BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ (IX)
– Geriye dönüşümüzde bazı arkadaşlar, “Niye geldik bu şehre, öyle çok da etkileyici bir yer değilmiş,” diyerek memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Oysa mesele sadece görüneni görmek değil, görülemeyeni hissedebilmektir-
Sabah erkenden yola çıkmıştık. Akşam trenle Taşkent’e döneceğiz. Dönüş yolunda iki önemli durak daha var: İmam Madrid’inin türbesi ve geleneksel kâğıt imalathanesi. İmam Buhari’nin türbesi ise restorasyon nedeniyle ziyarete kapalıymış. Program böyle. Programı yapan Hüseyin. Yolların müsait olmadığı için, otobüsle devam edemiyormuşuz bunun için altı tane minibüs kiralanmış.
Yola çıkmadan önce Hüseyin’le küçük bir plan yaptık: Hedefimizi dağları aşarak ulaşacağımız içim, dağın ulaşabildiğimiz en yüksek yerine vardığımızda manzaraya karşı bir keyif çayı içecektik. Şoförler arasında uzlaşma sağlanamayınca bu keyfi yaşayamadık maalesef. Ancak, dönüşte Hüseyin’den tandır kebabı sözü aldık. Böylece geliş yolundaki o eksikliği telafi edecektik. Aynı şekilde başka bir aksaklığın yaşanmaması için Hüseyin’in olduğu araç önden gidecek, diğer araçlar onu takip edecekti. Nitekim bu karar isabetli oldu.
Semerkand’ın gölgesinden uzaklaşıp Özbek bozkırlarına açılıyorduk. Siyah taşlar arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyen daracık yollarda, bazen dağa tırmanıyor, bazen sert inişler yapıyorduk. Asfalt vardı ama alışık olduğumuz türden değildi. Araç zıpladıkça başımız tavana değecek gibi oluyordu.
Şehr-i Sebz’e gidiyoruz. Timur’un şehrine. O’nun mezarını görmeye. Önceden hazırlattığı ama sonradan oraya defnedilmediği o boş mezarı ve diğer kalıntıları göreceğiz. Boş mezar deyip geçmeyelim, önemli olan o mezara Timur’un konulmamış olması değil, dünya çapında bir Emir’in/Hükümdarın daha dünyada iken kendi mezarını bizzat kendisinin hazırlatmasıydı. Ölümü unutmamasıydı. ‘Beni buraya gömün’ demesiydi.
İşte biz o ruh halini yakalamaya çalışacağız. Tabii ki, becerebilirsek …
Şehr-i Sebz: Emir Timur’un Doğduğu Topraklar
Yola çıkarken, içimizden; “Belki Timur bizi şehrin kapısında karşılar,” diye geçirmiştik. Ama olmadı. Şehrin dışında araçlardan indik, yürüyerek vardık giriş kapısına. Rehber Yıldız, kapının önünde Timur’un çocukluğu ve gençliği hakkında kısa bilgiler verdi. “Timur, 1336 yılında Özbekistan’da Keş (Şehr-i Sebz) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğmuştur. Barlas boyuna mensup bir ailenin çocuğudur. Babası Emîr Turagay, annesi ise Tekina Hatun’dur.Timur’un çocukluğu ve gençliğiyle ilgili, bilgiler sınırlıdır. Cengiz Han soyundan Kazan Han’ın kızı Saray Mülk Hanım’ı nikâhına alarak damat anlamına gelen Küregen takma adını taşımaya hak kazanmıştır. Ancak Cengiz Han’ınsoyundan gelmediği için “Han unvanı yerine “Emir” unvanını kullanmıştır.
Şehr-i Sebz, yeşil şehir demektir. Ancak bizim için yalnızca yeşilliğiyle değil, taşıdığı tarihî anlamla da özel bir yere sahiptir. Ne yazık ki; buradaki koskoca şehirden arkaya kalan bu gördüğünüz kapı ve içeride birkaç yıkılmış duvar kalıntıları kalmıştır.”
Şehir sessizdi. Ama bu sessizlik, çok şey anlatıyordu. Daha ilk adımda şunu öğrendik: Meğer her büyük yürüyüş, yalın ayak bir adımla başlarmış.
