-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
-Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…
Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”-
Üsküp
Murat Hüdavendigâr ile vedalaştık ve hemen yola çıktık. Abdurrahman Akgül vakitlice Üsküp’e varmak için acele ediyor. “Ben bu geziye Üsküp ve Bosna için katıldım” diyor. Mamuşa’ya gidişimiz vakit açısından onu ve bazı arkadaşları rahatsız etti. Mamuşa’yı görünce de fikirlerini değiştirdiler. “İyi ki buraya gelmişiz“dediler.
Abdurrahman’a gezinin fotoğraflanması için görev vermiştim. O da Schönefeld havaalanından beri görevini yaptı. Kendisiyle 1985 ten beri tanışırız. Aynı zamanda hemşerimdir. Geziye eşi Ayşe Hanım’la katıldı. Endişe etmemesi gerektiği, zamanında Üsküp’te olunacağı kendisine söylendi. Söylendi söylenmesine de o ne kadar ikna oldu onu bilemem.
Üsküp’teyiz. Üsküp’ü tanımak için yeteri kadar zamanımız var. Ancak hesapta yağmur yoktu. Üsküp rehberinden önce yağmur karşıladı bizi. Şemsiyesi olanlar, mümkün olduğu ölçüde şemsiyesi olmayanları koruma altına aldılar. Benim gibi rahmetten kaçmayanlar da vardı. Üsküp’ün seması madem özlemiş bizi bırakalım da hasret gidersin. Doya doya akıtsın gözyaşlarını. Eeee, kolay mı, aradan 700 sene geçmiş. Zordur yol gözlemek. Hele bir de yolu gözlenen Türk ise…
Rehberimiz önden biz arkadan hızlı adımlarla köprünün üstüne kadar vardık. Toplandık rehberin etrafında. O anlattı biz dinledik. Nazik ve saygılı bir genç. Retoriği ve bilgisi oldukça güzel. Bilgilendik. Sorular soruldu, cevapları alındı. Ah bir de semanın göz yaşları olmasaydı…
Her tarafa heykel dikilmiş
Köprünün üzerinden bakınca etrafımızda sadece heykelleri görüyoruz. Rehber eliyle de işaret ediyor. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla devlet; Üsküp’ün yüzünü geçmişe döndürerek halka mesaj vermek istiyormuş. “Sen Müslüman değildin pagan idin, geçmişini unutma!” Mesajı… Bunun için dikilmiş o heykeller. Hem de bir gecede. Amaç, Üsküp’ü kendine getirmekmiş. Müslüman kimliğinin dışında farklı bir kimliğinin olduğunu hatırlatmakmış. Osmanlı ruhunu Üsküp’ten söküp atmakmış.
Parayı Avrupa Birliği vermiş. Halk sabah kalktığında başka bir ülkeye uyanmış, heykeller ülkesine.
Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…
Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”
Ayrıca Makedonya Kuzey Makedonya olarak anılmaya başlanınca yeni bir şehir planı uygulamaya konulmuş. Vardar Nehri üzerine köprüler inşa edilmiş, Meydana Arkeoloji Müzesi gibi yapılar yapılmış.
Bu hummalı çalışmanın en güzel tarafı şehrin ışıklandırılması olmuş. Hava kararınca şehre sihirli bir el değiyor ve şehir birdenbire başka bir yer oluveriyor.
Tanıtım sonrasında meydandaki heykellerin arasından geçerek Osmanlı çarşısına vardık. Müslüman Arnavut ve Ortodoks Sırpların bir arada yaşadığı ve esnaflık yaptığı çarşıya. Şehrin Sultanahmet’i veya Eminönü’sü niteliğindeki tarihi çarşıya.
Birdenbire yüzler gülmeye başladı. Dükkanlar tanıdık geldi. Minareler de. Türkiye’nin bir prototipi. Kendi yetiştirdikleri meyveleri ve sebzeleri satan manavlar, dükkanlar, Türk ve Balkan lokantaları, Osmanlı’dan kalma hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler ve türbelerin olduğu bir çarşı burası.
Etrafı seyrederken içimiz huzurla doluyor. Çarşı esnafıyla Türkçe konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyorsunuz. Türkiye’deymişsiniz gibi. İletişim sıkıntısı çekmiyorsunuz. Halk arasında bir söz varmış; “Üsküp’te su bile Türkçe akar” derlermiş.
Balkanlar’da aradığımız ve birer ikişer bulabildiğimiz Osmanlı eserlerinin çoğunlukla ayakta olduğu ülke Makedonya imiş. Özellikle de Üsküp.
Üsküp’te Osmanlı mimarisi korunuyormuş. Mustafa Paşa Camii, Kapan Han, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı, Yiğit Paşa Kültür Merkezi ve Medar camii bu eserlerden bazılarıymış.
Hemen çarşının girişinde solda kadim dostum Ali var. Köfteci Ali. Türkiye’ye her gidişimde Ali’nin köftesini ve yanında acı biberiyle birlikte kuru fasulyesini yemeden geçip gitmem, bu sefer de öyle yaptım. Yanımda Recai ve Ekrem de vardı.
