ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)

ABONE OL
11:52 - 19/06/2025 11:52
ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (VII)
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

– Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…

Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…

İlimle yoğrulmuş,edep ile şekillenmiş,irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da-

BUHARA III

Otelde yaptığımız mükemmel bir kahvaltının arkasından valizlerimizi aşağıya indirdik. Gezip görülecek yerlerden hemen sonra hızlı tirenle Semerkand’a müteveccihen yola çıkacağız. Önce Leb-i Havuz (Lyabi-Hauz). Havuz başı demek. 

Lyabi-Hauz Meydanı

“Lyabi” Farsça’da “kenar”, “hauz” ise “havuz” anlamına geliyor. Yani kelime anlamıyla “havuz başı” demektir. Ama aslında sadece bir havuz değil, çok daha fazlası. Meydan, 17. yüzyılda Nadir Divan Beği tarafından düzenlenmiş. O dönemlerde Buhara’da su kaynakları çok olduğundan. Şehirde yüzlerce havuz bulunurmuş. Bu havuzlar yalnızca su ihtiyacını karşılamaz, aynı zamanda halkın buluşma noktası da olurmuş. İnsanlar burada toplanır, sohbet eder, dinlenir, çay içerlermiş. Leb-i Havuz, günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, en büyük ve en bilinen havuzlardanmış. Etrafındaki gördüğünüz çınarların çoğu da asırlıkmış. 

Meydanın çevresinde üç önemli yapı yer alır. Birincisi, Kukeldaş Medresesi 1568 yılında yapılmış ve Buhara’daki en büyük medreselerden biridir. Sol taraftaki.
İkincisi, sağdaki binadır. Nadir Divan Beği Medresesi, 1622 yılına tarihlenir. Gördüğünüz gibi cephesi kuş motifli çinilerle süslüdür. Cami gibi görünüyor ama aslında bir medresedir.

Üçüncüsü, Nadir Divan Beği Hanegâhıdır. Dervişlerin inzivaya çekildiği, zikir yaptığı tasavvuf mekânıdır. Burası geçmişte hem âlimlerin hem de halkın bir araya geldiği buluşma noktasıymış. Medrese ilminin ciddiyetiyle hanegâhın maneviyatı, bu havuz başındaki gündelik hayatla iç içe geçmiş. Şimdi de o ruhu yaşatmaya devam ediyorlar. Çayhaneler, kitapçılar, sokak müzisyenleri, yerel sanatçılar… Gördüğünüz gibi hepsi o ruhun peşindeler.” Böyle anlattı rehber Yıldız Havuz Başını ve devam etti.

Buhara’nın Nasreddin Hoca’sı

“Buhara sokaklarında yürürken bir köşede durup gülümsediğinizi fark ederseniz, muhtemelen Hoca’yı görmüşsünüzdür.
Buhara’daki Hoca’nın, başında kavuk yok…
Üstelik eşeğe de ters binmemiş, gayet usulüne uygun binmiş.
Ama yüzündeki o ifade yok mu? Sanki daha soruyu sormadan cevabını “bildim ben,” der gibi… İşte Buhara’nın göbeğinde, Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen köşesinde, Özbekistan’ın Nasreddin Hoca’sı duruyor.
1979’da dikilmiş bu anıt buraya. 

Bizim Hoca, sizin bildiğiniz Anadolu fıkralarının ötesindedir. Bizim Hoca hem mizah yapar, hem Özbek pilavı yer! Her yıl, şehrin sokakları onun anısına düzenlenen bir mizah festivaline ev sahipliği yapar. Gülmek serbest, fıkra anlatmak serbest, eşeğe binmek ise özellikle çocuklar için neredeyse şart! Çünkü burada şöyle bir söz vardır:

“Bir çocuk Hoca’nın eşeğine binerse, hayatı şaka gibi geçer ama tatlısından! Bu söz Buhara halkının, görgüyü, bilgeliği ve mizahı nasıl iç içe yaşadığını gösterir. Hoca Nasreddin’in mirasıyla dalga geçilmez; onunla birlikte gülünür. Çünkü onda hem akıl vardır, hem kalp. Eğer çocukken gülmeyi, düşünmeyi ve hayata tersinden bakmayı öğrenirsen; hayat seni üzmez. Şaka gibi geçer. O şaka, seni büyüten bir şaka olur. Tatlı bir hayat bilgeliğidir bu.