Grup kapıdan içeriye giriş yaptı ve biz Hüseyin’le birlikte sessizce yürümeye başladık ama bir anda sessizliğini bozdu Hüseyin: “Hocam, bu etrafta gördüğün taşlar ve sütunlar Ak Saray’dan kalanlardır. Timur’un buradaki yaptırdığı sarayın adıdır Aksaray. Ak Saray, Timur İmparatorluğu dönemine ait önemli bir yapıdır ve Timurlu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Timur, başkent olarak Semerkand’ı seçmiş olsa da o doğup büyüdüğü Şehr-i Sebz’i devamlı kalbinde taşımıştır. O vefalı bir Hükümdardır. Köylü çocuğu olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. O saraylarda büyüyen bir şımarık çocuk değildir. Bu sarayın duvarına şu cümleyi yazdırmıştır: ‘Eğer gücümden şüphe ediyorsan, şu yaptıklarıma bak, yeter.”
Rehber Yıldız da hemen oradaki bir kalıntının yanında durdu, eğildi, biraz taşla konuşuyormuş gibi o vaziyette kaldı ve doğrulurken şunları söyledi:
“Saraydan geriye balan bu taş, bana lisan-ı haliyle şöyle dedi: Ben şahidim ki; Timur, doğduğu bu köyden hiç utanmadı. Aksine, köylülüğüyle her zaman gurur duydu. Bugün bazıları kendi köklerinden utanır; halkından uzak durur. Ama Timur halkıyla birlikte yürüdü. Onlardan utanmadı. Onları küçük görmedi. Başkalarıyla iş tutarak onları itibarsızlaştırmadı. Çünkü o bilirdi ki, köksüz ağaç yeşermez. Geçmişini gizlemek şehirli olmak değil, bir zaaf belirtisidir.”
Şehr-i Sebz’de yalnızca bir kişiyi değil, bir mirası ziyaret ediyorduk. Anlamlı bir ziyaret gerçekleştiriyorduk. Sadece bir mezarın değil, bir fikrin ve bir inancın izini sürüyorduk. Ve anladık ki: Kökünü unutmayan, toprağını, kültürünü sahiplenen her milletin kurduğu medeniyet bir gün gelir yeniden filizlenebilirmiş. Çünkü kök salmak, önce kendi köküne sahip çıkmakla başlarmış.
Şehr-i Sebz’in sokaklarındayız, Yıldız’ın çubuğunu takip ediyoruz. Meğer Emir Timur bizi orada meydanda bekliyormuş. Günahını almışız Emir’in. Selamlaştık, hatıra fotoğrafları çektirdik. Şehrini ziyaret etmemizden fevkalade memnun kaldı. “Vaktiniz olursa bir gün doğduğum köyde de sizleri ağırlamak isterim” dedi. Güneşin bağrında orada öylece duruyordu, yapayalnız. İçimiz cız etti. Yazık hem de ne yazık; yazı yok kışı yok devamlı orada öylece bekliyor. Ben bütün heykellere aynı şekilde acırım. Ziyaretçilerini karşılamak için çekiyor olmalılar bu eziyeti.
Tam o sırada, Fergana Bölgesi’nden gelen bir Özbek grubuyla karşılaştık heykelin önünde. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince çok sevindiler. “İlk defa Türkiye’den gelen Türkleri görüyoruz,” dediler. Gözlerinde içten bir sevinç parlıyordu. Cep telefonlarıyla Fergana’daki akrabalarını aradılar ve bizimle tanıştırdılar: “Bakın, Türkiye’den gelen Türkler burada!” El salladık ekrandan onlara. Heyecanları görülmeye değerdi.
Yürüyüşe devam ettik. Yolun sonunda sağda bir cami vardı. Merdivenle çıkılıyor oraya. Hemen avlusunda toplaşıverdik:
“Değerli Anadolu Kervanı, sevgili misafirlerimiz… Şu an önümüzde duran yapı Kok Gumbaz Camii’dir. ‘Mavi Kubbe’ anlamına gelir. O kubbe sanki gökyüzünden yere inmiş gibi şehre bakar. Bu camiyi 1434 yılında Uluğ Bey, babası Şahruh adına inşa ettirmiştir. Şehr-i Sebz’in en büyük camiidir.
Burası yalnızca ibadet edilen bir mekân değil, aynı zamanda bir medeniyetin gökyüzüne açılan kapısıdır. Kubbesinin çevresinde ‘Mülk yalnızca Allah’ındır’ ayeti yazılıdır. Yapı kare planlıdır. Dört köşesindeki spiral merdivenlerle kubbe altına çıkılır. İç süslemeleri zamanla yıpranmış olsa da hâlâ etkileyicidir. Mozaikler, çiniler ve hat yazıları bir dönemin estetik anlayışını ve bilgisini yansıtır.
