BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (X)
Rüştü Kam – Türkistan, 2025
Türkistan’a Gidiyoruz
Otelden erken ayrıldık. Bugün Kazakistan’a geçeceğiz. Hüseyin daha en başta uyarmıştı:
“Bu sınırda biraz oyalanırız. En az bir saat sürer, yola ne kadar erken çıkarsak o kadar karlı çıkarız” demişti.
Nitekim dediklerini aratmayan bir gümrükle karşılaştık.
Pasaportlarımızı ilk görevliye teslim ettik. İşlemler yapıldı derken, on metre sonra ikinci bir kontrol…
Onu da geçtik; bu kez üçüncü bir kontrol daha karşımıza çıktı.
Yani toplamda 30 metre içinde üç ayrı kontrol noktası…
Nezaket deseniz, maalesef yok.
Özbekistan’daki güler yüz burada yerini asık suratlara, kaba hitaplara bırakmıştı.
Gümrükteki dağınıklık ve belirsizlik, personelin hâlini özetliyordu zaten.
Yine de sabırla karşıladık.
“Biz Türk’üz,” dedik içimizden.
Ama gördük ki sadece Türklük yetmiyor Kazakistan’da.
Yanına “İslam”ı koymadan kimliğin tamamlanmadığını orada daha iyi anladık.
Söylene söylene ellerimizde çantalarımızla o sıcakta koyulduk Türkistan yoluna.
İlk Durağımız: Otrar
Timur’un Çin seferi sırasında vefat ettiği yermiş burası.
Gerçekten hastalıktan mı öldü, yoksa bir suikasta mı kurban gitti, hâlâ bilinmiyor.
Kesin olan tek şey var: Timur burada ölmüş.
Naaşı Semerkand’a taşınmış ve oraya defnedilmiş.
O kadar zafer, o kadar ihtişamlı sefer…
Ve sonunda yatakta, sessiz bir ölüm.
Bu ölüm Timur’a yakışmadı.
Hem de hiç yakışmadı.
Ama olacak olan olmuştu.
Ve biliyoruz ki: Olan, olacak olandır.
Otrar, o dönemde büyük bir yerleşim yeriymiş.
Nüfusu yaklaşık 200 bin civarındaymış.
İpek Yolu’nun kalbinde yer alan bu şehir, hem ekonomik hem kültürel açıdan oldukça canlıymış. Gerçek anlamda cıvıl cıvıl bir şehirmiş…
Şehirden geriye kalan kalıntılar arasında dolaşırken, o ihtişamlı çağ gözümüzde canlandı.
Özellikle yerden ısıtmalı ve kanalizasyon sistemine sahip saray odaları, dönemin ne denli gelişmiş bir medeniyet kurduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Otrar’ın giriş kapısında biraz soluklandık.
Rehberimiz Hüseyin, burada Türkistan’daki yeni rehberimizle buluşacağımızı söyledi: Cengiz. Türkiye’de eğitim görmüş, nazik bir delikanlı. Türkçesi akıcı, bilgisi sağlam.
Etrafında toplandık, hoş-beşten sonra başladı Türkistan’ı anlatmaya:
“Değerli misafirlerimiz, Türkistan’a hoş geldiniz. Burası, Türk-İslâm tarihinin kalbidir: Otrar.
Şu an önünde durduğunuz bu şehir ise, Orta Asya’nın kalbi sayılan bir ticaret ve kültür merkezidir.
Eski adıyla: Fârab. El-Fârabi’nin şehri.
İslâm öncesi dönemde dahi önemli bir yerleşim yeriymiş burası.
Milattan sonra 8. yüzyıldan itibaren hızla gelişmiş.
İpek Yolu üzerinde yer alması sayesinde hem Doğu hem Batı tüccarlarının uğrak noktası hâline gelmiş.
Şehrin ortasında yönetim binaları, camiler, hanlar ve kervansaraylar yer alırmış.
Kenar semtlerde ise halk yaşarmış.
Şehir içinde su kanalları ve gelişmiş sulama sistemleri varmış, tarımı destekleyen bir altyapı oluşturulmuş burada.
Otrar’da hem yerleşik halkın hem de göçebe toplulukların katıldığı büyük pazarlar kurulurmuş.
Şehir önce Samanîler’in, ardından Karahanlılar’ın egemenliğine girmiş; 13. yüzyılda ise Harzemşahlar tarafından yönetilmiş.