Şunu da unutmayın: Hoca’ya sadece bakmak yetmez. Onunla göz göze gelmektir anlamlı olan. Çünkü o gözlerin içinde öyle bir bilgelik saklıdır ki, sanki fıkranın sonunu sizden önce biliyor gibi. Sanki hafif yana eğilmiş gülümsemesiyle size bir şeyler fısıldıyor gibi: “Dünya ciddiye alınmayacak kadar komiktir, evlat…

Yani kavuğu yokmuş, ne olmuş yoksa, varsın olmasın. Eşeğe ters binmemişmiş, varsın binmesin daha iyi ya!”

Leb-i Havuz Meydanı’nın hemen yanı başında, tarihi havuzun kıyısında duran bu heykel ilk bakışta sade ama etkileyici. Hoca genç olmasına rağmen, yaşını almış ama aklını yitirmemiş bir bilge gibi oturuyor eşeğinin üzerinde. Ne gösterişli bir kavuk var başında, ne de abartılı bir duruş.
Üzerinde Özbek usulü bir ceket, yüzünde ise “Ben sana bir şey anlatacağım ama önce sen gül bakalım,” der gibi kurnaz bir gülümseme.

Eşeği ise en az Hoca kadar bilgece bakıyor insanlara. Sanki o da fıkraların yarısını duymuş, diğer yarısını da o anlatmış gibi. Çocuklar etrafında koşturuyor, gençler selfie peşinde, büyüklerse hafifçe tebessüm edip kendi çocukluklarına dalıyorlar sanki.
Heykel susuyor, ama yüzü her şeyi anlatıyor: Mizah burada hâlâ hayatta!

 

Çar Minar

Fotoğraf çekilmek için on dakikalık bir serbest zaman verildi. Etrafı saran medreseler bir kenarda dururken, arkadaşlarımızın tercihi Nasrettin Hoca heykeliyle poz vermek oldu. Ardından yaya olarak “dört minare”ye, yani Çar Minar’a doğru yürüdük. Hava hafifçe çiseliyordu. Şemsiyesi olanlar açtı, olmayanlar ise arkadaşlarının yanında kendilerine bir köşe buldu.

Dört minaresiyle misafirlerini selamlayan bu zarif yapı ne tam anlamıyla bir medrese, ne külliye, ne de bir camiye benziyor. Sadece dört küçük minare… 

Rehberimiz Yıldız, bu yapının Hindistan kökenli zengin bir tüccar olan Halif Niyazkul tarafından 1807 yılında inşa ettirildiğini anlatıyor. “Çar Minar, Farsça’da “Dört Minare” anlamına geliyor. Aslında burası büyük bir medresenin giriş kapısıymış, ama medrese kısmı zamanla yıkılmış; geriye sadece bu dört minareli kapı kalmış. Her minare, İslam dünyasındaki dört mezhebi temsil edecek şekilde tasarlanmış. Mimari ayrıntılar farklılık gösteriyor ama hepsi bir bütünün parçası gibi duruyor. Aslında bu küçük minareler, mezheplerin farklılığını değil, birlikte ne kadar güçlü olduklarını temsil eder. Her biri kendi üslubuyla ama aynı yapının üstünde birlikte yükseliyorlar göğe. Sanki taşla yazılmış bir mezhep ansiklopedisi gibi.

Sözün bittiği yerde taş konuşuyor. Buhara’nın kalabalığından bir adım uzaklaşıp burada birkaç dakika durmak, geçmişin düşünce iklimine kapı aralamak gibi. Çar Minar, sadece mimari bir yapı değil; bir fikir, bir duruş, hatta belki bir çağrı: Anlam, büyüklükte değil; derinlikte. Öyle bakmak lazım.

Minarelerin merkezinde kubbeli bir giriş bölümü bulunuyor. Burası bir zamanlar medreseye açılan kapıymış. Minareler, bu kapının üzerine öyle bir yerleştirilmiş ki; göğe uzanırlarken ilim aşıklarıyla gökyüzü meleklerini buluşturmak istemişler adeta. Bugün bu bölümde, maalesef küçük bir hediyelik eşya dükkânı var.