Bu cami, çok iyi bir niyetle inşa edilmiş bir sığınaktır. Dışarıdan bakınca bir cami görürsünüz; ama içine girince göğe açılan bir kubbenin altında durduğunuzu hissedersiniz. O kubbe baba gibidir. Yağan yağmurdan-kardan ve güneşten çocuklarını koruyan şemsiyedir. Uluğ Bey babası için yaptırmıştır bu camii. “Babacığım; sen bizi korudun biz de bizden sonra gelenleri koruyacağız anlamında.” Baba- oğul münasebeti.
“Şu gördüğünüz yapı ise ilk bakışta türbe gibi görünse de aslında bir çeşmedir. Yanındaki kavak ağacı asırlıktır; belki de Timur’un çocukken gölgesinde oturduğu ağaçlardan biridir.”
Kok Gumbaz Camii’nde, gökyüzüne açılan mavi kubbenin altında bir çağın bilgeliği yankılanıyormuş meğer. Sade mimarisiyle, gösterişten uzak bir yapıydı oysa. Bazı yapılar ibadet içindir; bazıları ise hem ibadet hem idrak içindir. Kok Gumbaz, ikincisinden olsa gerek.
Cami ziyaretinden sonra biraz yürüyerek Timur’un o boş ve de boş olması ile anlam kazanan mezarına ulaştık. Yeni dikilmiş ağaçların arasından geçtik. Mezar yerin birkaç metre altındaydı. Dar bir merdivenden inerek loş, serin bir odaya vardık. Her şey sadeydi, gösterişten uzaktı; gösterişsiz ama saygı dolu bir atmosfer vardı. Bu mezar, Timur’un sağlığında kendi adına hazırlattığı mezarıydı. Ancak kader farklı tecelli etmiş; naaşı Semerkand’daki Gur-ı Emir’e defnedilmişti. Bu boş mezar, Timur’un toprağa bağlılığının ve ölüm karşısındaki tevazuunun sembolüydü. En azından biz öyle anladık.
Dışarı çıktığımızda hemen yolun kenarında, isimleri dahi yazılı olmayan, birkaç mezar daha gördük. Rehberimiz, bunların Timur’un çocuklarına ve akrabalarına ait olduğunu söyledi. Bir zamanlar han soyunun devamı olan bu çocuklar, şimdi sessizliğin içinde birbirlerine komşuydular. Babalarının gölgesinde yatıyorlardı ama tarihin gölgesine bile düşememişlerdi. Bu sade manzara bize şunu hatırlattı: Ne kadar güçlü olursan ol, sonunda düşeceğin yer kara topraktır.
“Emir Timur’un tarihî kaynaklarda adı geçen dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Mîrânşah ve Şahruh. Bu dört evlattan özellikle Şahruh, Timur’un ölümünden sonra devletin yönetimini üstlenmiş ve Herat merkezli kültürel ve ilmî bir hamle başlatmıştır. Ünlü gökbilimci Uluğ Bey de onun oğludur. Diğer oğulları ise genellikle askerî ya da idarî görevlerde bulunmuş, ancak siyasi olarak kalıcı bir iz bırakamamışlardır. Cihangir genç yaşta vefat etmiş, Timur’un onun ardından büyük bir acı yaşadığı rivayet edilir. Ömer Şeyh ise Fergana bölgesinde görev almış, 1394’te ölmüştür. Mîrânşah bir dönem Azerbaycan ve İran’da valilik yapmış, fakat ilerleyen yıllarda sağlığı bozulmuştur.
Bugün Şehr-i Sebz’de, Timur’un ailesine ait birkaç mezar bulunmaktadır. Mezar taşları olmayan, yan yana sıralanmış bu kabirlerin Timur’un çocuklarına ait olduğu kabul edilmektedir. İsimleri belli değildir; ancak yerel kaynaklara göre bu mezarlarda Cihangir ile Ömer Şeyh’in defnedilmiş olma ihtimali yüksektir. Sessizlik içindeki bu mezarlık, bir zamanlar han soyunun devamı olan çocukların, tarihin gölgesine dahi düşemeden nasıl unutulabildiğini gösteren dokunaklı bir manzaradır.”