Yerel yöneticilere genellikle melikya dasubaşı denirmiş. 1219 yılında, Cengiz Han’a bağlı bir kervan Otrar’da öldürülünce bu olay, Moğol istilası için bir bahane olmuş ve Moğollar taş üzerinde taş bırakmamışlar şehirde.”
“Emir Timur’un, 1405 yılı başlarında başladığı Çin seferi sırasında, ordusuyla birlikte Otrar’a kadar geldiği ve burada kısa süreliğine konakladığı bilinmektedir. Otrar, hem konumu hem de yerleşim olanakları açısından büyük orduların geçişi için uygun bir menzildi. O sırada kış mevsimi ağır geçmekteydi. Timur yaklaşık 68 yaşındaydı ve bu zorlu seferin başlangıcında hastalanmıştı. Ordunun konaklamaya uygun bir yere ihtiyacı vardı; Otrar bu yüzden seçildi. Ancak hava şartları, yorgunluk ve muhtemelen zatürre ya da bir enfeksiyon nedeniyle Timur 18 Şubat 1405’te burada vefat etti. Timur’un burada ölmesi bir dönüm noktasıdır. Çünkü Çin seferi yarım kaldı. Ardından gelen siyasal boşluk, Timur’un kurduğu düzenin parçalanmasına yol açtı.”
“El-Fârâbî, İslâm felsefesinin büyük ismi, bu şehirde doğmuştur. Bu sebeple Otrar, Filozoflar şehri olarak da anılır. Medreseleriyle, zengin kütüphaneleriyle meşhur bir şehirdi Otrar. İslâm felsefesi ve bilim tarihine yaptığı katkılar bakımından şehir, Bağdat ve Buhara kadar saygın bir konuma sahipti.
Bu topraklar, büyük bilginler yetiştirmiştir. Bunlardan en meşhuru, hiç şüphesiz Ebû Nasr el-Fârâbî’dir. Bizim için sadece bir filozof değil, Otrar’ın adını bütün dünyaya duyuran bir akıl ışığıdır o.
Batı dünyası onu ‘Alpharabius’adıyla tanır. İslâm dünyası ise ona ‘Muallim-i Sânî’, yani İkinci Öğretmen der. Birinci Öğretmen Aristoteles’tir. El-Fârâbî, Aristoteles’in eserlerini yorumlamış, İslâm dünyasında mantık ve felsefenin kurucularından biri olmuştur.
Mantık, siyaset, metafizik ve ahlak üzerine eserler vermiştir. Felsefeyi dinle uzlaştırma çabası onu Meşşâî (Aristotelesçi) okul içinde özel bir yere taşımıştır. El-Medînetü’l-Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı eseriyle hem ideal toplum hem de ahlak felsefesi üzerine düşünceler geliştirmiştir. İbn Sînâ başta olmak üzere sonraki tüm İslâm filozofları üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Eserlerini Arapça ve Farsça yazmıştır.”
“Fârâbî yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir müzik kuramcısıdır. ‘Kitâbü’l-Mûsikî el-Kebîr’ adlı eseri, Orta Çağ müzik teorisinin temel kaynaklarından biridir. Matematik, astronomi, fizik gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Bilgi kuramı (epistemoloji) üzerine yazdığı metinler hem Batı’da hem Doğu’da uzun süre okutulmuştur. 950 yılı civarında Şam’da vefat etmiştir. Sade bir hayat sürmüş, hiçbir zaman zenginlik veya makam peşinde koşmamıştır. Halkın arasında yaşardı. Öğrencileriyle bahçelerde buluşup tartışmalar yapardı.”
“Değerli misafirlerimiz, Otrar’ın bağrından çıkan büyük filozof El-Fârâbî yalnızca bilimle değil, toplum düzeniyle de ilgilenmiştir. En meşhur eserlerinden biri olan el-Medînetü’l-Fâzıla, yani ‘Erdemli Şehir’, aslında onun ideal bir toplum için kurduğu hayaldir.”
Fârâbî’ye göre erdemli şehir, insanların yalnızca maddî refahı için değil, manevî olgunluğuveahlakî kemâli için kurulur. Bu şehirde yöneticiler hem bilgili hem erdemli olmalıdır. Halk bilgi, adalet, yardımlaşma ve hikmet ekseninde yaşamalıdır. Bu toplumda her birey kendi yeteneğine göre topluma katkıda bulunur; toplumda kimse fazlalık değildir.
-Erdemli Şehir (el-Medînetü’l-Fâzıla): Hikmet ve adaletle yönetilen toplumların şehri.
