taşkent uçağının kalkmasına dakikalar vardı ve biz hâlâ terminalin başka bir köşesinde transit yolcu salonuna ulaşma telaşındaydık.
Koşar adımlarla merdivenleri çıktık; kimimiz sessiz, kimimiz dualı… Transit geçiş kapısına vardığımızda karşılaştığımız durum hayretimizi mucip oldu. Bizden önce gelenlerle sorumlu kişi arasında meydan muharebesi yapılıyordu. Önce ne yapacağımızı bilemedik. Sonra iki kişi daha geldi. Erşan ve Hikmet yaklaştılar şartele ve uçuş kartlarını onaylattılar. Kartların onaylatılması kapıdan geçmek için yeterli değildi. Kavga devam ediyordu. Kapıdaki tek görevlinin mecali kalmamıştı. Dakikalar geçtikçe kalabalığın sesi daha da yükseldi, sabır eşiği düştü.
Kapılar kapalı, yüzler asık. Uçak kaçacak mı korkusu, bir anda ortak bir panik hâline dönüşüverdi. Sonra bir ses: “Diğer kapıya geçin.” Tekrar merdivenlerden aşağıya koşar adımlarla indik. Ama orası da farklı değildi. Yine tek kişi var kapıda. Bu sefer bütün güçleriyle kapıya yüklendi yolcular, görevli de pes edince, yarma hareketi başlatıldı ve zafer kazanan asker edasıyla uçağa binmeyi başardık.
Bu anları, Türkiye’nin başkentinde, uluslararası bir havaalanında yaşıyor olmak işin en can sıkıcı olanıydı. Oysa bir yetkili tarafından sarf edilecek bir cümle yeterdi olurdu telaşı bitirmek için: “Uçak sizleri almadan kalkmaz, panik yapmayın!” Sakinlik, bazen sadece doğru zamanda kurulan bir cümlede saklıdır. Ama o cümle bir türlü kurulamadı.
Uçağa ulaştık ulaşmasına da moralimiz de enerjimiz de sıfıra yaklaştı. Sabah 03 ten beri yoldayız, telaşlı bir yolculuk bu bazen yürüyoruz bazen uçuyoruz. Toplamda sekiz saatlik uçuş gerçekleşecek. Dördü geride kaldı. İkinci dört başladı. Bir şeyler yememiz lazım. Tedbirli olan arkadaşlarımız bizlere birer lokma dağıttılar ama bir lokmayla olacak şey değildi bu. Uçakta yemek ikramı yok. Her şey parayla. Kafese tıkılmış yolcuların çaresizliği üzerinden para kazanmak hiç de insani değil. Yolcuların açlığı üzerinden kâr etmeye çalışan havayolu politikaları, aslında kimseyi şaşırtmıyor ama hâlâ can sıkıyor.
İşte böyle başladı bizim Özbekistan yolculuğumuz. İlk adımda biraz telaşlandık, biraz da yorgunuz… Ama içimizde hâlâ bir beklenti var: Belki Taşkent’in sabahı, tüm bu sıkıntıları unutturacak kadar güzeldir.
Taşkent’e İlk Adım
Sabahın ilk ışıkları Taşkent semalarına usulca yayılırken, uçağımızın tekerlekleri Özbekistan toprağına değiverdi. Saatler 06.35’i gösteriyordu. Kabin içinde bir alkış tufanı. Herkes sevinçli. El bagajlarımızı alıp dışarıya çıkma telaşındayız. Üç duygu var ki sarmalamış durumda içimizi: Açlık, yorgunluk ve merak. Uykusuz gözlerle pencereden dışarı bakan herkesin kafasında aynı düşünce dolaşıyor olmalı: “İşte burası… Özbekistan!”
Pasaport kontrolü beklediğimizden çabuk bitti. Salonun çıkış kapısında bizi karşılayan iki kişilik bir ekip vardı. Ellerinde Türk Eğitim Derneği’nin bayrağını tutuyorlardı. Biri, Diyarbakır aksanıyla “Hoş geldiniz!” dedi. Bukişi, turumuzun sorumlu rehberi Hüseyin Bağır’dı. Diğeri, yüzünden tebessümünü eksik etmeyen, hafif tıknaz yapısıyla tam bir Taşkentli gibi görünen yerel rehberimiz Muhammed Emin.
Hüseyin, esmer teni, uzun saçları ve bakımlı sakalıyla dikkat çeken, orta boylu, zayıf yapılı bir gençti. Sakin ama kararlı bir havası vardı. Muhammed Emin ise ondan biraz daha uzun, daha tombul ama aynı derecede nazik ve ilgili birisiydi. Daha ilk andan itibaren grubun içini rahatlatan bir duruşları vardı, güven meselesi hallolmuştu.
Bayrağın etrafında hızla toparlandık. Bavullar otobüse yerleştirildi. Güneş daha yeni doğarken, Taşkent sokaklarında ilerlemeye başladık.