Tarih bazen görkemli saraylarla, bazen de isimsiz mezar taşlarıyla konuşur. Şehr-i Sebz’de karşımıza çıkan bu sade kabirler, bize sessizliğin de bir anlatımı olduğunu hatırlattı. Timur’un oğullarıydı onlar; bir zamanlar ordular yöneten, şehirler kuran, saltanat hayalleri kuran kişiler… Şimdi ise ne bir isimleri var ne de bir mezar taşları. Belki de tarihin en ağır hükmü budur: Unutulmak. Ama biz o gün, o mezarların önünde bir dua ile yalnızca isimleri değil, hatırlanmayı da paylaştık. Çünkü bir insanı yaşatan bazen sadece adının anılmasıdır.
Geri dönüş yolunda birkaç çocuk dikkatimizi çekti. Çimenlerin üzerine yayılmışlar, ellerindeki kâğıt ve kalemlerle resim yapıyorlardı. Rehberimiz, bu çocukların ressam olmak istediklerini söyledi. Tarihî yapıları çiziyor, çevreyi gözlemliyorlardı. Ne hoş bir manzaraydı bu… Sanatla geçmiş arasında bağ kuruyorlardı. Bir milletin sesi bazen kalemle, bazen taşsız bir mezarla duyulur. Biz orada hem kaybolmuş olanı hem de yeniden filizlenen umudu gördük o çocuklarda.
Soğuk Tandır
Evet dönüş yolunda dağın zirvesine ulaştığımız yerde tandır yemek için yaklaştık mekâna. Aynı zamanda insani ihtiyaçlarımızı da giderecektik. Mekân mükemmel, manzara da şahane. Mekân sahiplerine önceden haber verildiği için servis hemen yapıldı. Görüntüsü güzel tandır kebabının, servis şekli de göze hitap ediyor. Hemen elimizi kolumuzu sıvadık ve yumulduk tandıra. Daha ilk lokmada geri çekildik. Bu ne yaaa…Soğuk kebap mı olurmuş. Buz dolabından çıkmış gibi. Kebap hayalimiz suya düştü. Soğuk duş. Bunlar soğuk, ısıtılması gerek bunların desek de sesimizi duyan olmadı. Aslında duydular duymasına da işlerine gelmedi desek daha doğru olur. “Fırını söndürmüşlermiş tekrar yakamazlarmış, biz geç gelmişiz falan filan…”
Ben hayalimde Denizli tandırını canlandırmıştım: Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde; lavaşın üzerinde lokum gibi kuzu eti, yanında incecik doğranmış söğüş, halkası bol soğan, közde patlamış acı biber, köpüklü ayran… Parmaklarını yedirten cinsten. “Aman Allah’ım, yemede yanında yat!” diyeceğiniz cinsten…!
“Türk geleneğinde kuru et vardır, sıcak tandır sonradan çıkan bir alışkanlıktır,” gibi açıklamalar eşliğinde birer ikişer lokma almaya çalıştık ama… Yağı donmuş eti yemek ne mümkün! Ağzımızda çiğniyoruz ama boğazımızdan geçmiyor. Neyse, “nimettir” deyip yemediğimiz kebabın parasını da ödeyip devam ettik yolumuza. “Olur mu böyle şey, para veriyoruz kardeşim!” diyenler oldu ama… Oluyormuş demek ki. Oldu işte…
Şah-ı Zinde
Boş bir mezardan, çinilerle süsülenmiş türbeler diyarına geldik. Şah-ı Zinde ’deyiz. Şehrin kalbinde. Göğe doğru sessizce yükselen bir başka hazine duruyor önümüzde. Merdiven basamaklarını birer birer çıkarak ulaştık Şah-ı Zinde ’ye. Zirveye çıkınca aldı sazı eline başladı çalmaya Yıldız:
“Burası yalnızca bir mezarlık değil; taşın estetikle dans ettiği bir mabettir. Buradaki her türbe, öğeleri yerli yerinde olan bir mimari cümledir. Çiniler gökyüzünü yansıtır, kemerler sonsuzluğu çağırır. Zaman, burada akmaz; bir halı deseni gibi donmuştur. Şu çinilerdeki zarafete bakar mısınız? 700 yıl geçmiş aradan ama onlar hâlâ göz kamaştırıyor. Çünkü burada estetik, bir süs değil; bir saygı biçimidir. Ölümün karşısında hayatı savunan bir zarafet. İşte bu, Şah-ı Zinde’ dir. Ve bu miras bugün hâlâ Semerkand’ın sokaklarında yaşamaktadır.