Üsküp rehberimizin anlattığına göre, belediye şehrin elden geçirilmesi için karar almış. Müteahhit firmaya vermiş. Firma, Osmanlıdan kalma Arnavut kaldırımlarını “eskimişler” bahanesiyle söküp, onların yerine yeni taşlar döşemenin daha iyi olacağını söylemiş ve yetkilileri ikna etmiş.
Ancak kazın ayağının öyle olmadığı sonradan anlaşılmış. Müteahhit firma o taşları tarihi eser diye yüksek fiyatlara satarmış. Yetkililer bu durumu öğrenir öğrenmez müdahale etmişler ama meydanın büyük bölümünün taşları sökülmüş. Söküme meydanın aşağısından başlamışlar. Medar Camii’ne kadar gelmişler. Düşmanlık mı desem yoksa hırs mı desem? Ne dersem diyeyim olan olmuş. Belki milyonlarca para kazanmış firma oradan. Çarşıda yürürken aradaki uyumsuzluğu ve çirkinliği hemen fark ediyorsunuz baten…
Ezan okunuyor
Birdenbire ezan sesleri geldi kulağımıza. Müezzinin biri bitiriyor öbürü başlıyor. Bazen de sesler birbirine karışıyor. Ayrı ayrı zamanlarda başlayıp birkaç saniye sonra birbirine karışarak o kadar güzel bir harmoni oluşturuyorlar ki; duygu seline kapılıyoruz, dizlerimizin bağı çözülüyor. Sonuna kadar dinliyoruz ezanı. Allah-ü Ekber…Leilâhe illallah. (Allah büyüktür ve tektir, O’ndan başka ilah da yoktur) Aman Allah’ım ne kadar gurur verici bir an… Tabii özlem de var.
Almanya’dan geliyoruz. Çan seslerine aşina olduğumuz bir ülkeden. Bazılarımız için en az bir senedir duymadığımız ses, o ses, ezan sesi. Kayıt altına alarak o anı ölümsüzleştirmeyi bile unutmuşum heyecanımdan.
Sonrasında yemek için önceden rezervasyon yapılmış olan restorana geçtik. Köfte ve kuru fasulye yiyeceğiz. Köfteci Ramiz’in dükkanının hemen karşısında. “Balkan Ninnisi” filmindeki Ramiz’den bahsediyorum.
Üsküp’ün Tarihi
Üsküp’ün tarihi MÖ IV. yüzyıllara kadar uzanırmış, eski adı Scupi imiş. Arapçada “suların akması ve kaynaması”anlamına gelirmiş. Üsküp, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski bir şehir. Bizans HükümdarıI.Justinyonos Üsküp doğumluymuş. Çok sayıda eser bırakmış Üsküp’e. 1154 tarihinden itibaren Sırp hâkimiyetine girmiş.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın Komünist eyaletlerinden biri haline gelmiş. Çok geçmeden de (1991) bağımsızlığını ilan etmiş.
2000 yıllık Hristiyanlığın anısına Vodno Dağı’nın tepesine bir haç dikilmiş, Milenyum Haçıymış. 66 metre yüksekliğinde olan bu haç, dünyanın en büyük haçı ünvanını elinde bulundurmaktaymış (2024). Mostar’ da. Hum tepesinde de görmüştük benze bir haç. Kiliselerdeki ve benzer yerlerdeki Haç anlamlıdır elbet, onlara sözümüz olmaz. Ama dağların tepelerine dikilen haçlar kışkırtıcıdır. Müslümanlar da aynı şekilde dağlara sembollerini (Hilal) dikmeye kalkarlarsa ne olacağını düşünmek lazım değil midir? Bir de demokrasi dediğimiz bir şey var…
Taşköprü
Üsküp’ün sembolü olan Taşköprü, şehrin tam ortasından geçen Vardar Nehri’nin iki yakasını birleştiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilmiş.
Köprüye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diyenler olduğu gibi Vardar Köprüsü, veya Taşköprü diyenler de varmış. 12 kemerli ve 6 metre genişliğinde bir köprü. Köprü eskiden Üsküp’te bir yakadan öbür yakaya geçmek için kullanılırmış. 1971 yılında başka köprünün inşa edilmesiyle Taşköprü sadece yayalar tarafından kullanılabilir duruma gelmiş
Üsküp’e biraz geç geldiğimizden ve hava da yağmurlu olduğundan fotoğraf çekememiştik. Otele yerleştikten sonra Züleyha Hanım ile fotoğraf çekmek için geriye döndük. Meydan ışıklandırılmıştı ve yağmur da dinmiş idi.
Üsküp için şu cümleyi kurmam yerinde olacaktır; değil Üsküp’ün, Makedonya’nın bütün şehirlerini heykellerle donatsanız da o camiler ayakta kaldığı sürece Osmanlı ruhunu oralardan söküp atamayacaksınız!