Minarelerin süslemeleri dikkat çekici bir incelikle işlenmiş. Mavi çiniler, işlemeli tuğlalar ve minarelerin tepelerindeki zarif kubbecikler… Yapının, küçüklüğüne rağmen etkileyici bir ruhu var. Minareler adeta birbirine “Sakın devrilmeyin, yoksa dengemiz bozulur!” der gibi kenetlenmiş.

Sanki her minare bize ayrı bir şeyler fısıldıyor; biri geçmişi anlatıyor, biri geleceği, biri dünyanın çeşitliliğini, biri de huzurun ortasında durmanın sırrını: “Bizler yüksek değiliz ama anlamımız derindir. Çünkü bizler, ilmin giriş kapısının süsleriyiz.”

Çar Minar’ın önünde, biraz yukarıda, yüksekçe bir yerde, iri taşlardan yapılmış bir irimin üstünde duruyoruz. Yanımda Yunus var. Elinde fotoğraf makinesi, bir yandan çerçeveyle uğraşıyor, bir yandan da deklanşöre basıyor. Bense olan bitene, geçmişin ve mimarinin bu garip kesişim noktasına dalmışım. Tam karşıdan bakarsanız iki minare görülüyor biraz sağa ve sola hareket ederseniz dört minare görülüyor. 

İçimden geçen ilk şeyi söyledim Yunus’a:

-Bu kadar küçük bir yapı, bu kadar derin bir anlamı nasıl taşıyabiliyor Yunus?

Yunus, her zamanki Yunusça tavrıyla gözünü objektiften ayırmadan cevap veriyor:

-Soran, sorulandan daha iyi bilir Hocam.

Gülümsüyorum ve devam ediyorum. Sevgili Yunusum; dört farklı medeniyetin sesi aynı yapıda yankılanabilir mi? Cevabı gözümüzün önünde duruyor işte. Demek yankılanabilirmiş. Yeter ki niyetler halis olsun. Bir tüccarın hayal gücüyle doğmuş bu küçük yapı, belki de Buhara’nın en derin düşünceli yapısı. İşte Özbekistan! Her bir köşesinde ayrı bir zarafet…
Buhara’nın heybetli medreselerinin, göğe uzanan minareleri arasında, Çar Minar ilk bakışta sanki sadece güzel bir esermiş gibi duruyor. Dikkatle bakınca, bir duruşunun olduğunu fark ediyor insan. Gösterişsiz ama kendinden emin. Sanki yüzyıllardır olduğu gibi, yine soranlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Halif Niyazkul adında bir tüccarın hayalinden doğan bu eser, sadece mimarî bir dengeyi değil, sanki dört farklı dünyagörüşüne sahip olan insanların bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğini de anlatıyor. Her biri ayrı bir sesi fısıldıyor gibi: Geçmiş, gelecek, çeşitlilik ve iç huzur. Bu simetrik ama özgün duruş, bize şunu söylüyor Yunusum: “Farklılık içinde denge mümkündür.”

Yirmi birinci yüzyıldayız. Bizden 208 yıl önce insanlar, taşla tuğlayla, yalnızca yapı değil, fikir, anlam ve incelik inşa etmişler. Dört minareli küçücük bir yapının içinde bile dünyaya bir medeniyetin imzasını bırakmışlar. Ve biz bugün, o kubbelerin altında magnet ve hediyelik eşyalar satıyoruz…!
Dönüş yolunda arkadaşlar da aynı şeyleri tartışıyorlardı. Gezip görmek ve ibret almak böyle bir şey olsa gerek…

Havuz Başı’nda Yemek Molası

Hem Çar Minar’ı konuşuyoruz hem de yürüyoruz. Havuz Başına gelmişiz. Rehber Yıldız ve Hüseyin, iki saat serbest zaman verdiler. Bu zaman öğle yemeği için verilmişti. Her birimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. İki saat çok fazla zaman gibi geliyor ama öyle değil; önce ne yiyeceğinize karar vermelisiniz, sonra da yiyeceğiniz o restoranı bulmalısınız. Diyelim ki buldunuz aradıklarınızı, yeni bir sıkıntı başlıyor; restoranlardaki çalışanlar ağır kanlı, aceleleri yok. Bir saatte anca önünüze siparişler geliyor. Geriye kalan zamanda da yemek yiyip buluşma yerine gelmek kolay olmuyor. 
Sebahattin ve Selda hanıma zaman yetmemiş olmalı ki, 20 dakika sonra çıkageldiler…Mazeret gösterdiler ama Yavuz ve Mıdık artık affetmiyorlardı. 20 Euro ceza… 