Evet burası Şah-ı Zinde. Yani, ‘Yaşayan Kral’. Buraya bu ismi veren inanç, Hazret-i Muhammed’in amcasının oğlu Kusem bin Abbas’a dayanır. Rivayetlere göre İslâm’ı Orta Asya’ya ulaştırmak için gelen bu sahabe, burada şehit edilmiştir. Fakat halk, onun bir mağaraya girip gözlerden kaybolduğuna ve hâlâ Semerkand’ı manevî olarak koruduğuna inanır. Efsane geriye dönecektir. İşte bu yüzden ‘diri’ ya da ‘yaşayan’ olarak anılır.
İç içe geçmiş türbelerin, medrese kalıntılarının ve mezarların olduğu bu kompleks, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar farklı dönemlerde inşa edilmiştir.
Timur döneminde, hanedan üyeleri ve komutanlar için burada birer birer türbeler yapılmıştı. Her biri ayrı bir sanat şaheseri olan bu yapılar, Türk-İslâm mimarisinin çiniyle şiirleştiği nadir mekânlardandı.
Yıldız, gözlerimizi türbelerin üzerindeki yazılara yöneltti ve şöyle dedi:
“Bakın şu kufi hatlarla yazılmış olanlar erken döneme aittir. Şu mavi kubbenin altındaki türbe ise Timur’un kız kardeşi Şirin Beg Ağa’ya aittir. Her detayda hem güç hem de zarafet var. Ama en önemlisi, bu binaların ölümle hayat arasındaki o ince çizgide bizlere bir şeyler söylüyor olmasıdır.”
Ben o sırada kalabalıktan biraz uzaklaşıp merdivenlerin kenarındaki gölgede soluklanmak ve biraz da tefekküre dalmak istedim. Çünkü, taşların diliyle konuşan bir mekândı burası. Her türbe, her motif sanki şöyle diyordu lisan-ı halleriyle:
“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.”
Arkadaşlar da sessizleşti. O bildik fısıltılar bile kesilmişti. Herkes ya çinilere yakından bakıyor ya da türbelerin gölgesinde bir gün sıranın kendisine geleceğini düşünüyordu. Evet; Şah-ı Zinde ölülerin değil, yaşayanların aynasıydı.
Esra kızımız arkadan çok ciddi bir soru sordu: “Burası cennetin neresine düşer acaba?”
İçimizden birkaç kişi güldü ama belli ki o da herkes gibi etkilenmişti buradan. Çünkü burada insan sadece bir mezarlığı değil, bir medeniyeti; sadece geçmişi değil, kendi sonunu da düşünüyordu. Çünkü Şah-ı Zinde, taşla yapılmış bir dua gibiydi. Renkleriyle gözümüzü, sessizliğiyle kalbimizi, anlatısıyla zihnimizi uyarıyordu. Tarih burada sadece geçmişi anlatmıyordu bize, bugünü ve yarını nasıl yaşayacağımızı da hatırlatıyordu. Ölümü hatırlatıyordu…“Dün ben buradaydım. Şimdi sen varsın. Ama yarın sen de yok olacaksın.”
Bugün adı sıkça anılsa da düşüncesinin özü unutulmuştur. Oysa İmam Mâtürîdî, İslâm düşüncesinde aklı merkeze alan, sorgulayan ve bilinçli bir inancı savunan öncü bir isimdir. Körü körüne itaat yerine, aklî muhakemeye dayalı bir iman anlayışı geliştirmiştir. Kur’an’ın sadece okunmakla kalmayıp anlaşılması gerektiğini hatırlatmıştır.
Mâtürîdî’den uzaklaşıldıkça din dogmalaşmış, inanç istismara açık hale gelmiş, cemaat yapıları ise zamanla çıkar odaklarına dönüşmüştür. Bugün “Ben itikatta Matürîdî’yim” diyenler, acaba gerçekten onu ne kadar tanıyorlar? Bu sorunun cevabı, samimiyetle aranmalıdır.