-Cahil Şehir (el-Medînetü’l-Câhile): Sadece maddî hazlara yönelmiş,maneviyattan uzak toplumların şehri.
-Sapkın Şehir (el-Medînetü’d-Dâlle): Bilerek kötülüğü seçen ve hakikatten uzaklaşan toplumların şehri.
Fârâbî’ye göre bir şehir, insanı yüceltiyorsa gerçek şehir olmuştur; yoksa taş yığınıdır. Ona göre en üstün toplum, bireyin ahlâkını yükselten, insana ‘niçin var olduğunu’ hatırlatan yapıdır.”
Fârâbî’nin erdemli şehir ideali, Otrar’ın sokaklarında yeniden yankılandı bizim için. Her köşesinde yıkıntı olsa da bu topraklar zamanında hem aklın hem ahlakın yeşerdiği bir yermiş, şehirmiş. Erdemli bir şehir. Erdemli şehir, sadece büyük binalarla kurulmaz; büyük fikirlerle yaşar. Otrar yıkılmış ama Fârâbî’nin erdemli şehir hayali hâlâ dimdik ayakta. El-Fârâbî, doğduğu bu topraklardan çıkıp Bağdat’a, Şam’a, Halep’e kadar gitmiş; fikirleri yüzyıllar boyunca Batı’da bile yankı bulmuş. Bugün Otrar toprakları sessiz; ama Fârâbî’nin fikirleri hâlâ konuşuyor. “Erdemli şehir” hayalini kurarken belki de gözünün önünde Otrar’ın sokakları vardı. Ama bugün tüm dünya şehirleri o Erdemli Şehir idealini, idealize etmek için bekliyor…
Otrar’da rüzgâr bile başka esiyor. Ne tam sessiz ne de bütünüyle terk edilmiş. Tozların içinden yükselen harabe duvarlar, zamanla yarışan birer hatıra gibi. Timur’un son nefesini burada vermesi şehre hüzünlü bir anlam yüklemiş. Otrar’ın kaderi de tıpkı büyük komutanların kaderi gibi; ihtişamla başlamış, enkazla devam etmiş. Ama her yıkımda bir hikmet saklıdır. Belki de Otrar, ölümüyle Timur’un ihtişamını ebedîleştirmiştir.
Fârabi’nin erdemli şehir için yazdığı ve bestelediği eserinin eşliğinde Otrar’dan ayrıldık. Ey Türkistan toprakları ne değerler varmış senin o kara bağrında yatan…!
Türkistan; Fârabi’nin ve Ahmet Yesevî’nin memleketi, meğer irfanın toprağıymış. Türkistan, ilmin, hikmetin ve manevi terbiyenin merkeziymiş meğer. Ahmet Yesevî de burada doğmuş, burada yaşamış ve Orta Asya’nın en büyük tasavvuf okullarından birini kurmuş. Derlermiş ki, ‘Türkistan Yesevî’nin tahtıdır.’
Türkistan’ın vahşi bozkırlarında bu güzel insanların yapıp ettiklerinin hayaliyle yol alırken, rehberimiz Cengiz, Aslan Baba türbesine geldiğimizi söyledi. İndik otobüsten. Sonra Hâce Ahmet Yesevî’nin dergâhını, medresesini ve türbesini ziyaret edecekmişiz.
“Ahmet Yesevî’yi, Ahmet Yesevî yapan kişi Aslan Baba’dır,” dedi rehberimiz Cengiz. Ve devam etti. “Onun ilk hocası, ilk eğiticisidir Aslan Baba. Hakkında bilinenler menkıbevî kaynaklara dayansa da tasavvuf tarihinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğu herkesin malumudur. Hikâye şöyledir:
Rivayete göre Peygamber Efendimiz, kendisine emanet edilen bir hurmayı sahibine ulaştırması için Aslan Baba’ya vermiş. Aslan Baba da bu hurmayı 400 yıl ağzında taşıyarak Türkistan’a kadar getirmiş. Ve bir gün, sokak başında bir çocukla karşılaşmış:
— Sen Aslan Baba olmalısın.
— Evet, ben Aslan Baba’yım.
— Sen de Ahmed’sin.
— Evet, ben de Ahmed’im.
Kucaklaşmışlar. Rivayet bu ya, gözyaşları sel olup akmış Türkistan sokaklarına. İlahi bir emanet teslim edilmiş, bir gönül köprüsü kurulmuş çünkü. Geleceğin Yesevî’si, ilk adımını işte böyle atmış.”