Bahâeddin Nakşibend Külliyesi

Bu gezi boyunca ilk kez bir şeyhin türbesini ziyaret ediyoruz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin türbesini. Burası sadece türbe değilmiş; Buhara şehir merkezinin birkaç kilometre dışında, yemyeşil ağaçların gölgesinde kurulmuş mütevazı ama derin anlamlar taşıyan bir külliye. Hemen önünde durdu otobüsümüz. Girişte, hemen sağ tarafta toplandık. Sırtımızı duvara dayadık ve oturduğumuz yerden rehberimizi dinliyoruz:

“Değerli Anadolu kervanının aziz yolcuları, kıymetli misafirlerimiz…” Rehberimiz, sözlerine her zamanki zarafetiyle başlıyor. “Şu anda yalnızca Buhara’nın değil, Orta Asya’nın manevî kalbindeyiz: Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin Külliyesi’ndeyiz. 14. yüzyılda bu topraklarda yaşamış olan Şeyh Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Nakşibendiyye Tarikatı’nın kurucusudur. Tasavvuf tarihinde derin izler bırakmış büyük bir sufidir. Onu diğer mürşidlerden ayıran temel ilke şu sözde mündemiçtir: ‘Halk içinde Hak ile olmak.’ Yani o, inzivaya çekilmeden, şehirden kaçmadan; aksine hayatın tam içinde, çarşıda, pazarda, insanlar arasında yaşarken kalbi Allah ile beraber tutmayı öğütlemiştir. Gördüğünüz Külliye; bir türbe, mescid, zikir alanları ve çevresinde adım adım yönelen ziyaret yollarından oluşuyor. Her yıl yüz binlerce kişi buraya geliyor; ama burada ne bir telaş görürsünüz ne de yüksek perdeden seslerduyarsınız… Sessizlik burada terbiyedir, edeptir.”

Daha içeriye girmeden, türbenin önünde dua edenler vardı; içeriye girince değişik pozisyonlarda insanları görüyoruz, aslında hepsi dua ediyor. Kimileri ellerini semaya kaldırmış, kimileri sadece oturuyor, kimse konuşmuyor ama herkes sanki kendisiyle hesaplaşıyor. Burası, dış dünyadan çok iç dünyaya açılan bir kapı gibi. Galiba konuşmak değil, dinlemek için geliyor insanlar buraya… Kendini, kalbini, Allah’ı dinlemek için. Rehberimiz, bu mekânın insanda bıraktığı etkiyi şöyle dile getirdi:

“Külliyeye girerken iki kapıdan söz edilir: Biri dış âleme kapanan kapı, diğeri kalbinize açılan kapı. Hangi kapıdan girerseniz girin, çıkarken artık siz eski siz değilsinizdir.”

Türbe ziyareti sırasında, otuz dört kişilik grubun sanki dili tutuldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir şeylerhissetmiş olmalı. Kendiliğinden oluşan bir edep haliydi bu. Bahâeddin Nakşibend’in türbesi bir taştan ibaret değil; adeta bir ayna gibi. Bakan, kendi kalbini görüyordu. Oturduğum yerden kafamı kaldırdım, gözüm duvarda yazan şu cümleye takıldı: “Kalpte olan dile gelir, dilden gönüle geçer.”