İmam Matürîdî’nin türbesi Semerkand’ın en sakin köşesinde yer alıyor. Daracık sokaklardan geçerek ağır ağır varılan bir gecekondu mahallesinde, koca imamın türbesi. Türbenin önüne ulaştığımızda, turkuaz renkli çinilerle süslenmiş sade ama zarif bir yapı karşımıza çıktı. İşte orada, türbenin merdivenlerinde bizi bekliyordu İmam Matürîdî. Tüylerim diken diken oldu. Karşımda duran İmam Matürîdî idi. Mezhep imamımız. Ben onu gıyaben tanıdım şimdi ise karşımda duruyor.
Selam verdik, hafifçe eğilerek saygımızı da ifade ettik. “Biz, senin kurduğun mezhebin mensuplarıyız; Anadolu’dan geliyoruz,” dedik, edebe riayet ederek dedik bunu. Gülümsedi ve “Bilmez miyim,” dercesine sımsıkı sarıldı bizlere tek tek. Kayıtları kontrol etse ismimize rastlayamazdı belki ama yine de kucakladı bizi. Bir sıcaklık sardı içimizi. Büyüklük budur işte: Affedici olmak, yüz karasını yüze vurmamak, tanımasa da kucaklamak.
Mâtürîdî mezhebinden olduğumuzu söylesek de hayatın bazı alanlarında Eş ‘ari görüşlere kaydığımızın farkındaydı sanki.
Endişemizi gidermek ve bizleri rahatlatmak için; “çocuklar sizler rahat olun; İslâm da sizlere anlatılan gibi bir mezhebe bağlanma zorunluluğu yoktur. İslâm ölülerin egemenliğini yasaklar. Sizler yaşadığınız bölgelerde kendi problemlerinizi kendiniz çözün, çözün ki; İslâm sizin yaşadığınız çağa da, bölgeye de nazil olsun.”
Birbirimize bakıştık; bu sözler bizlere yabancı değil, bu sözlerin hakikat olduğunu öğrenmek için Özbekistan’a kadar gelmemiz mi gerekiyordu?” der gibi ve huzurdan ayrılarak türbenin içine girdik.
Rehberimiz Yıldız, böyle bir atmosferde İmam Matürîdi’nin hayatını özetlemeye başladı:
“Tam adı Ebû Mansûr Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Mâtürîdî es-Semerkandî’dir. 863 yılında Semerkand’ın Mâtürîd köyünde doğmuştur. Hanefî mezhebinin önemli âlimlerinden İmam Cürcânî’nin öğrencisidir. Ebû Hanîfe’nin fikirlerini derinlemesine incelemiş, onları sistemleştirerek geliştirmiştir. Ehl-i Sünnet kelamının iki ana kolundan biri olan Matüridîlik mezhebinin kurucusu olarak kabul edilir. 944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. İşte burada medfundur.
İmam Matüridî’nin fikirleri, Ehl-i Sünnet inancının anlaşılması ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Özellikle Orta Asya, Hindistan ve Anadolu coğrafyasında etkili olmuştur. Aklı ve vahyi birlikte değerlendiren yaklaşımı, İslâm düşüncesine özgün bir derinlik kazandırmıştır.
Bizlere kadar ulaşan başlıca eserleri arasında, kelam ilminin temel meselelerini ele alan Kitâbü’t-Tevhîd ve Kur’an’ı akıl ve nakille yorumladığı Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı tefsiri yer alır. Ayrıca fıkıh, usûl ve diğer İslâmî ilimlerde de geriye birçok değerli çalışma bırakmıştır.” Türbede bazılarımız ikişer rekât Tahiyyetü’l-mescid namazı kılarak vedalaştık o koca imamla…
Rehberimiz Yıldız, gözlerini bir ustanın narin ellerine odaklamış gibi, yavaş yavaş anlatıyordu, Semerkand kâğıdını: “Semerkant kâğıdı, 8. yüzyılda Çinli esirlerden öğrenilen bir teknikle, dut ağacının kabuğundan üretilmeye başlanmış. Bu gelenek, Özbekistan’ın Semerkand şehrinde doğmuş ve zamanla bir sanata dönüşmüş. Günümüzde hâlâ el işçiliğiyle, doğal malzemeler kullanılarak bu eşsiz kâğıt üretilmeye devam ediyor.
Semerkand kâğıdının üretiminde yalnızca dut ağacının kabukları kullanılıyor. Kimyasal ağartıcıların yer almadığı bu yöntem sayesinde kâğıt doğal sarımsı rengini koruyor. El işçiliğine dayalı üretim şekli hem kâğıdın zarif dokusunu hem de dayanıklılığını belirliyor. Uygun koşullarda 300 yıla kadar saklanabilen bu kâğıt, özellikle hediyelik eşya yapımında ve eski el yazmalarının restorasyonunda kullanılıyor.