Otobüs hareket ettikten kısa bir süre sonra Muhammed Emin mikrofonu aldı eline. Yorgunluktan göz kapaklarımızağırlaşsa da, anlattıkları hemen herkesin dikkatini çekti:
“Değerli misafirlerimiz, hoşgelmişsiniz” dedi, tok ve duru bir sesle, “Özbekistan, Orta Asya’nın kalbidir. 36 milyon nüfusumuz var. Halkımızın yüzde 99’u Müslüman. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığımızı kazandık. O yıllar kolay geçmedi. Sansür, dil yasakları, dini kimliğimizin bastırılması… Ama biz sabrettik. Şimdi yeniden kendi özümüze dönüyoruz. Doğalgaz, pamuk, hayvancılık ve ipekçilik ekonomimizin temelidir. Türkiye, halkımızın gönlünde hep özel bir yere sahiptir. Ama şunu da bilin: Üzerimizde Rus etkisi hâlâ hissediliyor. Eğitimde, medyada, hatta dilimizde bile.”
Otobüsün pencerelerinden dışarı bakan herkesin zihninde bir iç kıyas başlamıştı. Kimimiz tarihiyle, kimimiz kitaplardan okuduklarıyla, kimimiz de sadece gördüğü şehir düzeniyle tanımaya çalışıyordu bu yeni coğrafyayı. Şehir tertipliydi, yollar bakımlıydı; ama daha fazlasını keşfetmek gerekiyordu.
Yaklaşık yarım saat sonra otele ulaştık. Bavullar bırakılır bırakılmaz, doğrudan kahvaltı salonuna geçtik. Açlığın açtığı o boşluk; Özbek poğaçalarıyla, çayla, kahveyle, zeytinle, yumurtayla, yeşilliklerle, at salamıyla ve peynirle dolmaya başladı. At salamı hariç hepsi tanıdıktı… Ardından toplantı salonuna geçtik.
Salonda turumuzun genel çerçevesini çizmek ve temel kuralları paylaşmak üzere söz aldım. Ben, Rüştü Kam… Bu yolculuğun organizasyonunu üstlenen kişi olarak, hem grubun düzenini sağlamak hem de rehberimize destek olmak adına içimizden iki kişiyi görevlendiriyorum: Fatma Mıdık ve Yavuz Pederlioğlu. Onlar sizlere hizmet edecek olan derneğimizin yönetim kurulu üyeleridir. Lütfen onların işini zorlaştırmayın.
Gezi boyunca kurallarımız şöyle: Şirket sorumlusu ve rehberimiz Hüseyin tarafından verilen saatte otobüse tam vaktinde binilecek, gecikenlerden ikinci günden itibaren 10 Euro ceza alınacak. Rehber bilgilendirme yaparken sessizlik sağlanacak, o anlarda fotoğraf çekilmeyecek. Grup izinsiz terk edilmeyecek, para bozdurma işlemleri rehberle birlikte halledilecek. Fotoğraf çekimleri için özel zaman ayrılacak, o zaman dışında deklanşöre basılmayacak.
Sonrasında herkes sırayla kendini tanıttı. Heyecanlıydık. Meraklıydık. Güler yüzlü ve sorumluluk sahibi rehberlerimiz vardı. Grubumuz da öyleydi. İlk intibamız böyle. Elbette ilk intiba her zaman isabetlidir. En azından o an öyle görünüyordu. Tur sonunda bu intibaının ne kadar isabetli olduğunu gördük.
Saat 11.00’de odalara geçildi. İki saatlik dinlenme molası verildi.
Ancak planlar her zaman kâğıt üstünde kusursuzdur. Gerçekler ise başka türlü işler… İlk gün, görevli arkadaşlarımızın yeterince kararlı davranamaması bazı aksamalara yol açtı. Bundan dolayı ikinci ve üçüncü günlerde gecikmeler yaşandı. Yarım saat geç kalanlar oldu. Oysa böyle bir programda yarım saat, domino taşları gibi bütün günü sarsabilecek kadar etkili olur. Bu gecikmelerin ardından kurallar tekrar hatırlatıldı. Zamanla herkes, işin ciddiyetini kavradı ve düzen yerine oturdu.
İşte böyle başladı serüvenimiz… Ankara’da başlayan koşuşturma, uçağın içinde karışan duygular ve nihayetinde Taşkent’in serin sabahında atılan ilk adım…
Ama biliyorduk ki bu yolculuk, sadece mekân değiştirmekten ibaret değildi. Burada değişen sadece şehirler değil, zamanın kendisiydi. Biz Taşkent’e değil, tarihin yeniden yazıldığı bir coğrafyaya ayak basmıştık…
Devam edecek
ALMANYA
9 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
10 saat önceALMANYA
11 saat önceALMANYA
12 saat önceALMANYA
16 saat önce