Aslan Baba’nın türbesi, tüm sadeliğiyle orada duruyordu. Gösterişsiz ama vakur. İçeride bir hafız Yasin süresini okuyordu. Ortam söze gerek bırakmayacak kadar temiz ve sakindi. Kimse taşkınlık etmiyor, türbeye el sürmüyordu. Dua ediliyor ama onlardan medet umulmuyordu. Bu vakur hâl, türbe adabının nasıl olması gerektiğini gösteriyordu.
Hürmetle ayrıldık huzurdan.
Ahmet Yesevî bizi bekliyordu. Ama bazen planlar bize ait olmuyor. Keriman Hanım’ın burnu kanadı. O sıcakta durmadan hareket halindeydi, her bir eseri kadrajına almak için bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Belli ki objektife takılmayan bir eser kalmasın istiyordu. Haklıydı. Bir daha ya gelinir ya gelinmez bu topraklara. Hemen rehberimiz ilk yardımı aradı ve 15 dakika içinde sağlık ekibi geldi ve hemen müdahale etti. Korkulacak bir şey yoktu. Yolumuza devam edebilirdik…Geçmiş olsun Keriman Hanım…Herkesin duası onunlaydı.
Gün boyu hava çok sıcaktı. Bazı arkadaşlarımız Özbek takkesiyle, bazıları siperlikli şapkayla kendilerini koruma altına almaya çalıştılar.
Akşamın ilk saatlerinde, Türkistan şehir merkezine vardık. Otele uğramadan doğru restorana geçtik. Yemeği kaçırmamamız gerekiyordu. Kazakistan mutfağında başka lezzetlerle tanıştık. Yemekte kımızın tadına bile baktık. Baktık derken öyle bir yudum falan değil, yarım su bardağı kadar içtik yani.
Yesevi’yi ziyaret etmek için sabaha kadar bekleyemezdik. Geziyi planlarken ilk güzergahımızda yoktu Türkistan. Hikmet Yılmaz ve birkaç arkadaş teklif etmişlerdi “Türkistan’ı da programa alalım” diye. Aldık. İsabetli bir teklif olmuş. Özbekistan’a kadar gelip de Türkistan’a uğramamak zaten Ahmet Yesevi’ye saygısızlık olurmuş, onu daha iyi anladık buraya gelince. Yemeğin ardından rehberimiz bizleri Ahmet Yeseviy’e yolcu etti.
“Otelin arkasından, şu sokaktan girin, sağa dönün; türbeyi hemen görürsünüz.”
Yorgun bedenlerle yürüdük Ahmet Yesevi’ye doğru, maalesef kapılar kapalıydı. O gece giremedik türbeye. Ama, burada olduğumuzu ve selamımızı dışarıdan ilettik kendisine. O da bizi bekliyormuş aslında. Biz gecikince, istirahate çekilmiş…
Ertesi sabah saat yedide türbenin kapısındaydık. Bu sefer tüm kapılar arkasına kadar açıktı. “Hoş geldiniz” sözleriyle sıcak bir karşılama oldu.
Yeni rehberimiz Cengiz, Türkistan doğumluymuş. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Anlatımı kuvvetli, kavramlara hâkim. O anlatmaya başlayınca bize susmak düştü ve sustuk:
Hâce Ahmed Yesevî
“Türkistan, Türk dünyasının kalbidir. Şu an durduğumuz yer, Hazreti Türkistan diye de anılan, Hâce Ahmed Yesevî’nin kutlu makamıdır… Bu türbe sadece tuğladan yapılmış bir yapı değil, asırlardır süren bir manevi nefesin, bir hikmet ocağının merkezidir.
Hâce Ahmed Yesevî, 11. yüzyılın ikinci yarısında Sayram’da doğmuş, küçük yaşta hem annesini hem babasını kaybetmiştir.
Sonra yolu Buhara’ya düşmüş ve orada büyük mürşid Yusuf el-Hemedânî’ye bağlanmış. Onun halifesi olmuş. 63 yaşına geldiğinde de, ‘Ben Peygamber Efendimiz’den daha fazla güneş altında yaşayamam, gezip dolaşamam’ deyip yer altına inmiş ve orada 10 sene daha yaşamıştır. Bu, “ölmeden önce ölmek” anlayışının canlı bir örneğidir. Rivayete göre Divan-ı Hikmet’ini de orada yazmıştır.
Şimdi başınızı biraz yukarıya kaldırın. Bu kubbenin yüksekliği 39 metredir. Orta Asya’daki en büyük tuğla ile yapılan kubbelerden biridir bu.
1389 yılında Emir Timur rüyasında Ahmed Yesevî ile karşılaşmış. Kendisini zafer ile müjdelemiş. Timur da şükran ifadesi olarak bu türbenin inşasına başlamıştır. Ancak Timur’un 1405’teki ölümüyle yapımı yarım kalmıştır. Hiçbir çivi kullanılmadan yapılan bu abidevi yapı; 39 metre yüksekliğinde, iki katlı, 35 odalıdır ve Orta Asya’nın en büyük tuğladan yapılan kubbesine sahiptir.
İçeri girdiğinizde ilk dikkatinizi çekecek olan, Taykazan’dır. Taykazan; tam 2 ton ağırlığında, 2 metre 45 santim çapında devasa bir kazandır. 3 ton su alır. Eskiden Cuma namazı sonrası içi suyla doldurulup ziyaretçilere ikram edilirmiş.
Stalin zamanında Leningrad’a götürülmüş, 1989’da da Kazak makamlarının girişimiyle tekrar buraya getirilmiştir.
Bu gördüğünüz külliyede sadece türbe yoktur. Hemen dış kısımda bir tekke var. A. Yesevî orada talebelerine ders verirmiş. İbadet yerleri, tören mekânları ve bir de çilehane var. Yani bir gönül terbiyesi okulu gibi düşünebilirsiniz bu külliyeyi.
Kubbenin altında, tam mezarın üstüne gelen o küçük kubbeciğe kufi hatla bir yazı yazılmış: el-Mülkü lillâh – yani mülk Allah’ındır. İşte bu söz, hem binaya hem de onun ruhuna mührünü vurmuştur.
Türkiye, bu türbeyi sadece uzaktan izlemekle yetinmemiş. 1993 yılında Kazakistan’la yapılan bir anlaşmayla restorasyonunu üstlenmiştir. TİKA eliyle 2000’li yıllarda bugünkü görünümüne kavuşmuş ve 2003’te de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır.
Gönül ehli bir pîrin yattığı bu yerde adım attığınız her taşın, her tuğlanın altında asırlık bir nefes vardır. Sizler de o nefesi ciğerlerinize doldurun ve içinizle hissedin…”
Biz de öyle yaptık. Orada hemen bir zikir halkası oluşturduk. Topluca tekbir ve salavat getirdik. Özlem hanım da kendisine özel bir dua ile bu güzelliğe güzellik kattı. Biraz heyecanlıydı. Bu kubbenin altında kim heyecanlanmaz ki;…
“Ahmet Yesevî Hazretleri’nin hikmetadını verdiği şiirleri, halk diliyle yazılmıştır. Anlaşılır, sade ve kalpten gelen bir anlatımla insanlara İslâm’ı sevdirmiştir.
Yesevî, sadece zahir ilimlerle yetinmezdi. Batınî ilimlerle birlikte nefis terbiyesini de merkeze alırdı. Tarikat ve dergâh yapısıyla, dinin hayata dokunan yanını güçlendirmiştir.
Onun etkisiyle Ahilik, Bektaşilik ve Mevlevilik gibi yapılar ortaya çıkmıştır. İslâm’ı korku dini değil, sevgi dini olarak anlamış ve öyle anlatmıştır.”
“Kibirli olmayın; kibir en büyük zaaftır.
Kendinizi bilin; kendini bilmeyen Rabb’ini bilemez.
İnsanlara hizmet edin ama karşılık beklemeyin.
Gösterişten uzak durun; sade yaşamak en doğal zenginliktir.
Dilinize sahip çıkın; çünkü gelecek, sözün izinden yürür.
Bilgi, uygulanmadıkça anlam taşımaz.
Allah aşkı olmadan hakikat yolu yürünmez.
Akıl ve kalp birlikte yürümelidir.”
Taşkent Çarşısı ve Ramazan Amca’nın Hikâyesi
Türkistan’dan ayrılıyoruz. Tekrar Taşkent’e dönmemiz gerekiyor; çünkü Berlin’e oradan uçacağız. Aslında Türkistan’da biraz daha kalabilirdik. Kalırdık da… Fakat Hüseyin Bey, hanımlara bir söz vermişti:
“Taşkent çarşısı büyük bir çarşıdır. Ne ararsanız orada bulursunuz. Zaten uçuşumuz da oradan, o yüzden başka yerlerden hediyelikler alıp yük taşımaya gerek yok. Hem gittiğimiz şehirlerde çarşı pazarda vakit kaybetmemiş oluruz,” demişti.