Üretim süreci oldukça sabırlı ve özenli bir işçilik gerektiriyor. Önce dut ağacının kabukları toplanıp suya yatırılıyor. Ardından bu kabuklar dövülerek liflerine ayrılıyor. Elde edilen lifler, suyla karıştırılıp hamur hâline getiriliyor. Bu hamur, ahşap çerçeveli eleklerden süzülerek kâğıt tabakalarına dönüştürülüyor. Kurutulan tabakalar, son aşamada ametist taşıyla cilalanarak kullanıma hazır hale getiriliyor.
Bu uygulama, Semerkand kâğıdının hem estetik hem de işlevsel kalitesini artıran geleneksel bir yöntemdir.
Bu bir üretim değil, adeta sabırla yazılmış bir dua gibidir. Burada yapılan kâğıt, asırlardır hem kitapların hem de devlet belgelerinin taşıyıcısı oldu. Çin’den gelen teknik, burada öyle rafine hâle getirildi ki, artık bu kâğıt ‘Semerkand Kâğıdı’ adıyla anılır oldu.”
Duvarlarda asılı duran eski haritalar, el yazmaları ve renkli desenler hemen dikkatimizi çekti. Kâğıt, bilgiyle birlikte yürüyen medeniyetin ayak izidir. O yalnızca üzerine yazı yazılan bir yüzey değil; bir kültürün, bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Ve o medeniyet, meğer Semerkand gibi şehirlerin sabrında mayalanırmış.
Bugün akşam yemeği için restorana gitmeyeceğiz; çünkü yolculuk var, zaman yok. Trenle Taşkent’e geçeceğiz. Buyruk böyle. Orada iki küçük bakkal bulduk. Özbek ekmeği aldık, arkadan gelenlere dükkânda ekmek kalmadı. Paylaştık. Yanına domates ve biber ekledik. Soğan yoktu, ama yine de çok lezzetliydi. Uzun zamandır bu kadar sade ve bu kadar güzel bir yemek yememiştim…
Tren istasyonuna zamanında vardık. Hızlı tirenle Taşkent’e ulaştık. Sabah yeniden yola çıkacağız. Bu kez istikamet: Türkistan.
Ey Özbekistan!
Her şey iyi, her şey güzel de…
Yıldızlara adam gibi bakan o adamı — Uluğ Bey’i — neden astınız?
Aklı esas alan, ilmiyle insanlara yol açan o büyük âlimi neden susturdunuz?
Artık biz, gökyüzüne bakmaktan çekinir olduk.
Yıldızlara yönelmekten, aklımızı kullanmaktan, düşünmekten korkar hâle geldik.
Elimizde, sadece Şah-ı Zinde’nin kubbelerinde yankılanan derin bir sessizlik kaldı.
Turkuaz renkler bile artık hüzünle parlıyor.
Bir estetik harikasının içinden geçiyoruz ama ne gariptir ki üzgünüz, ürkek ve ruhsuzuz.
Ey Özbekistan! Sen bize yalnızca bir medeniyetin nasıl kurulduğunu göstermedin;
O medeniyetin, ruhunu yitirmiş ellerde nasıl çürüyüp çöktüğünü de gösterdin…
Dünyaya kendi aklıyla, kendi gözlüğüyle bakan inançlı insanları
önemsizleştirenler, hor görenler, susturanlar…
Uluğ Bey’in oğlunun torunları hâlâ aramızda dolaşıyor!
Ama ya onların karşısına dikilecek olanlar?
İbret alarak, gerçekten inandığı için bir şeyler yapması gerektiğini hissedenler…
On lar ne zaman çıkacaklar ortaya?
Aklını kiraya veren sahtekârların, hainlerin, yaltakçıların borusu daha ne kadar ötecek?
Ey Özbekistan!
Dünya çapında insanlar yetiştirmiş güzel ülke…
Ey sevgili…
Hoşça kal! Sevgiyle kal! Sağlıcakla kal!
Devam edecek…
GÜNCEL
Az önceGÜNCEL
Az önceALMANYA
Az önceALMANYA
Az önceALMANYA
10 dakika önceALMANYA
18 dakika önceAVRUPA
29 dakika önce