Matka Kanyonu
Sabah 08 de otobüs hareket etti. Hedefimizde Selanik var. Geceyi Ohri de geçireceğiz. Ohri’de sıra gecesinde eğleneceğiz ve yemek yiyeceğiz. Bol bol Makedon şarkıları dinleyeceğiz. Ama önce Matka Kanyonu. Üsküp’e sadece 15 kilometre mesafede. Otobüsten indikten sonra yokuş yukarı yürüdük. Bazı arkadaşlar aşağıda kalmayı tercih etti. Neden böyle yaparlar bilmem. Grup gelinceye kadar, orada otobüsün yanında pineklemek nasıl bir duygudur, anlayan varsa beri gelsin.
O yemyeşil ağaçların içinde yürüyerek, ciğerlerimizi oksijenle doldurmak var iken… Baraj gölünde tekne turu da yaptık. Sağımızda solumuzda dağ. Tekne ile dağın eteğinde yol alıyoruz. Uzun süre yukarıya bakmak boyun ağrısına sebep oluyor. Dağın ulaştığı yere bizim uzun süre bakışlarımızla ulaşmamız mümkün değil. Kaptanın seçtiği türküler de Türkçe olunca…İşte budur diyoruz…
XIII.yüzyıldan kalma bir de kilise bulunuyor kanyonda. Hemen barajın başında dinlenme tesisleri de var. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapma yerine orada oturup bir şeyler içmeyi tercih ettiler.
Kalkandelen
Şar dağlarının eteğine kurulmuş bir şehir Kalkandelen. Pena Nehri ile ikiye bölünmüş. Üsküp’e 50 kilometre mesafede. Küçük bir şehir. Sokakları Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş. Kalkandelen, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Tetova ismiyle de anılırmış. Sahip olduğu eserler ile günümüzde bir Osmanlı şehri olarak varlığını sürdürmekte. Tarihin ve doğal güzelliklerin sarıp sarmaladığı şehir Kalkandelen. Kalkandelen’de bir cami varmış, Alaca camii, o camiyi ziyaret etmek için girdik şehre. Ben böylesine süslü bir camiyi ilk defa görüyorum. İki kız kardeşin desteği ile yapılmış; Osmanlı döneminde inşa edilen, Pena Nehri manzarasının enfes güzelliklerine pencere aralayan Alaca Camiinin dış cephesi, geometrik desenlerle kaplı. Harika bir görünümü var. İbadet yapmamız için davetiye çıkarıyor gibi.
Rivayet edildiğine göre, boya yapımında 30.000 yumurta kullanılmış. Küçücük ama hoş bir de bahçesi var. İçi de başka bir güzellikte. İşte burası Müslümanların ibadet ettiği yerdir denildiğinde evet denilmesi, göğsümüzün kabarmasına vesile olacak güzellikte. Caminin yapılmasına sebep olan iki kardeşin kadın olması etkili olmuş olmalı, bu tezyinatın yapılmasında. İbadethaneler sade olmalı şeklinde bir anlayış var Müslümanlar arasında. Doğru bir anlayış değil bu. Selçuklu ve Osmanlı camileri de aynı şekilde tezyin edilmişler. Dış cepheleri Alaca Camii kadar olmasa da göze hoş gelen bir estetiğe sahipler. Divriği Ulu Camii; dünyada benzeri olmayan bir taş işçiliğine sahip. Hiçbir figürü tekrar edilmemiş. Ne yani, Müslümanlar estetikten uzak insanlar mı? Kim bu anlayışı Müslümanlara enjekte ettiyse, estetik düşmanı birisi olmalı…
Allah bu dünyayı özene bezene yaratmış, ne kadar güzel yaratmış. Her bir yaratılanın ayrı bir özelliği ve güzelliği var, cazibesi var. Rengarenk çiçekler, kuşlar, böcekler. Hepsinin rengi ve kokusu farklı. Kuşlar alemi ve hayvanlar alemi de öyle. Dağların ve denizlerin oluşturdukları o harmoni hayretimizi mucip olmuyor mu? Kanyonları görünce vay beee demiyor muyuz? Denizlerdeki çeşitliliğe ne demeli…
Ben derim ki; evet ibadethaneler de o yöredeki insanların estetik anlayışını en güzel şekilde üzerinde taşımalı.
Kalkandelen’de bugüne kadar ulaşan daha çok tarihî eser varmış. Bektaşî tarikatına bağlı olan Harâbâtî Baba Tekkesi gibi. Tekke; yazlık köşkü, çeşmesi, havuzlu çardağı, semahanesi, türbesi, mutfağı ve depolarıyla görmeye değer bir esermiş. Biz o tekkeyi göremedik.
Hemen unutmadan yazayım, Recai’nin dünürü Kalkandelenli imiş. Otobüste ilan etti…Bir seneye kadar düğünlerini de yapacaklarmış…Allah tamamına erdirsin.
Devam edecek
ALMANYA
5 saat önceAVRUPA
5 saat önceAVRUPA
6 saat önceABD
6 saat önceASYA
6 saat önceALMANYA
6 saat önceALMANYA
6 saat önce