Hanımlar bu sözleri unutmamışlar.
“Yine de Türkistan’dan ve başka yerlerden alacaklarımızı almış, heybemizi doldurmuştuk.
Sadece çarşıda, sokak aralarında biraz daha dolaşmanın zararı olmazdı.
Belki bizim de yolumuzun üstüne bir Aslan Baba çıkardı, kim bilir…”
Taşkent’e kadar uzanan yolda otobüste konuşulanlar hep aynı şeylerdi.
12 günlük turun özeti, yaşananlar ve Ahmet Yesevî.
Bizim gezilerde bir geleneğimiz vardır: Her bir arkadaşımız mikrofona davet edilir ve geziden ne aldıysa, içinde ne kaldıysa anlatır.
Böylece başka gözlerle yapılan değerlendirmeler, kolektif bir hafıza oluştururdu.
Bu gezimizde böyle bir uygulama yapmadık. Hepsini Taşkent’teki otelde topluca yapacağız.
Kazakistan gümrüğünde yine o bildik sıkıntıları yaşadık.
Ama bu defa, Ahmed Yesevî terbiyesi almış insanlar olarak hoşgörüyle karşıladık her şeyi.
“Eyvallah,” dedik. Sabır gösterdik.
Taşkent’e vaktinde ulaştık. Alışveriş için yeterince zamanımız vardı.
Yıldız Hanım bize çarşıyı tanıttı, kısa bir bilgilendirme yaptı ve sonra gruptan ayrıldı:
”Taşkent Çarşısı, ya da yerel adıyla Chorsu Pazarı, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te bulunan, hem tarihî hem de kültürel anlamda büyük öneme sahip bir pazardır. Şehrin eski kesiminde, tarih boyunca İpek Yolu üzerinde bir ticaret merkezi olarak şekillenen bu çarşı, yüzyıllardır kesintisiz bir biçimde bölge halkına ve gelen gezginlere hizmet vermektedir. Taşkent’in kalbi olarak nitelenebilecek bu canlı alan, sadece bir alışveriş noktası değil; aynı zamanda yerel yaşamın, geleneklerin ve toplumsal etkileşimin bir sahnesidir.
Chorsu Pazarı, Özbekistan’ın en eski ve en büyük pazarlarından biri olarak kabul edilir. Taşkent’in simgelerinden biri hâline gelen mavi kubbesiyle dikkat çeken çarşı, mimarî açıdan da etkileyicidir. Sovyet döneminde yeniden inşa edilen bu kubbe, geleneksel İslam mimarisiyle modern mühendisliğin bir araya geldiği nadir örneklerden biridir. Kubbenin altında kurulu geniş pazar alanında, Özbekistan’a özgü her türlü ürünü bulmak mümkündür: taze sebze ve meyvelerden, envai çeşit baharata; kuru meyvelerden, geleneksel Özbek tatlılarına; el yapımı takılardan, ahşap oymalara ve seramik eşyalara kadar çok geniş bir yelpaze sunar. Satıcılar genellikle geleneksel kıyafetler içindedir ve pazarlık kültürü hâlâ canlı bir biçimde sürmektedir. Bu durum, ziyaretçilere yalnızca bir alışveriş deneyimi değil, aynı zamanda yerel yaşamın içine doğrudan bir temas fırsatı da sunar.
Chorsu Pazarı’nın en dikkat çeken yönlerinden biri de, el sanatlarına ayrılan bölümleridir. Özellikle çanak çömlek ustaları, ahşap oymacılar, demirciler ve dokumacılar burada ürünlerini sergiler. Geleneksel Özbek halıları, işlemeli yün kıyafetler, nakışlı başlıklar ve el yapımı bıçaklar gibi özgün hediyelik eşyalar pazarda sıkça karşılaşılan ürünler arasındadır. Bu yönüyle çarşı, yerli sanatın sürdürüldüğü ve gelecek kuşaklara aktarıldığı bir merkez işlevi de görmektedir.
Taşkent’te Chorsu dışında bir diğer önemli pazar da Alay Pazarı’dır. Bu pazar daha çok kuru meyve, mevsimlik sebze ve taze ürünlere odaklanır. Chorsu kadar turistik olmasa da, yerel halkın günlük ihtiyaçlarını karşıladığı için kent kültürünün anlaşılması açısından değerli bir örnektir.
Özetle Chorsu Pazarı, Taşkent’in sadece tarihî bir çarşısı değil; Özbek kültürünün, geleneksel sanatların, sosyal etkileşimin ve ticaretin iç içe geçtiği, yaşayan bir mirasıdır. Gerek atmosferi, gerek çeşitliliğiyle ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunar. Bu nedenle Özbekistan’a gelen her gezginin uğramadan geçmemesi gereken bir duraktır.”
Saat 20.00’de otelde buluşup yemeğe geçecektik. Otel, çarşıya 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi.
Herkes kendi arkadaş grubuyla daldı çarşının içine.
Gerçekten de devasa bir yer.
İnsan hariç her şeyin satıldığı bir pazar…
Git git bitmiyor.
Alacaklarımızı aldık.
Yolda Taşkent fırınına rastladık. O sıcak tandır ekmeklerinin kokusu büyüledi hepimizi.
Yemeğe az kalmıştı ama düşünemedik. Sıcak sıcak aldık, çarşıda dolaşırken o ekmekleri elimizle kopararak yedik bitirdik. Nostalji.
İnsanlar bize bakıyordu.
Belki de “bunlar açlıktan çıktı” diye düşünenler olmuştur, kim bilir…
Zeynep Bozkurt, Sebahattin ve Selda Bozkurt, İsmail Kıratlı, Ramazan Yokuş ve birkaç kişi daha birlikteydik. Bizler. Bir grup olduk.
Hatta dondurma bile yedik, külahlarda. Uzunca bir zaman geçti. Alacaklarımızın çoğunu da aldık.
Ramazan Kızılyokuş, çarşıdan alacaklarını almış. Zeynep Hanım’a dönüp,
“Ben gidiyorum, sizin ne zaman geleceğiniz belli değil,” demiş ve çekip gitmiş.
Zeynep Hanım “Gitme” demiş ama dinletememiş.
Biz o sırada bir dükkândaydık, içeride alışveriş yapıyorduk.
İşimiz bitince belirlenen buluşma noktasına geldik. Ama Ramazan Amca yoktu.
İçimize bir sıkıntı çöktü.
O koca çarşıyı yeniden taramak için hepimiz farklı yönlere dağıldık. Yok, bulamadık.
Telefon kartı da almadığı için iletişim de kuramıyorduk.
Hüseyin’i aradık, otelde de yokmuş.
Biz taksiye binip otele geçtik. Otobüs, hareket için hazır bekliyordu. Olanları anlattık.
Hüseyin, birkaç arkadaşıyla aramaya çıktılar.
Sabah uçağımız var. Saat 03.00’te havaalanına hareket etmemiz gerekiyor.
Restorana geldik, Hüseyin ve ekip hâlâ yok.
Yıldız Hanım polisi aradı…Daha erken üzerinden biraz zaman geçmesi gerekir demişler.
Derken bir telefon: Hüseyin arıyor.
Ramazan Amca otele dönmüş!
Başta Özlem Hanım olmak üzere bir grup hanım, restoran kapısında alkışla karşılamak için organize olmuşlar.
Bize de söylediler. Ama ben karşı çıktım.
“Hayır,” dedim. “Bizim onu alkışlamamız gerekmez. Önce gelip Zeynep Hanım’dan, sonra hepimizden özür dilemeli, helallik istemeli.”
Dedim demesine ama…
Dinleyen kim?
Alkışladılar.
Ramazan Amca içeri girdi, yerine oturdu.
Yanına yaklaştım.
Ramazan amca biz korkuttun, geçmiş olsun ama Zeynep Hanım’dan özür dile, kadın çok üzüldü, neredeyse ağlayacaktı, sonra da hepimizden, dedim.
“Neden özür dileyecekmişim? O beni kaybetti, ben özür dilemeyon” demesin mi! Dondum kaldım.
Yapacak bir şey yoktu.
Olan olmuştu. O yine bizim Ramazan amcamız dı…
Yemekler lezzetliydi. Taşkent’teki son akşam yemeğimiz. Restoran’ın düzenlemesi de fevkaladeydi. Zaten Özbekistan’daki yemek yediğimiz restoranların iç tasarımı ayrı bir lezzet katıyordu yemeklere…
Yemekten sonra eşler çalan müziğe bahçede eşlik ettiler. Eşi olmayanlar da eşleşerek danslarını ettiler. Son gecemiz biraz tatsız başladı ama güzel bir müzik eşliğinde son buldu. Doğru otele, önce kısa bir değerlendirme yapmak için otelin salonuna geçtik.
Orada leh ve aleyhte son değerlendirmeler yapıldı, Hüseyin ve Yıldız’la helalleştik. Vedalaşırken ağlayanlar bile oldu. Aslında hepimiz için ayrılık zor oldu. Kolay değil 12 gün her dakika berabersiniz ve 13. Gün ayrılıyorsunuz, belki bir daha yolunuz kesişmeyecek o insanlarla.
Rehberlerimiz de güzeldi tur sorumlumuz Hüseyin de. Onlar sayesinde Özbekistan ve Türkistan’ı tanıdık, tanıttılar bize; taşını da tanıttılar toprağını da yiyeceklerini içeceklerini de köklerimizi de tanıttılar. O güzel insanları, tanımasak da etmesek de aynı yollarda yürüdüğümüz o insanlar dünya medeniyetine katkıda bulunan insanlardı, belki, dünya onlar var diye dönüyordur bugün.
İslâm ile Türk kafası bir araya gelince, birleşince nelerin başarıldığını görmek o insanların bastığı topraklara basmak, onların teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek az bir şey midir? Bugün başımıza gelenlerin İslâm’dan uzaklaştığımız için başımıza geldiğini anlamak az bir şey midir?
Başta Türk Eğitim Derneği’nin vefakâr- cefâkar yöneticilerine üyelerine ve desteklerini esirgemeyen tüm dostlara, sonra da Hüseyin ve Yıldız Hanım kardeşlerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz. İyi ki varsınız.
On iki gün yaşadık; sanki her biri başlı başına bir mevsimdi.
Özbekistan’ın taş sokaklarında, Semerkand’ın mavi kubbelerinde, Buhara’nın ilim kokan sokkalarında, Şehr-i Sebz’in rüzgârında yürüdük. Türkistan’da bir hikmete durduk. Her adımda bir zaman dilimi açıldı önümüzde. Her durakta hem geçmişe hem kendimize baktık.
Gün doğumlarıyla yola çıktık, akşam ezanıyla menzile vardık. Kimi zaman güldük, kimi zaman ağladık.
Yol arkadaşlığı, aynı otobüsü paylaşmaktan çok, aynı duyguların gölgesinde yürümekmiş; bunu öğrendik.
Tanıdıkça tanıdığımızı sandıklarımızı, kendi içimize biraz daha yaklaştık.
Gümrük kapılarında sabrı, türbelerde vakarı öğrendik.
Yıkık surlardan geçmişin direncini, mabet duvarlarından sessizliğin öğüdünü dinledik.
Emir Timur’un gölgesinde gücün sorumluluğunu, Yesevî Hazretleri’nin türbesinde gönlün hafifliğini duyumsadık.
Hiçbir anımız boşa geçmedi.
Her durakta bir iz kaldı içimizde.
Bu yolculukta heybemizi maneviyatla doldurduk, ilimle doldurduk; geçmişten bugüne ulaşan kültürün üzerimizde bıraktığı derin duygularla doldurduk.
Bavulumuza yalnızca eşyalar değil; yeni bakışlar, taze kelimeler ve içimize düşen sorular da sığdı.
On iki gün sonra Berlin’e, on iki gün önce Berlin’den ayrılan bizler olarak dönmedik.
İçimizde bir şeyler kaldı, bir şeyler değişti.
Anladık ki: Yola çıkmak, dünyayı görmekten çok, kalbi hatırlamakmış.
Yollar biter, ama hatıralar bitmezmiş.
Adımlar durur, ama hikmet yürümeye devam edermiş.
Yolun başında belki sadece uzakları görmekti niyetimiz.
Ama her durakta bir kelimeye, her adımda bir insana, her kıvrımda bir zamana rastladık.
Coğrafya, haritaların çizdiği bir şekil değilmiş meğer; bazen kalbimize işlenen bir yankıymış.
Otuz dört kişi çıktık Berlin’den bu yola; dönerken yanımızda bir milleti, bir tarihi ve kendimize ait bambaşka bir sesi taşıyorduk. …o ses, tarihin tozlu sayfalarından değil, yüreğimizin en derininden gelen bir uyarıydı: “Sen Müslüman Türk’sün; unutursan yok olursun, hatırlarsan yeniden doğarsın.”
BİTTİ
ALMANYA
Az önceALMANYA
22 dakika önceGÜNCEL
1 saat önceGÜNCEL
2 saat önceALMANYA
12 saat önceALMANYA
19 saat önceGÜNCEL
19 saat önce