Grubun hepsi dua halinde. Rehberimiz Hüseyin telefonla annesini bile aramış ki, annesine; “Ben şu an huzurdayım,” diyordu. Demek ki annesi tarikat ehli. Diyarbakır nere, Buhara nere… Yavuz bile suskundu, ilk kez. Mehmet amca cebinden bir mendil çıkarırken bizlerden gözlerini kaçırıyordu. Hümeyra ise türbenin taşına usulca dokundu ve fısıltıyla ekledi: Dünya, bu güzel insanlar sayesinde dönüyor olmalı…”

Buhara’nın en sessiz yeri, belki de en yüksek sesle şöyle haykırıyordu dünyaya: “Her şey bir edep üzeredir.”İnsanın hayatında bazı duraklar vardır; oralarda, oraya neden geldiğini değil, oradan nasıl ayrıldığını hatırlarsın. Bahâeddin Nakşibend Külliyesi de işte tam öyle bir yer. Sessizlik burada yalnızca dış dünyanın sesinin kısılması değil, iç sesinizin yükselmesi demek.

“Halk içinde Hak ile olmak”… Ne kadar çok duyulmuş bir deyimdir; ancak aynı zamanda ne kadar yaşandığı da tartışmalı bir sözdür. Gözüm orada her bir köşede, dua edenlere, öylece kendinden geçmiş halde oturanlara, duvara yaslanarak kendini arayanlara takıldıkça şunu düşündüm: Belki de modern hayat bizi hep görünür olmaya zorluyor;  hakikat, görünmeden yaşamayı bilenlerin kalbinde saklıymış meğer.

Düşünsenize, aradan yedi asır geçmiş. Yedi yüz yıl! Ama türbe hâlâ capcanlı. Sadece taşlarıyla değil, hâlâ orada edilen dualarla, yaşatılan ahlakla, suskun ama mesaj yüklü bir duruşla… Bütün dünya tanıyor artık Şah Nakşibend’i. Her tarafta müritleri var. Bu kadar zamandır unutulmamış bir ismin arkasında

ne vardır dersiniz? Üzerinde düşünmek gerekmez mi?

Bu külliyede gösteriş yok, mimarîde abartı yok; her şey yerli yerinde, ölçülü ve anlamlı. Asıl tesir belki de burada saklı: Göze değil, gönüle seslenen bir sadelik.

Bazen bir türbe taşı, sana koca bir aynadan daha çok şey gösterir. Çünkü insan, gerçekten bakmaya razı olduğunda en çok kendini görür.

 

Buhara’dan Ayrılırken

Şah Nakşibendi’n hocasını ziyaret edecektik, planımız öyleydi ama zaman yetmedi. Treni kaçırmamamız gerekiyor. Hüseyin birkaç kez uyardı, uyardı uyarmasına da insanlar türbeden ayrılmak istemediği için ağırdan alıyorlar.  
Buhara’dan ayrılmak, bir şehirden ayrılmak gibi değil.
Sanki bir kitaptan son sayfayı çevirmişsiniz, ama kapağını kapatmaya kıyamıyorsunuz gibi…

Bu topraklarda sadece taş, çamur, kubbe yoktu.
Bir ruh vardı.
Her duvarda, her sütunda, her kemerde, her ağaçta, her bankta, her minarede bize fısıldayan bir geçmiş vardı…

İlimle yoğrulmuş,edep ile şekillenmiş,irfanla taşlara sinmiş bir medeniyetin izlerini sürdük Buhara’da.

Kalan Minaresi’nden bakarken, sadece yüksekliği değil, direnci gördük.
Mir Arap Medresesi’nde suskun duvarlardan bile bilgeliğin sızdığını fark ettik.
Nakşibend Külliyesi’nde sessizliğin aslında ne kadar çok şey söylediğini dinledik.
Sitorai Mohi-Hosa Sarayı’nda bir medeniyetin zarafetine tanık olduk.
Ve Ark Kalesi’nde bir gücün nasıl vakar ve dengeyle yürüdüğünü öğrendik.

Ve şimdi…
Arkamızda tozlu yollar, yüzyılların yükünü taşıyan kubbeler, içimize işleyen bir sessizlik kaldı.
Önümüzde ise mavi çinilerin göğe değdiği, rüyayla gerçeğin birbirine karıştığı başka bir şehir var:
Semerkand. Öğle ile ikindi namazımızı cemederek çıktık yola.

Yol uzun değil belki, ama anlamı derin.
Buhara bize kalbimizin neyle dolması gerektiğini fısıldadıysa,
Semerkand da, gözün neyle kamaşacağını gösterecek.

Ey Semerkand, geliyoruz bekle bizi! 
Devam edecek

Rüştü KAM

Inal

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP